09 Kasım '02
Sayı: 44 (84)


  Kızıl Bayrak'tan
  3 Kasım seçimleri
  Şimdi sıra AKP hükümetinde...
  3 Kasım seçimleri, AKP ve emperyalistlerin beklentileri
  Yıkımın sahnedeki sorumlularının yıkımı
  Felsefesi serbest piyasacı, programı İMF'ci...
  Yeni hükümete eski program!
  İstanbul'da 6 Kasım eylemleri...
  Ankara'da 6 Kasım eylemleri...
  6 Kasım eylemlerinden...
  Emperyalist savaş karşıtı eylemlerden...
  Günü kazanarak geleceğe hazırlanıyoruz!
  Esenyurt BDSP çalışması...
  Anadolu Yakası BDSP çalışması...
  Sefaköy ve İkitelli BDSP çalışması...
  Adana BDSP çalışması...
  Dikmen BDSP çalışması...
  Hüseyingazi BDSP çalışması...
  Mamak BDSP çalışması...
  Seçim sonuçları üzerine...
  Komünistler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri
  Petrol devleri sabırsız
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
3 Kasım seçimleri

Kaybedeni çok sayıda, kazanmış görünenin başarısı pek tartışmalı bir seçimi geride bıraktık. Emperyalist odakların da desteğiyle düzen çevreleri farklı bir hava vermeye çalışsalar da, borsa hızlı yükselişiyle bunu teyit eder görünse de, gerçekte daha baştan içinde çok yönlü kriz öğeleri taşıyan bir seçim sonrası tablo var orta yerde.

Hükümet ve muhalefet partileriyle
tükenen bir parlamento

Kaybedeni çok sayıda bir seçim dedik; içinde kimler yok ki! Cumhuriyet tarihinin en kişiliksiz, iradesiz ve işlevsiz, çalışma gündemi ve temposu bile emperyalist odaklarca belirlenen çürümüş parlamentosu, tartışmasız olarak kaybedenlerin başında geliyor. 18 Nisan seçimlerinin ürünü 22. dönem parlamentosunda yeralan milletvekillerinin %90’ının yeniden seçilememiş olması bunu gösteriyor. Bu oran, AKP dışındaki tüm öteki partilere mensup milletvekillerinin tümü anlamına geliyor. Kaybedenin 22. dönem parlamentosu milletvekillerinden öteye bizzat kurum olarak parlamento olduğunu ise bize seçime katılım oranı gösteriyor. Oy kullanma zorunluluğuna rağmen seçmenin dörtte biri sandık başına gitmemiştir. Gidenlerin ise %4’ü (yaklaşık 1.3 milyon seçmen) geçersiz oy kullanmıştır. Buna seçmen olma koşullarına sahip olup a kütüklere kayıtlı olmadığı için seçmen sayısı içinde görünmeyen 3.6 milyon kişiyi de eklerseniz, Türkiye’nin göstermelik parlamenter kurumlarına olan güvensizliğin ve inançsızlığın ulaştığı boyutların görünenin de ötesinde olduğu ortaya çıkar. (Daha bir de, benzer bir güvensizlik ve inançsızlık içinde oldukları halde, şu veya bu kaygıyla şu veya bu partiye kerhen y verenler var ki, bunu hatırlatıp geçiyoruz).

Parlamentoda %90 oranındaki büyük tasfiyenin gerisinde, bir tek AKP dışında iktidarı ve muhalefetiyle tüm öteki düzen partilerinin siyasal çöküntüsü var. Bunlar içinde en büyük hezimeti ise doğal olarak hükümet partileri yaşadılar. Ülkenin gerçek çıkarları ile halkın istem ve beklentilerini hiçe sayarak emperyalist merkezlerin istem ve dayatmalarına kölece boyun eğen; bu odaklarla çıkar ve kader birliği içindeki işbirlikçi burjuvazinin sefil çıkar ve ihtiyaçlarını herşeyin üzerinde tutan; üç yılı aşkın bir süredir bu doğrultuda ağır bir sosyal yıkım programı uygulayarak emekçi halk kitlelerini açlığa, işsizliğe ve perişanlığa sürükleyen hükümet partileri, bu büyük suç dosyasının siyasal bedelini ağır seçim yenilgisiyle ödmiş oldular. 18 Nisan seçimlerinde %22 ile parlamentoya birinci sıradan ve adeta yeniden doğmuş olarak girenler, 3 Kasım seçimlerinde %1 ile sonuncu sırada ve tükenmiş olarak ayrıldılar. Hükümetin ana partisi DSP şahsında yaşanan bu çöküş, seçmen kitlelerindeki pasif öfke patlamasının boyutlarını açıklıkla ortaya koymaktadır.

Hükümet partileri kadar parlamentodaki muhalefet partileri de kaybettiler. Hükümet ortağı olma hayalleri kuran ana muhalefet partisi barajın altında kaldı ve bir iç krize girdi. Önceleri Irak’a yönelik emperyalist savaş sırasında ABD’nin hizmetinde bir başbakan olmak arzusunu arsızca dile getiren; bunun olanaklı olamadığını görünce rant ve yağma kapısını tutmak üzere “ekonomiden sorumlu” hükümet ortağı olma hayali kuran Amerikancı Çiller, şimdi partisindeki koltuğunu nasıl muhafaza edebileceğinin hesaplarıyla boğuşuyor.

Muhalefet partilerinin yüzyüze kaldığı bu akıbette şaşırtıcı olan bir yan yok; zira zaman zaman kullandıkları demagojik fakat her türlü inandırıcılıktan yoksun söylemlere rağmen gerçekte onların da uygulanan programa, izlenen temel iç ve dış politikalara herhangi bir itirazları, bu çerçevede bir muhalafetleri yoktu. Bu olmayınca da kitlelerin oy desteğini alabilmeleri için ortada bir neden yoktu. Kitlelerin nispeten geri kesimleri bile bunu pratik deneyimleri ve basit sağduyularıyla gördüler ve tüm bu partileri parlamentodan sildiler.

Bunun tek istisnası geçmişinin sorumluluğundan kaçarak yenilenmiş olmak iddiasıyla ortaya çıkan ve rejim karşısında “mağdur”u oynayan AKP oldu. ABD, İMF ve işbirlikçi büyük sermaye çevrelerinin istem, çıkar ve beklentileri karşısında konumu ve tutumu tüm öteki partilerden farklı olmayan, hatta bazı bakımlardan (örneğin ABD’ye uşakça sadakat alanında) onlardan da beter durumda olan Tayyip AKP’si, yeni imajı kadar rejimin “mağdur”u görünümüyle de tutucu seçmen kitleleri için desteklenmesi gereken bir parti olarak algılanabildi. (Bu tepkinin sınırları içinde anlaşılmak kaydıyla, 3 Kasım seçimlerinin kaybedenler kategorisinde aynı zamanda 28 Şubat’ın aktörleri de var.)

Reformist-parlamentarist solda
büyük hüsran

Büyük iddialarla ortaya çıkan ve seçim kampanyasını solun otuz yıl önce terkettiği burjuva parlamenter hayalleri sol adına yeniden yeşertmek kampanyasına çeviren DEHAP bloku da kaybedenler arasında. Seçimlerde barajı kolayca aşarak parlamenter bir güç olacaklarını ve bu sayede olayların gidişatını etkileme konumuna kavuşacaklarını iddia edenlerin ayaklarının yerden kesik olduğu seçim sonuçlarıyla ortaya çıkmış durumda. Şimdilerde yürüttükleri kampanyanın “görkemi”yle teselli bulmaya çalışıyorlar ve seçimlerden önce pek sözünü etmedikleri baskıların sonucu etkilediği bahanesinin arkasına sığınıyorlar. Yürüttükleri kampanyanın gücü ne olursa olsun, bu; tümüyle parlamenter hedeflere dayalı, seçim başarısına endekslenmiş, devrimci sınıf mücadelesi bakışaçısıyla en ufak bir ilgisi olmayan, dolayııyla bunu güçlendirmek bir yana başarısı ölçüsünde zayıflatan bir reformist seçim kampanyasından öte bir şey değildi. Dolayısıyla başarısının ölçüsü de seçimler çerçevesinde ortaya konulan hedeflerdi.

Bu hedefe ise ulaşmak bir yana, yanına bile yaklaşılamamıştır. İktidarı ve muhalefetiyle burjuva düzen cephesinin döküldüğü bir seçim döneminde, Kürt kitlesinin yurtsever duygularla önemli bir destek verdiği DEHAP blokunun aldığı sonuç; yaratılan tüm havaya, sol grup ve çevrelerin önemli bir bölümünün açık ya da örtülü desteğiyle de estirilmeye çalışılan tüm rüzgara rağmen, emekçi kitlelerin ilerici devrimci kesimlerinin parlamenter hayallere itibar etmediğinin bir göstergesi sayılmalıdır.

Soğukkanlılıkla tespit etmeliyiz ki, ilkesiz reformist blokun bu başarısızlığı devrimci açıdan hayırlı bir sonuç olmuştur. Zira DEHAP barajı aşma başarısı, devrimci sınıf mücadelesi açısından (ki bu her gerçek devrimci için biricik gerçek ölçüdür) ilerletici bir sonuç yaratmak bir yana, tersine, Kürt cephesinde İmralı’nın teslimiyet çizgisini meşrulaştırarak, Türkiye cephesinde ise ‘60’ların burjuva parlamenterist hayallerine yeniden güç kazandırarak, devrimci mücadeleye önemli bir darbe olacaktı. Ne var ki toplumsal-siyasal sorunların ağırlaştığı, çelişkilerin çok yönlü olarak keskinleştiği, yığınların parlamenter kurumlara olan inancının gitgide daha çok sarsıldığı bir ortamda sol adına parlamentarist hayallerin meşrulaştırılması kolay değildi. İlkesiz reformist blokun belirgin başarısızlığı bunu gösterdi. (Şimdilik hatırlatmakla yetinelim; blok deneyimi, Türkiye solunun önemli bir bölümünün yaşadığı ideolojik çürümeyi gözler önüne sermek gibi son derece yararlı bir işlev de gördü).

Kaybedenler kervanının bir başka aktörü ise Perinçekçi İP oldu. Düzen ordusunun bu gönüllü çığırtkanlarının aldığı sonuç, önden ortaya koydukları hedef ve iddialarla karşılaştırıldığında, kelimenin tam anlamıyla bir hezimettir. Yıllardır sırtını orduya dayamış bir parlamenter güç ve giderek hükümet ortağı parti olmak hevesiyle yanıp tutuşan; bunun bu kez mutlak olarak gerçekleşeceği iddiasını son bir yıldır bıktırırcasına yineleyip duran; seçmen desteği alabilmek için şoven milliyetçi söylemde MHP ile yarışır hale gelen Perinçekçi parti, aldığı binde 5’lik sonuçla gerçek bir hüsrana uğramış oldu. En aşırı bir subjektivizm ile en kabasından bir aldatmacaya dayanan bu parlamenter güç ve giderek hükümet olma iddiası, ‘95 ve ‘99 seçimlerinin ardından 3 Kasım’da uuml;çüncü kez içler acısı biçimde çökmüş bulunuyor. Bu gerçekte Perinçekçi partinin de siyasal ve moral çöküşüdür. (Bizzat Perinçek’in özel bir çabayla yarattığı beklentiler ve şartlanmalar düşünülürse, seçimlerde yaşanan hezimetin ardından bu partinin de bir iç bunalım ve çözülmeyle yüzyüze kalması muhtemel görünmektedir).

Bir de ÖDP var. Sağa kaydıkça, sosyal-demokratlaştıkça güç olunabileceğini sanan, gerçekte ise böylece kendini adım adım tükenişe götüren bu parti, bu doğrultuda seçimlerde yeni bir darbe almış oldu. Parlamenter bir parti olmaya soyunan, konumunu ve işlevini bu alandan ortaya koyan bu liberal takımı, gerçekte bu alanda hiçbir şans kalmadığını gördükçe yeni çözülmelere uğrayacak ve tümden yok oluş akibetinden muhtemeldir ki mevcut sosyal-demokrat partilerden birine iltihak ederek kurtulmaya çalışacaktır.

AKP’nin büyük açmazı

Görünüşe göre 3 Kasım seçimlerinden başarıyla çıkmış üç parti var. Bunlardan büyük sermaye gücünü şarlatanlık düzeyinde ilkel bir sosyal demagojiyle birleştirerek kitlelerin en geri, en apolitik kesimlerinin belli bir desteğini almayı başaran Uzanlar’ın Genç Partisi’ni bir yana bırakırsak, geriye “tek başına hükümet” partisi AKP ile “tek başına muhalefet” partisi CHP kalıyor.

AKP’nin seçim başarısı sayısal tablo olarak yeterince açıktır. Bu parti geçerli oyların üçte birini ve (öteki partilerin baraj altında kalması sayesinde) milletvekillerinin ise üçte ikisini kazanarak, tüm tahminleri aşan bir seçim başarısı elde etti. Fakat bu gözalıcı başarının kendisi daha bugünden AKP’nin taşımakta gitgide daha çok zorlanacağı bir ağırlığa dönüşmüş durumda. Geçmişinden gelen handikapları ve bu çerçevede sürdürmekte olduğu gizli ya da örtülü niyet ve hesaplar nedeniyle düzenin gerçek yönetici güçleri karşısında zaten fazlasıyla sıkıntılı olan bu parti, şimdi bir de, üçte birlik (toplam seçmen sayısı üzerinden dörtte birlik) azınlık oyuyla parlamentoda üçte iki çoğunluk sağlamak gibi bir yükün ağırlığıylayüzyüzedir.

Üçte bir oy oranıyla üçte iki parlamento çoğunluğuna sahip olmak Türkiye’de yeni bir durum değil; benzer bir sonucu ‘87 seçimlerinde Özal ANAP’ı elde etmişti. Fakat Özal emperyalizmin ve büyük sermaye çevrelerinin has adamıydı ve derin devletle de esaslı bir sorunu yoktu. AKP’nin durumu bu açıdan bir haylı farklıdır. AKP düzenin gerçek yönetici güçleri olan ordu ve “derin devlet” nezdinde fazlasıyla şaibelidir ve halen onlar tarafından bir biçimde kovuşturulan bir partidir. Bu ve benzer nedenlerle, toplam seçmen oyunun ancak dörtte birini aldığı halde üçte ikiyi bulan bir parlamenter çoğunlukla siyasal icraata bulunacak olmak, daha şimdiden bu parti için bir zorluk alanı, gerçek bir sıkıntı kaynağıdır.

Nitekim buna ilişkin tartışmalar daha seçimin ertesi gününden itibaren kendini göstermeye de başladı. Bir yanıyla doğallık taşıyan bu tartışmalar, bir başka yanıyla AKP’nin hareket kabiliyetini daraltmak ve onu bunaltıcı bir denetim altında tutmak niyetlerine dayalıdır. Bundan böyle parlamentoda “derin devlet”in sözcüsü olarak de göreceğimiz Deniz Baykal’ın daha ilk günden itibaren “rejimi zorlamamak”, “toplumu germemek”, “Türkiye’ye yeni sıkıntılar yaratmamak” üzerine AKP’yi hedef alan söylemleri bunun bir ifadesi ve yansımasıdır.

AKP, temsildeki bu “adaletsizliği” emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkar, istem ve ihtiyaçları doğrultusunda kullandığı sürece bir sorun olmayacaktır. Sorun olmak bir yana, burjuvazi ve onun adına düzenin gerçek yönetici güçleri bunu bir imkan olarak gereğince değerlendireceklerdir. Halihazırda AKP’nin tek başına iktidarının sağlayacağı “siyasal istikrar” olanağı üzerine içerde ve dışarda dile getirilenler, büyük sermaye çevrelerinin ve borsanın seçim sonuçlarını selamlayan tutumları, bunun dışa vuran ilk göstergeleridir.

Fakat AKP’nin parlamentodaki bu ezici varlığından hareketle kendisinin dinsel gericiliğe dayalı gizli ya da örtülü niyet ve hesapları doğrultusunda adımlar atmaya yeltendiği bir durumda ise, aldığı oy desteğiyle sahip olduğu parlamenter çoğunluk arasındaki büyük fark kendisine özenle hatırlatılacak ve gerektiğinde 28 Şubat türü müdahalelerin meşru ve inandırıcı dayanağı olarak kullanılacaktır.

Bu AKP’nin büyük seçim başarısıyla içine girdiği büyük bir açmazdır. Rejimle tam bir uyum içinde hareket eder, bu arada emperyalizmin ve büyük sermaye çevrelerinin istem ve çıkarlarının uysal izleyici olursa, bu durumda bir-iki yıl sonraki akıbeti 3 Kasım’ın gömdüğü hükümet partilerinden farklı olmayacaktır. Dinsel gerici kimliğinin gerekleri doğrultusunda rejim açısından rahatsız edici adımlara eğilim duyduğu bir durumda ise, rejim bekçileri tarafından örselenecek, gerektiğinde 28 Şubat türü yeni müdahalelerin hedefi haline getirilecektir.

CHP’nin gizlenemeyen başarısızlığı

Deniz Baykal’ın kendi espirili ifadesiyle parlamentoya “tek başına muhalefet” partisi olarak giren CHP’de durum daha farklıdır. CHP’nin AKP türünden sıkıntıları olmak bir yana, bundan böyle o parlamentoda derin devletin temsilcisi ve sözcüsü konumundadır. Bu açıdan parlamentodaki gücünden daha büyük bir siyasal güçle hareket edebilecek olanaklara sahiptir. Baykal, yüzde 45 oy aldığı halde parlamento dışında kalmış partilerin de parlamentodaki sözcüsü olmak gibi bir misyona da soyunduğuna göre, bu onun için ek bir siyasal güç kaynağı oluşturacaktır. Bütün bu açılardan CHP için ortada sorun değil kendi gerçek gücünün çok üstünde olanaklar var demektir.

CHP’nin sorunu başka yerdedir. Herşeyden önce, yüzde 20’ye yakın oy almasına ve parlamentoya 178 milletvekili sokmasına rağmen, gerçekte bu parti de 3 Kasım’ın kaybedenleri kategorisi içerisinde yer almaktadır. Seçim gecesi partide sevinçten çok sıkıntının egemen olması, bu başarısızlığın bizzat CHP tarafından kabulü ve itirafından başka bir şey değildir. Baykal’ın “tek başına muhalefet” esprisinin gerisinde de, seçimler öncesinde ortaya atılan “tek başına iktidar” iddiasında boşa düşmüş olmak gerçeği vardır.

Bir önceki seçimde parlamento dışı kalmış köklü bir parti olarak, neredeyse tüm parlamentoyu, onunla birlikte parlamentodaki sol iddialı partileri tüketen bir kriz sürecinin ardından ancak yüzde 20’lik bir seçmen desteği alması, CHP payına gerçek bir başarısızlığın ifadesi sayılmalıdır. Bu başarısızlığın gerisinde, bu partinin, kitleleri etkilemek için demagojik nitelikte bir sol söylemden bile özenle kaçınması; kitlelere güven vermek yerine ABD’ye, İMF’ye, büyük sermaye çevrelerine ve “derin devlet”e güven vermeyi tercih etmesi vardır. CHP bu doğrultudaki çabalarında ipin ucunu öylesine kaçırmıştır ki, İMF’nin Türkiye’deki memurunu saflarına katmak ve başköşeye oturtmak için haftalar boyu çaba harcayabilmiştir. Bunun mantıksal bir uzantısı olarak, hükümet olması durumunda İMF programını daa kararlı bir biçimde uygulayacağını önden taahhüt etmiştir.

Bu durumda, yıllardır İMF reçetelerinin yıkıcı sonuçlarını yaşayan emekçi kitlelerin, meydanları “Kahrolsun İMF!” sloganlarıyla çınlatan işçilerin ve yoksul halk kitlelerinin böyle bir partiye güven duyması ve ona belirgin bir oy desteği sağlaması için bir neden yoktu ve nitekim olmadı da.

Son olarak ekleyelim ki, genel olarak parlamento dışı kaldığı üçbuçuk yıl boyunca ve özel olarak da seçim döneminde kitleleri hiçe sayan CHP, bu tutumunu yeni parlamentoda hepten devam ettirecektir. Onun parlamentodaki misyonu sol ya da emekçi halk kitleleri ile değil ABD ve AB emperyalizmi, işbirlikçi büyük sermaye çevreleri ve laik düzene bekçilik adı altında derin devletle bağlantılı olacaktır.

Amerikancılık’ta eski hükümet aşılacak

3 Kasım’ın gömdüğü hükümet ve parlamento son elli yılın en Amerikancı hükümeti ve parlamentosu olarak tarihe geçti. Fakat yeni hükümet ve parlamento bu alanda selefini aşacak gibi görünmektedir. Bu çerçevede denilebilir ki, 3 Kasım seçimlerinde en kazançlı çıkanların başında bizzat ABD gelmektedir. Zira hükümeti ve muhalefetiyle Amerikancı çizgide davranmayı önden taahhüt etmiş bulunan bir parlamento bileşimi ile yüzyüzeyiz bugün. Gerek AKP gerekse CHP, açıkça beyan ettikleri gibi, İMF programının aynen uygulanmasından yanadırlar. Irak’a yönelik emperyalist savaş kapıda olduğu halde, her iki parti de tüm seçim kampanyaları boyunca buna karşı tek kelime olsun etmemeye özel bir dikkat göstermişlerdir. Bunu onların, ABD’nin Ortadoğu’ya emperyalist müdahalesine verdikleri zimni desteğn bir işareti saymak gerekir.

ABD daha baştan bu durumun bilincinde olduğu içindir ki, Amerikalı yorumcular AKP’nin başarısını gizlenemeyen bir sevinçle karşılamışlardır. Bu şaşırtıcı ya da beklenmeyen bir durum da değildir. “Ilımlı islam” uzun yıllardır Amerika’nın Türkiye için öngürdüğü yeni modeldir ve daha belediye başkanlığından beri Tayyip Erdoğan bizzat ABD tarafından adım adım bu misyona hazırlanmıştır. Başbakanlık, bu olmazsa dışişleri bakanlığı için düşünülen Abdullah Gül, aşırı Amerikancılığı ile tanınmaktadır. Nasıl ki içerde “derin devlet” muhalefetteki CHP için bir güç kaynağı ise, dışarda da ABD AKP için benzer bir dayanaktır. Düzenin gerçek güç odakları karşısındaki zayıflığını bir ölçüde olsun dengeleyebilmek için, AKP Amerikan emperyalizmi ile uyuma çok daha özel biritina gösterecektir. Seçimin hemen ertesi günü Genelkurmay Başkanı’nı uzun bir gezi için ABD gönderen ordunun ABD’yle uyuma gösterdiği özen de gözetildiğinde, AKP için ABD desteği ayrıca bir önem ve anlam kazanmaktadır.

Kitleleri kazanmak için devrimci
sınıf mücadelesi çizgisi

Seçim sonrasında solda yapılan değerlendirmelerde en göze çarpan vurgulardan biri, bunca soruna, yoksulluğa ve hoşnutsuzluğa rağmen solun neden kitlelerin desteğini alamadığıdır. Bu soruyu formüle edenler, solun kendini anlatmakta başarısız kaldığı türünden bir ortak tespit yapmakta ve kendini başarıyla anlatabilmek için de solun mutlaka “değişmesi gerektiği”ni vurgulamaktadırlar. Tüm bu “değişim” ihtiyacı vurgularının gerisinde ise genellikle daha da sağa kayma, ılımlı reformist bir çizgiye oturma gizli niyeti ya da açık çağrısı vardır.

Sorunu böyle koymak, kitlelerin devrimcileşmesi sorununa reformist-idealist bir çerçeveden yaklaşmanın bir yansımasıdır. Devrimcilerin kitlelerle birleşme arzusu ve hedefi devrimci amaçlarla sıkı sıkıya bağlantılıdır ve devrimci temellere oturmak durumundadır. Bu ise ancak devrimci sınıf mücadelesi çizgisi izlenerek, kitlelerle mücadele içinde buluşma çabası harcanarak başarılabilir. Kitlelerin pasif ve edilgen konumdan, dizginleyici düşünce ve alışkanlıklardan, gerici saplantı ve önyargılarından kurtularak değişmesi, dönüşmesi ve sonuçta devrimcileşmesi, ancak pratikte, pratik sınıf mücadelesi içinde ve ancak bu sayede edinilebilen pratik özdeneyimler sayesinde olanaklıdır.

Kitleler böyle bir pratik mücadele sürecinin içine çekilmeksizin, salt propaganda ve anlatmayla, hele de kitleleri pasif bir izleyici ve destekçi durumuna düşüren parlamenter çalışmayla bunun olanaklı olabileceğini sanmak idealist hamkafalılıktan başka bir şey değildir. Bunca yoksulluğa ve hoşnutsuzluğa rağmen kitleler neden solu desteklemiyorlar diye yakınanların durumu tam da budur. Böyleleri, tek başına yoksulluk ve hoşnutsuzluğun kitleleri pekala sosyal demagojiyi başarıyla kullanabilen faşist akımların peşine de takabildiğini, devrimci sınıf mücadelesinin gerilediği bir çok durumda olanın bu olduğunu bilmezlikten geliyorlar.

Kitlelere rahatça ulaşbilmek, kendini onlara sözümona rahatça anlatabilmek adına oportünizmi benimsemek ve oportünist taktikler izlemek, ikinci enternasyonal oportünizminin en temel özelliklerinden biriydi. Fakat bu yol kitleleri zerre kadar devrimcileştirmediği gibi bu yolu tutan partilerde de devrimcilik adına hiçbir şey bırakmadı.

Amaç ve hedef kitlelerle devrimci temeller üzerinde birleşmekse eğer bunun biricik olanaklı yolu devrimci sınıf mücadelesi çizgisidir. Bu basit bir doğrunun dile getirilmesi gibi görünüyor; oysa son seçimler döneminde solun büyük bölümünü saran parlamenter avanaklık bunun hiç de böyle olmadığını yeterli açıklıkta ortaya koyuyor. Bu nedenle oportünizme karşı bu alanda yürütülecek ilkeli ve kararlı bir mücadele girmekte olduğumuz yeni dönemde apayrı bir anlam ve önem kazanmaktadır.