ARSIVANA SAYFA
 
24 Şubat '01
SAYI: 08
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Siyasal istikrarsızlığın ekonomik temeli
Ölümcül krizin sıklaşan nöbetleri
"Devlet krizi"nin dibinde çürümüş ekonomik düzen vardır
ABD saldırganlığının gerisinde sertleşen emperyalist rekabet var!
Bağdat'a emperyalist saldırı
"Tütün reformu" yasalaşıyor!
Kocaeli'nde 18 Mart'ta işçi mitingi var!
Kurtköy Canbaztepe'de gecekondu arzisi üzerine kirli rant hesapları
Diyarbakır erken kararıyor
İTÜ'de boykot var!
Katliamların hesabını sormak için Ulucanlar davasına katılalım!
Yeni zindan genelgesi de devrimci tutsakların direnişi ile parçalanacak!
Dünyada güncel durum/2
Toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliği!
Kadınlar politikaya çekilmeksizin, yığınlar politikaya katılamaz /V.İ.Lenin
Bir eğitim emekçisiyle 8 Mart üzerine...
Emeğin mağduru: Kadın
Direnişçilerin kaleminden
Avrupa'da meydanlar yeniden ısınıyor
Avrupa'daki Türkiyeli ve Kürdistanlı ilerici-devrimci güçlerin ortak açıklama ve çağrısı
Direnişçilerin kaleminden
Basında Nazım Hikmet tartışması
Kapitalizm ve bilimsel-teknolojik gelişmeler
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

“Bir an önce büyüyün çocuklar...
Kavga sizi bekliyor! Umut sizi bekliyor!
Ekmek kavgası ve özgürlük tutkusu sizi bekliyor!”

Hoşgeldin Raşa!

Resul Ayaz

(Ölüm Orucu direnişçisi/TKİP davası tutsağı)

Hoşgeldin dünyamıza. Ne zamandır gözümüz yollardaydı. Daha doğmadan adın hazırdı. Adın gibi soylu bir yaşamın olsun diye sana Raşa dedik. Bir direnişin ortasında doğdun Raşa, geleceğini haber aldığımda senin bize yetişeceğini hiç mi hiç ummazdım. Yoksa biz mi inat edip sana yetiştik? Ne farkeder, sonunda bugün (benim için mutlu bir günde) buluştuk işte.

Annenle epey dolaştın buralarda, ziyaretime geldin. Belki biz konuşurken kulak misafiri oldun. “Ne diyor bu adamlar, niye alınları bantlı” diye şöyle bir bakıp ne olduğunu anlamaya yeltenmiş de olabilirsin. Hiçbir şey duymaman mümkün değil. Yarın büyüdüğünde bunları hatırlamayabilirsin. O zaman sevgili annen sana anlatır. Anlatır bir masal tadında bizim destanımızı. Belki yaşar ve görüşürsek ben de anlatırım. Görüşemeyiz diye ben yine de anlatıyorum. Gerisini sorup öğrenmek sana düşüyor.

Bir güz gecesiydi yola çıktık. Yolun yokuş, menzilin uzak olduğunu biliyorduk. Mataramızda su, çıkınımızda bir tutam tuz ve şeker vardı. Gözlerimizde sevinç, yüreğimizde ışığı getirecek olmanın yakıcı tutkusu. Koyulduk yola bir avuç insan. Birbirimize tutunduk, omuzlarımız yorgun başlara yastık oldu. Yol çetin, karanlık, amansızdı. Geceler ve gündüzler geçtik. Dağlardan, sulardan ve ovalardan geçtik. Gün oldu uçurumlar çıktı yolumuzun önüne. Sonunda karanlıkları yutan yere geldik. Yorgun ve bitkindik. Kollarımızda derman, gözlerimizde fer kalmamıştı. Yine de mutluyduk, ışığı yutan karanlığın evinden çalacaktık artık onu.

Fakat bilemezdik, bize kötü bir oyun oynadığını. Gerçi hazırlıklıydık her türlü savaş hilesine. Elimizdeki feneri alınca bir an şaşırdık. Işıksız, yönsüz kaldık bir süre. Sonra toparlandık, içimizden 28’i birer birer tutuşturdu kendini yüreğimizde taşıdığımız ateşle. Görecektin Raşa, gökten kayan yıldızlar gibi bir bir indiler tepesine karanlıklar evinin. Her biri düşerken ah etmedi, inlemedi. Baktılar yalnızca şöyle son bir defa yeryüzüne ve bir kurşun gibi bıraktılar kendilerini. Geride naraları kaldı. Sandık ki, naraları da onlar gibi parlayıp söndü. Hayır sönmedi, kendi gözlerimle gördüm ben. Bu kez şaşırma sırası ondaydı, kanlı-kirli-karanlık tırnaklarıyla ışık toplarını tutmaya çalışsa da boşuna. Bir kez bütün çirkinliğinle görmüştük onu. Herkes gördü. Ovada, dağda, ormanlarda yaşayan herkes. Gözleri ışıksızlıktan körelmiş herkes gördü ya, bu bizim için büyük bir başarıydı.

Ama henüz bitmedi. Işığı tutmuştuk, ellerimizle dokunmuştuk ona. Kapatıldığı kutudan kurtarmıştık, ama onu insanlara götürmemiz için bir o kadar da yol yürümemiz gerekiyordu. Üstelik yaralıydık, bitkindik tuz, su ve şekerden oluşan erzakımız nerdeyse bitmek üzereydi. Ben yine de sana (...) ışığa dokun (...) Bütün benliğinle (...) sanki içinden kuşlar geçiyormuşcasına ürperiyor, sanki büyük bir kaya gibi dağdan kopuyor, coşuyor insan. Sanki, rüzgar kanatlı bir atla uçuyor, uçuyorsun. Neyse, elimizde ışık düştük yeniden yola. Kayıplardan sonra bir de ihanetle karşılaştık. O da küçük bir karanlık kendi çapında. Arkadan hançerlenmiş gibi acı duyduk. Düştüler sonunda bir safra gibi maceramızdan. Adları karanlıkla aynı hizaya yazıldı.

Geçtiğimiz her yerde ışığımızdan bir parça dağıta dağıta ihtiyacı olanlara yürüdük. Geçtiğimiz yerler samanyolu gibi aydınlandıkça, daha bir şevkle koyulduk işimize. Sonunda ulaşacağımız yerde bizi bekleyenler vardı. Sevdiğimiz insanlar, ekmek gibi, su gibi, hava gibi ışığa ihtiyacı olanlar... Oraya ulaşacağımızı biliyorduk. Sonunda ulaştık mı? Ben sonunu sana anlatmayayım. Çünkü göremedim. Onu sana görenler anlatacaktır. Ama orada büyük bir ateş etrafında halaya durmuş dostların türküleri kulağıma çalınıyor şimdiden.

Sevgili Raşa, nasıl bir dünyaya adım attığını biliyorsun değil mi? Gittikçe kirleniyor, insanlar gittikçe daha mutsuz. Üstelik 6 milyar insanın ezici bir çoğunluğu aç ve yoksul. Evsiz, ilaçsız, okulsuz, susuz ve dahası ışıksız yine.Yani özgürlük hala elde edilmeyi bekliyor o karanlık kafesin içinde. Biz gücümüz yettiğince uğraştık. Belki başaramadık henüz. Bu sizin suçunuz diyebilirsin. Bizi “niçin böyle bir dünya bıraktınız bana” diye suçlayabilirsin. Ama bu gerçeği değiştirmez. Önce bu gerçeği değiştirmek gerekiyor.

Diyeceksin ki hiç yaşamaya fırsat ve zaman olmayacak mı? Yaşamın kendisi bu zaten. Aşk da onun içinde, dostluk da, bazı bazı serserice takılmak da. Ekmek bu kavganın içinde, su bunun içinde. Bir nefeslik temiz hava da, bir avuç yeşil orman da, bir tutam gök mavisi de. Eğer özgürlük kazanılmazsa, bunların hepsi bizlerden alınacak, kirletilecek, yozlaştırılıp çürütülecek. Bekleyip bunu görmek gerekmiyor. Sana şöyle söyleyeyim; eskiden yaşadığım yerler daha güzel, daha temiz, insanlar daha bir insan gibiydiler. Az da olsa onur ve gurur, birbirlerine karşı sorumluluk taşıyorlardı. Şimdi giderek bunları göremez oldum. Sana da önceleri öyle gelecek. Sonra büyüdükçe göreceksin ki, dünyamız, yaşamımız parça parça, adım adım, an be an gittikçe çekilmez bir şeye dönüşüyor.

Sevgili Raşa, senin büyüdüğün topraklar benden çok uzakta. Bir gün o topraklara niçin gittiğinizi de öğrenirsin. Senin asıl yurdun bugün hala cennet kadar güzel olan bu topraklardır. Ben şu an bu topraklardaki bir zindandan yazıyorum bunları sana. Gerçi bütün dünya yurdumuzdur bizim, bütün emekçi-namuslu insanlar kardeşimiz. Ama ben adını bu topraklardan aldığını söylemek istiyorum. Bu toprakların en doğusundaki geleneklerden ve değerlerden. Bir gün bunları inceleme olanağı bulacaksın. O zaman insanlarımızın acıları, yoksullukları ve yarattıkları güzel değerlerle karşılaşacaksın. Belki şaşıracaksın, nasıl olur diye. Çünkü böyle, en güzel değerler hep bir acının, sıkıntının, yoksulluğun ürünü olmuş, onunla beraber boyvermiş. Buna yaşamın diyalektiği deniyor. Sen istersen yaşamın cilvesi de. Biri olmadan diğeri olmamış hiç. Karanlıkla aydınlık gibi. Yaşamla ölüm gibi.

Ve sen şimdi soracaksın, “yahu dayı, bunları bana niye anlatıp kafamı karıştırıyorsun” diye. Şunun için sevgili Raşa; birincisi nedense ismini takmış olmamdan dolayı şöyle düşünüyorum. Ben ölürsem sende yaşayacağım. Dolayısıyla sana -yani ikinci kendime- bazı şeyleri anlatıp hazırlamam gerek seni. Hani ikimiz aynı kişiyiz ya artık. Ondan. İkincisi; yukarıda anlattığım yaşamın cilvesinin senin hayatındaki karşılığına ilişkin küçük bir sır vermek için.

Bir gün büyüyeceksin sevgili Raşa. Yavaş yavaş benliğin, kişiliğin oluşacak. Tıpkı bedenin gibi, ruhun da şekillenecek. Önce ürkeceksin bundan. Zira o ana kadar, kendini annenin, babanın belki evinizdeki kedinin, oyun arkadaşının bir parçası gibi görmüş, öyle alışmışsın. Ruhunu farkettiğinde müthiş bir yalnızlık duyacaksın önce. Ruhun dokunacak başka bir ruh, bütünleşeceği bir başka insan ruhu arayacak. Tıpkı şu anda acıktığında ağzının anne sütüne yönelmesi gibi, hep böyle bir arayışı olacak ruhunun. İşte bu aşktır Raşa. Sakın ürkmeyesin, yadırgamayasın. Üstelik kendini şanslı görmelisin. Çünkü herkes aşkı aramaz, çünkü herkeste ruh denen şey yoktur. Ya da varsa bile aşka-hayata bir buğday tanesi kadar bile değer vermeyecek ölçüde sakatlanmıştır.

Ruhun aşkı arayacak Raşa ama bu asla bir insanda, tek bir insanda karşılık bulamayacak. Böyle düşünürsen aldanırsın. Annen güzel ve sağlıklı bir çocuk olduğunu söylüyor, şanslısın. Güzel ve sağlıklı bir kadın ve o kadının ruhuyla ısınacaksın. Ama dediğim gibi bu henüz aşk değil. İkiniz de yeterli olmadığınızı anladığınızda başlayacak asıl macera. Ruhunu ellerine alıp biçimleme isteği duyacaksın. Özgürlük olmadan asla ona ve aşka biçimini veremezsin. Çünkü özgürlük aşka biçim veren çekiçtir. Hayatsa örsüdür onun. Çekiç darbelerinin altında acı çekecek ruhun. Örsün sert yatağında bir türlü rahat edemeyecek önceleri. Zamanla alışırsın, alışacaksın acıya. Ama tek başına alışmak yetmeyecek. Daha fazla bir şey gerekecek bu aşamada. Ruhuna şekil vermek denen şeyin, yalnızca kendinle, biricik sevdiğinle sınırlı olmadığını göreceksin. O zaman, tıpkı ruhun gibi koca bir dünyayı özgürlük çekicinin altına alman gerekecek. Ona biçim vermekse hiç de ruhun kadar kolay değil. Üstelik bu uğraşıda başarı, mutlak zafer denen bir tatminkar noktaya ulaşamayabilir, ya da bunu göremeyebilirsin.

İşte Raşa, seni macerandan önce haberdar edeyim istedim. İlkin bir Roza bulman gerekecek tabii kendine. Adı kadın olan herhangi bir karşı cins (komşu cins demek lazım aslında) Roza değildir, sakın unutma. Ruhunu arayan elleri özgürlük çekiciyle buluşmuş, dünyayla cebelleş olmuş bir insandır o da. Onu nasıl mı bulacaksın? Valla ben bilemem o kadarını kendin halledeceksin. Peki yine sana küçük bir sır vereyim: Onu herhangi bir meydanda, okulda, işyerinde ya da sokakta mutlaka ama mutlaka bir şeylere itiraz eden, kafa tutan, olmadık sorular soran, küçük mutluluğuna sırt çevirip dünyanın bu haline mutsuzluk duymaktan korkmayan bir kişilik ve kimliğe yakın biri olarak bulacaksın belki. Belki, sessiz sessiz yürürken bir yolda, insanların günlük telaşına anlam vermezken. Belki düşünde bir kurşunla çarpışırken bir savaşta, mevzisini savunurken. Belki... artık bilemiyorum.

Sevgili Raşa, sana tekrar hoşgeldin diyorum. Mektubumun sonuna yaklaşıyorum. Belki yarın zaman bulursam bir şeyler eklerim. Eklemeyi isterdim. Ama biliyorsun, çabuk yoruluyoruz artık. Gerçi seninle söyleşmek bir zevkti. Kimbilir, konuşursak ne büyük keyif alırdık. Olur, o da olur. Seni de karşıladık ya, zaferi artık daha kolay karşılarız. Şimdilik hoşçakal diyorum. Ve bir an önce büyümeni-büyümenizi bekliyorum. Dünyanın güzel ve namuslu, yiğit ve cesur çocuklara ihtiyacı var. (Zeki olacağını bildiğim için onu kasıtlı olarak eklemedim.) Bir an önce büyüyün çocuklar... Kavga sizi bekliyor! Umut sizi bekliyor! Ekmek kavgası ve özgürlük tutkusu sizi bekliyor! Hiçbir şeyin daha fazla kirlenmeye tahammülü kalmadı.

Seni ve bütün yeğenlerimi hasretle öpüyor, kucaklıyorum. Hoşçakal Raşa.

Dayın Resul
Şubat ‘01



Bizim şahsımızda teslim alınmak istenen insanlık onurudur;

Onurumuzu çiğnetmeyeceğiz diyoruz ve yolumuzu yürüyoruz!..

Resul Ayaz

(Ölüm Orucu direnişçisi/TKİP davası tutsağı)

Canım Kardeşim Ş...,

Mektubun (16 Ocak tarihli) geçtiğimiz Cuma geçti elime. Mektubun içindeki iki fotoğraf ile Munzur’un şaheserini aldım.

Bizleri merak ettiğinizi biliyoruz. N..’den ve gazetelerden öğreniyorsunuzdur. Operasyondan kalma yaralarımız kapandı. Yani ondan kaynaklı bir problem kalmadı. Tabi artık 114. gündeyiz ve finale yaklaşıyoruz. Yine de moral olarak ilk başladığımız heyecan ve coşkuyu taşıyoruz.

Hala ayaktayız ve direnişimiz sürüyor. Sonbaharda çıktığımız bu uzun maratonu bahara eriştireceğiz. Daha şimdiden kararlılığımızla, ödediğimiz ve ödeyeceğimiz bedeller, insalık onurunun, insanca yaşanılır bir hayatın bedelidir ve boşa gitmeyecektir. Baksana, savaş tellallarının, kan emici emperyalist-kapitalist sömürücülerin rahatı şimdiden kaçtı. Daha 10 yıl geçmeden kendi yarattıkları yıkım ve talan tablosundan ürktüklerini dile getiriyorlar. Tedbir, tedbir diye bağırıp duruyorlar. Sözümona, vaadlerle, süslü hayallerle yola çıkmışlardı bir kaç yıl önce. Ve şimdi yalnızca insanlığa acı ve sefalet veriyorlar. Tedbir dedikleri de, ezilen milyonların feryadını ve isyanını bastırmak oluyor. Hakkını arayanı susturmak oluyor.

Bu topraklarda tabii ki bedeller daha ağır oluyor. Zira, işbirlikçi hainlerin de tepesinde daha irileri var. Bu talanı kan dökmeden daha fazla sürdüremeyeceklerini biliyorlar. Bu topraklara bağımsız ve onurlu bir yaşam uğruna, emekçilere özgürlüğü kazandırmak uğruna dökülen kanlar, bizim kanımız, asla boşa akmayacak. Tarih önünde haklı ve doğru olanın, üretici ve mazlum olanın zaferi kaçınılmazdır ve uzak değildir.

Bu bilinçle direniyoruz. Bizim şahsımızda teslim alınmak istenen insanlık onurudur, onurumuzu çiğnetmeyeceğiz diyoruz ve yolumuzu yürüyoruz.

Canım kardeşim, seni görmüş olmaktan dolayı mutlu oldum. Ama dönmen gerekiyordu. Canını sıkma. F..’i ve çocukları göremediğim için üzgünüm. O kadar masrafa ve cefaya değseydi keşke. Bir başka sefere diyorum. Bir başka sefere daha iyi koşullarda görüşmek için kazanmalıyız ve kazanacağız da. Belki göremeyebiliriz, ama buna sonuna kadar inanıyorum.

Ben şu an 3 kişilik hücrede kalıyorum. Haydar ve Hayri’yle beraber. Haydar’ı tanırsın... Kapımız sürekli kapalı. Tecrit koşulları sürüyor. Hala kantinden karşılıyoruz ihtiyaçlarımızı (sigara, kağıt, temizlik malzemesi vb.) ki O’da 10 günde bir geliyor. En temel ihtiyacımız ise su. Buranın musluk suyunu içemiyoruz, ishal yapıyor. En son haftalar sonra yetecek kadar alabildik. B1, (...) hafta aldıktan sonra bırakmış bulunuyoruz. Süreci hızlandırmak için!.. Bunun dışında tek yenilik, günlük gazete alıyoruz (o da hepsini almıyorlar). Mektuplarımız hala geç gidiyor-geliyor. Yani anlayacağın, direnişi zayıflatmaya dönük şeyler. Ama kâr etmiyor...

Günümüz gazete okumakla geçiyor. Çoğunlukla yataktayız. Günde 15-20 dakika havalandırmada volta atıyoruz. Bir de arada bir kağıttan yaptığımız satrancı oynuyorduk. Şimdi onu da bıraktık.

(...)

Yurt dışında gelişen tepkileri basın vermiyor. Ancak ziyaretlerden öğreniyoruz. Dışarıdaki sessizliği bozacak günler yaklaşıyor. Fakat bunu geciktirmek için yeni müdahaleler yapılıyor. (Zorla serum verme vb.) Ama bunun da bir sınırı var. İşte şimdi oraya vardık...

(...)

Canım kardeşlerim, yeğenlerim, yengelerim ve tüm dost ve akrabalarım, belki bu son mektup olur -gerçi erken düşmeye hiç niyetim yok ama azraili de çok koşturduk peşimizden- belki görüşemeyiz. Biliniz ki bu size acı ve keder değil, sevinç ve gurur vermelidir. Onurla taşıyacağınız bir anı, sahipleneceğiniz bir ölüm ve savunulması gereken bir hayat yaşadık, bir mücadelede düşeceğiz biz.

O zaman yeniden buluşmuş oluruz.

Hepinizi kucaklıyor ve öpüyorum.

Kardeşiniz Resul

(Mektuptan çıkardığımız bölümler, özel/ailevi konulara ilişkin pasajlardır/Kızıl Bayrak)



Bilinç, azim ve irade olduktan sonra,
kazanım kaçınılmazdır!..

Şaduman Mutlu

(TKİP tutsağı/Ölüm Orucu direnişçisi)

Sevgili yoldaş,

Sana bir süredir yazmak istiyordum, bunu ancak şimdi yapabiliyorum. Doğal olarak istesen de hemen yapamayabiliyorsun. Direnişin yan sonuçları diyelim...

Görkemli direnişimiz, ayları, mevsimleri devirerek sürüyor. Kararlılığımız ve coşkumuz ise her geçen gün perçinlenmekte. Kaçınılmaz zafere inancımız da öyle. Bedel ödeyeceğimizi biliyoruz. Ama bu bedellerin hiç de boşa olmayacağını bilmek, devrim harcına etinle, kanınla da güç katmak, ayrı bir gönül rahatlığı veriyor bizlere.

Sana mektubumu maraton koşusunun 120. gününde yazıyorum. Bu direniş bir yönüyle de turnusol kağıdı işlevi gördü. Bazılarını yüceltirken, bazılarının alnına utanç damgasını vurdu. Türkiye’de en temel demokratik haklar için dahi nasıl bir duruşa sahip olmak gerektiğinin göstergesi oldu. Reformist kesimin (bazı kişisel ve yerel tutumları dışta bırakırsak) aldığı tutum, demokratik ve insani hakları dahi nereye kadar savunabileceğini de göstermiş oldu.

Bu ülke herşeyden önce çelişkilerin de en keskin olduğu ve her geçen gün de keskinleşeceği bir ülkedir. Dolayısıyla, bazı bedelleri göze almadan hak alınamayacağı gibi politika da yapılamaz, yapılamıyor. Politik arenada ciddiyete ve inandırıcılığa sahip olabilmenin bazı temel gerekleri ve asgari koşulları var. Bugün için salt söylemler üzerinden belli kesimleri etkin altına alsan dahi, mücadele kızıştığında ona uygun bir hatta, duruşa ve politikaya sahip değilsen eğer, yaşam şansın da kalmaz, maddi dayanaktan yoksun bu etkini hızla yitirirsin. Onun içindir ki, reformizmin damarlarını güçlü, etkisi uzun süreli sananlar fazlasıyla yanılıyorlar. Tam tersine, asıl güçlü damarlara biz sahibiz ve bizim geleceği kucaklayacak bir soluğumuz var. Ve bu mutlaka zaman içinde daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır.

Bizim yüzümüz her zaman için işçi ve emekçilere dönük olmak durumundadır. Çünkü işçi ve emekçiler, devrimci bir akım, bir sınıf partisi olarak bizim varlık nedenimizdir. Kaldı ki onca pervasız saldırıya muhatap olan kesim aynı zamanda onlar olduğuna göre, onlardaki rahatsızlığı, öfkeyi doğru bir kanala akıtmak, bunu örgütlemek ve bundan hiçbir zaman yılmamak gerekir. Çünkü biz biliriz ki, verdiğimiz zorlu mücadele birçok özellik ve nitelik istediği gibi sabır da gerektirir. Kısa vade üzerinden değil, ama daha soluklu bakabildiğimizde, yanısıra da günün gereklerini yerine getirdiğimizde, çalışmalarımızın meyvesini er geç ve mutlaka alırız. İnanmak gerekir ki, bu çalışmalarda harcanan hiçbir emek boşa gitmez. Birileri mutlaka bunun karşılığını alır. Belki ortaya geç çıkarabilir, ama sonuçta mutlaka alır.

Emperyalizme kölelik halkasının zincirleri sürekli sıkılıyor. Öyle ki uygulamalar ve ekonominin aldığı hal ve gidişat, düzen cephesinin kimi kesimlerinde dahi hoşnutsuzluk ya da sıkıntı yaratıyor. Tabi ki onlar emekçilere daha fazla ödettirmek peşindeler. Fakat bu hız kazandırılan uygulamaların sonuçları içlerinden bazılarını sıkıntıya sokmakta, diğer bazılarını ise kaygılandırmaktadır.

Ve artık gündemde giderek daha çok baskı ve terör uygulamaları ön plana çıkıyor. Çünkü hala korkulara oynuyorlar ve emekçiler cephesinde birlikte davranmanın önüne geçmek istiyorlar. Zaten işin özünde ve bize uygulananların arkasında tam da bu mantık var. Ama hep söylediğimiz gibi, asıl hesapları kitleler, işçi ve emekçiler üzerinedir.

Bizler devrimciler olarak gereken yanıtı verdik. Vermeye de devam ediyoruz. Biz şu anda ışığa doğru yürüyoruz. Şarkının sözleri gibi: “Yollar ölmeye değer ışık varsa sonunda”

Sevgili yoldaş, insan hiçbir zaman umudunu yitirmemelidir. Bizim en büyük düşmanımız umutsuzluktur. En karanlık dönemlerde dahi umutlu olmayı bilmek gerekir. Bazı insanlar kolayca umutlarını yitirebilir. Ya da kitleler umutsuzluğa kapılabilirler. Çünkü onların kapılmalarının aynı zamanda doğal bir mantığı da var. Çünkü henüz kendi güçlerinin bilincinde değiller. Oysa ideolojik donanım, ki devrimcilerde bu var, tek başına bir umut kaynağıdır. Umudun kendisidir aynı zamanda. Dolayısıyla bizlerin umutsuzluğa düşmesi için hiçbir neden olamaz. Bilinç, azim ve irade olduktan sonra, kazanım kaçınılmazdır.

Mektubumu bitirirken, seni ve tüm dostlarımı ve yoldaşlarımı direnişimizin sıcaklığı ile kucaklarım.

Devrimci selamlarımla...

Şaduman Mutlu
19 Şubat 2001