ARSIVANA SAYFA
 
17 Şubat '01
SAYI: 07
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Yıkıma karşı birleşik mücadele cephesini örelim!
Kazanmak ve ihanete geçit vermemek için TİS komitelerini örgütleyelim!
Sendika ağaları İMF dayatmalarının altına imza attılar!
"Ekonomi zirvesi"ndeki "feryadın" arka planı
Tutsak yakınlarının Ankara girişiminden notlar
Yasaklamaya rağmen 1500 kişilik protesto eylemi
Kürt halkına karşı yeni bir kirli savaşın işaretleri çoğalıyor
İktidar yeniden gözaltında kaybetmeye başladı!
Sistem çürüyor emekçiler yürüyor!
Ermeni soykırım yasasına Türk sermayesinin tepkileri
Ekim Gençliği'nden
Dünyada güncel durum/1
Ev kadınlarıyla ilgili bir anket çalışmasının sonuçları
Proleter kadın hareketinin görevleri/V.İ.Lenin
Ekvador halkı bir kez daha kazandı
Ölüm Orucu direnişçilerinden mektup
Ölüm Orucu direnişçisi katliamı anlatıyor
Direnişçilerin kaleminden
Ölüm Orucu direnişçisinden yoldaşlarına mektup
Kuşlar uçmayı sürdürüyor...
Türkeş ailesinin miras kavgasıyla ortaya saçılan pislik
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 
Sosyal yıkım saldırısının boyutları büyüyor...

Yıkıma karşı birleşik mücadele
cephesini örelim!


Düzen cephesindeki son gelişmeler, devrim cephesine karşı girişilecek yeni saldırı planlarına işaret ediyor. Fakat dar anlamıyla devrimci hareketi değil, esas olarak işçi sınıfı ve emekçi hareketini de kapsayan bir saldırıdır sözkonusu olan. Zaten, İMF-TÜSİAD yıkım programı olarak adlandırılan ve yaklaşık iki yıldır uygulanmakta olan bir planlı saldırı ile karşı karşıya bulunan ücretli emek açısından, bu yeni gelişmeler ve yeni kararlar, bir bakıma saldırıların yoğunlaştırılması anlamına geliyor. Ancak, özelde geçen hafta düzenlenen ekonomi zirvesi ve burada ortaya konan tablo üzerinden hükümetin aldığı kararlara bakıldığında, işçi sınıfı ve emekçilere, saldırı programında planlananın üstünde ek yükler getirme hazırlığı gözlenebilir.

Geçen haftanın önemli gelişmelerinden biri, ekonomi zirvesi olarak adlandırılan toplantı idi. Belli başlı sermaye örgütlerinin temsilcileri ile hükümet yetkililerini bir araya getiren bu toplantıyı, hükümetin değerlendirme ve karar toplantısı izledi. Onu da, İMF heyetinin program dışı Türkiye ziyareti. Daha doğrusu “olağan” ziyaretin öne alınması.
Bu toplantılar, görüşmeler, değerlendirmeler dizgesinin ortaya koyduğu sonuçları özetlersek;

- Sermayenin istikrar programı sonunda, büyük burjuvazinin orta ve alt kesimlerini de etkilemeye başlamıştır. (Zirvede, en büyük patronların kulübü TÜSİAD dışında, hemen tüm temsilciler krize ilişkin şikayetlerini, yardım ve destek taleplerini dile getirmişlerdir.)

- Ancak bu etkilenme, yıkım programının sahiplerini (İMF-TÜSİAD) ve memurlarını (hükümet) pek ilgilendirmemektedir. Zirve sonrası TÜSİAD’ın ve hükümetin “programdan taviz verilemez/verilmemelidir” yönlü açıklamaları, dile getirilen taleplere yönelik elle tutulur bir girişimin düşünülmediğini göstermektedir.

- Bununla birlikte, programı aksatabilecek bir “iç çatışma”nın önlenmesi (en azından geciktirilmesi) amacıyla bir takım tavizler verilebilir. Fakat tümüyle işçi sınıfı ve emekçilere fatura edilmek şartıyla. Düzen açısından programa zarar vermemenin tek yoludur bu.

Bu fatura meselesi, işçi sınıfı ve emekçiler açısından bu tür gelişmelerin en önemli yanlarından birini teşkil etmektedir. Program baştan sona ücretli emeğin yıkımı ve köleleştirilmesi üzerine kurulduğu gibi, uygulama sürecindeki her sıkıntının ek faturası da sınıfa yüklenecektir.

Haftanın ikinci önemli gelişmesi, bu yeni ek saldırıları kolaylaştıracak bir düzenleme olan, meclis iç tüzük değişikliğidir. Önceki hafta bir milletvekilinin ölümüyle sonuçlanması üzerine “tartışmalı” oturumlara ara veren meclis, geçtiğimiz hafta nihayet kavgayı bırakıp tüzüğü onayladı. Artık işçi sınıfı ve emekçiler, aleyhlerinde hazırlanan her bir yasadan, ancak yayınlanıp yürürlüğe girdikten sonra, hatta uygulanıp zararını gördükten sonra haberdar olacaklar. Yani iş işten geçtikten sonra...

Yeni iç tüzük, yasa ve kararname çıkarma yetkisini neredeyse tek başına hükümet partilerinin elinde toplayan bir özelliğe sahip. Meclisin (muhalefet parti milletvekillerini de kapsayan) büyük çoğunluğunun oyları zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Tartışmalı oturumlarla sürecin uzayıp gitmesini önlüyor. Böylece İMF-TÜSİAD programının uygulanma hızını artırıyor.

Şimdi, ilk sırada ele alınacak ve hızla yasalaştırılacak konuların başında, sosyal sigorta hakkının tasfiyesinde önemli bir adım olan, özel/bireysel sigortacılığın (emekliliğin) teşviki (zorunlu hale getirilmesi) bulunuyor. Bunu, kilit sektörlerdeki özelleştirmelere yönelik yasa ve kararnameler izleyecek.

Öncelikli bir diğer saldırı yasası ise, İMF programında yer alan “kamuda istihdamın azaltılması” kararını, hükümetin “zararlı unsurların temizlenmesi” arzusuyla birleştirecek olan tasfiye kararnamesidir. Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Sezer’in “yasal yolların” denenmesi isteğiyle geri çevirdiği bu kararnameye hükümetin ne kadar önem verdiği, bu tür bir toplu tasfiye için ne kadar “kararlı” olduğu biliniyor. Çünkü İMF uşakları açısından bu, önemli bir mücadele potansiyelinin tırpanlanması, yıkım programının yolunun biraz daha düzlenmesi anlamına geliyor. Tırpanlama konusunda gerektiğinde nasıl sert darbeler vurabileceklerini, F tipi hücrelere karşı görüş açıklayan Tüm Yargı-Sen yöneticilerine yaptıklarıyla göstermiş de oldular. Görevden uzaklaştırmadan sürgünlere, baskınlardan gözaltı ve tutuklamalara kadar, her türlü hukuk dışı yol ve yöntem kullanıldı ve Tüm Yargı-Sen’in sesi kısıldı.

İlgili yasanın değiştirilmesiyle birlikte, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışıp da siyasal süreçlere ilişkin düşüncelerini ifade eden tüm sesler bu kez “hukuka uygun” olarak kısılacak. Ancak bu, tasfiyenin sadece küçük bir kısmını ifade ediyor. Bunu sendikal örgütlülüğün tasfiyesi izleyecek ki, yıkım ve tasfiye programına karşı hiçbir direniş odağı bırakılmasın. Asıl büyük kitlesel tasfiye de bunlardan sonra gerçekleştirilebilecek. Bu arada özelleştirmelerde de önemli mesafeler katedebileceklerini hesaplıyorlar kuşkusuz. Eğer kamu hizmetleri özelleştirilemezse, kamuda istihdamı 300 binlere çekmek sözkonusu olamaz. 2 milyon civarındaki memur sayısının, İMF’nin direktifinde yer alan 300 bin gibi bir seviyeye düşürülmesinin kolay olmadığı düşünülebilir. Ancak, önce devrimcilerin, ardından sendika yöneticilerinin ve üyelerinin tasfiyesine göz yumulduğu taktirde, kitlesel işten çıkarmalara karşı toplu bir mücadelenin örgütlenmesi için imkanların tüketilmiş olacağı, dolayısıyla kitlesel tasfiyelerin engellenemeyeceği açıktır.

Kamu hizmet sektörleri üzerinden verdiğimiz bu örnek, özelleştirme kapsamındaki tüm KİT’ler için geçerlidir. Hatta buralardaki tasfiye için bir sıralama da gerekmemekte, satılan veya kapatılan her fabrikada, toptan işten çıkarmalar anında uygulanmaktadır. Bugüne dek yaşanan örnekler bunu yeterince göstermiştir. Kaldı ki, bugüne dek yaşanan örnekler genelde tek fabrika yerelliğinde kaldığı için etkisi de sınırlı olmuştur. Oysa, sıradaki özelleştirmelerin (Telekom ve enerji başta olmak üzere) ülke çapında gerçekleştirileceği, dolayısıyla tasfiyenin de buna uygun bir yaygınlık ve kapsamda olacağı açıktır.

Enerji ve Telekom gibi KİT’ler ile sağlık ve eğitim gibi kamu hizmet teşekküllerinin özelleştirilmeleriyle ilgili bu kapsam, sadece saldırının boyutlarını değil, daha önemlisi, saldırıya karşı yürütülecek mücadelenin imkanlarını da göstermektedir.

Enerjinin özelleştirilmesi belli başlı santrallerin satışıyla başlatılıyor olsa da, nihayetinde, enerji üretim ve satışının özel sektöre (daha önemlisi uluslararası tekellere) tümden devredilmeye çalışıldığı biliniyor. Bu ise, enerji sektöründeki tüm çalışanların (işçi ve memur) adım adım tasfiyesi anlamına geliyor. Bu tasfiyenin yurt çapında ve satışla paralel biçimde uygulanacağını ise belirtmeye gerek yok. Çünkü konuya ilişkin çalışmaların bir gizliliği bulunmuyor. Böyle olduğu için de, sektörde çalışan işçileri temsilen Tes-İş ve memurları temsilen Enerji Yapı Yol-Sen’in de aralarında bulunduğu bir dizi örgütün oluşturduğu enerji platformu, bugünlerde, enerjinin özelleştirilmesine karşı birleşik bir mücadele için arayışa başlamış bulunuyorlar.

Enerji işkolundaki bu girişim (yer alan örgütlerin yapısı, niyeti, ciddiyeti ne olursa olsun) topun ucundaki tüm sektörler açısından örnek teşkil etmeli. Tabii ki, örgütlü-birleşik mücadelenin zorunluluğunu göstermesi açısından. Ancak sözkonusu girişim, başlangıç açısından anlamlı olmakla birlikte, yeterli değildir. Çünkü enerjinin özelleştirilmesi tek başına enerji işkolunda çalışanların sorunu olmadığı gibi, buralarda gerçekleştirilecek toplu tasfiye ile sınırlı bir saldırı da değildir. Bugünkü toplumda enerji yaşamın temelidir. Enerji sektörünü uluslararası tekellere emanet eden bir toplum, günlük yaşamın somutluğunda da kendini karanlığa mahkum etmiş demektir. Elektrik fiyatının belirlenmesi sermaye tekellerinin vicdanına bırakıldığında, soyguncu bir dağıtım şebekesinin oluşması kaçınılmazdır. Özetle, enerjide özelleştirmeye karşı mücadele, tüm işçi ve emekçilerin doğrudan sahiplenmesi gereken bir mücadeledir. Aynı şekilde iletişim de, sağlık da, eğitim de öyle...

Sonuç olarak; saldırı programının yeni adımları, işçi sınıfı ve emekçileri toptan karşısına alan bir özelliğe sahiptir. Böyle olduğu için de, sermaye sınıfı ve devleti, buna uygun yasalar çıkarmak başta olmak üzere, tüm hazırlıklarını bu bütünlüğü kapsar biçimde yapmaktadır. Burjuva meclis, iş başındaki hükümeti, içerden veya dışardan hiçbir engelle uğraşmadan, sermayenin ihtiyacı olan peşkeş ve saldırı yasalarını hızla çıkarabilecek bir iç tüzükle tahkim etmiş bulunuyor.

Sermaye sınıfının bu hazırlığına, işçi sınıfı ve emekçiler cephesinden benzer bir hazırlıkla, sınıfsal bir toplu karşı duruşun örgütlenmesiyle yanıt verilmesi gerektiği, aksi durumda sınıfsal ve toplumsal bir yıkımdan kurtulunamayacağı ortadadır. Gerek sınıf tabanındaki mücadele potansiyeli, gerek yaklaşan bahar sürecinin doğal atmosferi, gerekse de devrimci tutsakların boyun eğmez direngenliğinin moral üstünlüğü, karşı saldırıyı örgütlemek için, öncü-devrimci güçlerin elinde yeterli imkanları oluşturmaktadır. Sınıf devrimcileri, güç ve olanaklarının, ilişki ve bağlarının durumu ile kendilerini sınırlamaksızın, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde biriken mücadele potansiyelinin açığa çıkarılabilmesi için gerekli olan her türlü yol ve yöntemle sürece yüklenmek durumundadır. Nasıl ki, zindan direnişlerinin zaferi baharı kazanmanın yolunu açacaksa, her ikisini kazanmanın yolu da sınıf mücadelesini yükseltmekten geçmektedir.