ARSIVANA SAYFA
 
10 Şubat '01
SAYI: 06
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
İMF saldırı programı, düzenin zorlanma alanları ve devrimci görevler
TTB Merkez Konseyi açıklaması: "Ölümlere tanıklık yapmak istemiyoruz
Düzenin açmazları, mücadelenin olanakları
"Tekstil patronları saldırıda, sendika bürokratları uzlaşmada sınır tanımıyor!...
"Özgür" savcı ya da "hükümetin itibarı"
Kürdistan'da kontr-gerilla operasyonları sürüyor!
Ölüm Orucu Direnişi'yle dayanışma eylemleri
Öncü işçi inisiyatifi: Sermayenin karşısına bir sınf olarak çıkmanın zamanı gelmiştir!
Sınıf hareketi
Teslimiyet batağı terkedilmeksizin çıkış yolu bulunamaz
Ekim'den...
Direniş,katliam ve sol hareket/3
İHD İstanbul Şubesi: "Ölümleri, sakatlanmaları seyretmek istemiyoruz!"
Düzendeki çürüme ve kokuşmaya ilişkin itiraflar...
Faşist vahşetin ve devrimci direnişin Bayrampaşa cephesi.
Tutsak yakınlarının SAG eylemi
Emeperyalist küreselleşmeye militan kitlesel öfke
Uluslararası hareket
Ölüm Orucu direnişçilerinden mektup
Ölüm Orucu direnişçilerine mektup
Kitap tanıtımı: Haydari Kampı
Devrimci Taktiğin Sorunları
Yok saymak çözüm mü?
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Düzenin açmazları mücadelenin olanakları

Ecevit, “Cezaevleri sorununun çözülmüş olması, geleceğe umutla bakmamıza etken oluyor” demişti yeni yıl demeçlerinin birinde. Cezaevleri sorununun çözüldüğünü iddia edenin durumu, korkusunu bastırmak için mezarlıktan geçen bir insanın ıslık çalmasına benziyor. O da artık çok iyi biliyor ki, cezaevleri sorunu çözülmek bir yana, kendileri açısından daha da ağır bir hal almış durumda. Bundan hareketle “geleceğe umutla bakmak” ise, hücre saldırısının ve katliamın kirli amacını en kaba bir biçimde açığa vurmaktan başka bir anlama gelmiyor.

Ağır bir istikrarsızlığa doğru

Bugün düzen ve devlet, çok yönlü bir bunalım içinde debelenmektedir. Ekonomiden iç ve dış politikaya kadar bir dizi alanda sarsıntı yaşanmaktadır. Daha bir yıl önce çizilen toz pembe tablo, bugün yerini yaygın bir karamsarlığa bıraktı. Bunu artık düzen kalemleri bile itiraf ediyorlar.

Hükümet siyasi ve ekonomik olarak en zor günlerini yaşıyor. Bir dizi alana uzanan bunalımın temelinde kapitalist ekonominin yaşamakta olduğu bunalımın olduğu açıktır. Yıllardır yapısal bunalımın pençesinde kıvranan ekonomiye devresel krizler eşlik etmektedir. Yılın son aylarında yaşanan kriz, sadece finansal alanda değil, etkisini giderek reel sektörde de göstermektedir.

Hükümetin İMF’ye verdiği 18 Aralık tarihli “ek niyet mektubu” çok ağır yaptırımlar içeriyor. Tarımdan bütçeye, vergilemeden sosyal güvenliğe uzanan, uygulanması zorunlu politikalar sıralanıyor. 2001 yılı özelleştirme yılı ilan ediliyor. Şimdiye kadar ihale tarihini verecek kadar ileri giden bu türden bir uşakça bağımlılık mektubu hazırlanmamıştı. İMF teftişi bir aya inmiş durumda. Bağımlılıkta gelinen son nokta bu.

İMF’ye sunulan 3. “ek niyet mektubu”na göre, TBMM’nin yapısal değişiklik içeren tasarıları birkaç ayda yasallaştırması gerekiyor. Bunlar şeker, tütün, elektrik, alkollü içkiler, fonlar, kamu finansmanı ve borç yönetimi yasası, TEAŞ’ın üçe bölünmesi...

Yılbaşında yeni vergiler yürürlüğe girdi. Vergilere yüzde 30’dan yüzde 212’ye varan zamlar yapıldı. Asgari ücretliye aylık yüzde 30 vergi yükü bindirilirken rantiyenin yükü on binde 2.

Niyet mektubu gündemi önümüze tabak gibi koyuyor: Ekonomi dalgalanacak, piyasalar sıkışacak, satınalma gücü daha da düşecek, özelleştirmeler; iflaslar; şirket ve banka birleşmeleriyle işsizlik artacak.
Şu günlerde sunulan son niyet mektubu ise, hükümetin tüm emperyalist dayatmalara harfiyen uymadaki uşakça sadakatini gösteriyor.

Sosyal bunalım ve "sosyal patlama" korkusu

Bunlar sadece geleceğe ait öngörüler değil, yaşanan gerçekler aynı zamanda. Örneğin, son 20 yılda meydana gelen intiharlardaki ekonomik nedenlerin oranı 7 kat artış gösterdi, son 2 yıl içinde yüzde 69.3’e yükseldi. Bu çarpıcı rakamlar, yaşamın emekçiler için nasıl katlanılmaz hale geldiğinin çıplak göstergesi. Yaşamın katlanılamazlığının bir yüzü intiharların çoğalması ise, öbür yüzü sınıf ve kitle hareketinin gelişme zemininin genişliği ve derinliğidir. Bu iyimser bir beklenti değildir. Burjuva kalemşörler bile, yılbaşı gecesi Taksim Meydanı’nda toplanan bir grubun Marmara Oteli’ni taşlamasının gerisindeki sınıflararası uçuruma dikkat çekip, “sosyal patlama” uyarısı yaptılar. Düzenin bekçisi polislerin yürüyüşünden bile nem kaparak bu gerçeğe parmak bastılar. Şişli Emniyeti’ndeki intihar eyleminin aynasında, varoşlarda yaşayan Alevi kent yoksullarının sistem için ne kadar büyük tehlike teşkil ettiği gerçeğiyle irkildiler.

Burjuvazi bir yandan herbir olayda devrim korkusunu yaşarken, varlık nedeni olan sömürüyü yoğunlaştırmaktan da geri durmuyor. Örneğin TİSK, ücretlerin düşürülmesinin yanısıra işçilerin yıllardır kazanılmış hakları olan haftasonu tatilinin kaldırılmasını ve çalışma saatlerinin artırılmasını istiyor. Önümüzdeki TİS sürecinde bu kazanımlara el uzatmaya başladı bile. İşçi ve emekçi hareketinin zaafları onlara bu cesareti veriyor.

Sermaye sınıfı ve iktidarı, her vesileyle “istikrar programı”nı kararlılıkla uygulayacağını söylüyor. Ortaya bir irade koyuyor. İşçi ve emekçiler için henüz durum öyle değil. Çünkü iradi kararlılığın gerisinde sınıf bilinci ve örgütlülük vardır. Sınıf henüz bundan yoksun. Ama bu imkana kavuşmasının zemini de genişliyor. İşçi ve emekçiler mevcut burjuva partilerinden uzaklaşıyorlar, ama henüz kendi bayraklarının altında birleşme iradesini de gösteremiyorlar. Yapılan anketlere göre, halkın yüzde 40’ı düzen partilerinden hiçbirine oy vermeyeceğini söylüyor. Burjuva partilerinin en iyileri bile baraj sınırında.

Düzen cephesinde iç çelişki ve dalaşmalar

Sermaye sınıfı ve iktidarının “istikrarı” fay hattı üzerindeki bir konutun istikrarı kadardır. Bu istikrarsızlığı belirleyen etkenlerden biri toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi, diğeri egemen sınıfların kendi iç çelişkileridir. Birçok konuda bugün daha sık karşı karşıya gelmektedirler. Kuşkusuz ipler MGK’nın elindedir. Diğerleri de MGK ile çelişkilerini belirli bir sınırın ötesine götüremiyor. Ama yine de örtülü ya da açık bir çekişmedir gidiyor. 12 Eylül’ün yarattığı statükoyu olduğu gibi sürdürmeye çalışan kesim ile bu statükonun belli bir makyajdan geçirilmesini isteyen kesimlerdir sözkonusu olan. Kuşkusuz her iki kesimin geçişken ve ortak noktaları var. Ama aralarında yönteme ilişkin belli farklar da olduğu açık.

Sözkonusu çelişme, kendini en belirgin bir şekilde “AB’ye uyum” politikalarındaki farklılaşmada gösteriyor. Ecevit Nice Zirvesinde iken Kıvrıkoğlu’nun AB karşıtı demeci, bazı generallerin çeşitli vesilelerle AB karşıtlıklarını dile getirmeleri, bu farklılaşmanın ifadesi. Hükümet ortakları arasında da AB’nin istediği siyasi kriterler konusunda bir mutabakat yok. Bu nedenle hükümet, Ocak ayı sonuna kadar AB’ye sunacağını açıkladığı “Ulusal Programı” geciktirme kararı aldı.

Erken seçim korkusu

Sermaye iktidarı işçi ve emekçilerin düzenden uzaklaşmalarını frenlemek, dahası onları yeniden düzene bağlamak için bir dizi manevraya başvuruyor. Bunlardan biri de “yolsuzluk ve rüşvet operasyonları”dır.

Egemen sınıflar, düzenin aklanmasında birleşirken, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemekten de geri durmuyorlar. “Beyaz Enerji operasyonu”nda olduğu gibi, “düğmeye kim bastı” üzerinden ağız dalaşına giriyorlar ve karşılıklı konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.

FP kapanırsa erken bir seçim gündeme gelecek. Bu durum İMF damgalı yıkım programını uygulamada ciddi bir zaaafiyet yaratacak. Buna kitle tabanlarının oldukça zayıflamış olmasının yarattığı zaafiyeti de eklemek gerekir. Bu yüzden seçim olasılığını göze alamıyorlar. Bu nedenle, FP’nin kapatılmasını önlemek için Anayasa’da parti kapatmayı zorlaştıran bir değişiklik yapmaya çalıştılar. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin sert uyarıları ile karşılaştılar. Aynı uyarıyı Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’ın da yaptığı söyleniyor. Bu durumda hükümet geri adım atarak, Anayasa değişikliği paketini askıya almak zorunda kaldı. Hükümet, “seçim korkusu” ile “rejim uyarıları” arasına sıkışmış durumda.

Dış politikada başarısızlıklar zinciri

Sermaye iktidarı sadece iç politikada değil, dış politikada da zor günler yaşıyor. Koyduğu hedeflere ulaşmasının o kadar kolay olmadığını, zorluklarla yüzyüze olduğunu görüyor. ABD emperyalizmine uşaklıkta sınır tanımamanın ise, sorunların çözümünde kolaylık değil, tersine, yeni zorluklara zemin hazırladığı bilinen bir gerçek.

Dün gürültülü bir propagandayla sunulan Bakü-Ceyhan boru hattı projesi iptal olasılığı ile yüzyüze. ABD’deki strateji analistleri, Bakü-Ceyhan’a karşı İran seçeneğinin daha ekonomik olacağını ifade ediyorlar. Bush kabinesinin enerji bakanı bu projeye soğuk baktığını açıklıyor.

Bakü-Ceyhan projesi konusunda soğuk rüzgarlar Rusya’dan da geliyor. SSCB’nin dağılmasından sonra ilk defa bir Rus devlet başkanı Azerbaycan’a gitti. Putin’le Aliyev, iki ülke arasında çeşitli konularda işbirliğini öngören, Hazar’daki statü sorunu, petrol yataklarının ortak kullanımı ve Bakü deklarasyonunun da yer aldığı 8 anlaşma imzaladı. Azerbaycan’la yakınlaşmaya çalışan Putin’in amacı, Azerbaycan’ın zengin petrol yataklarından pay alabilmek ve Bakü-Tiflis-Ceyhan gibi projeleri egellemek. Türk burjuvazisi bu gelişmeleri kaygıyla izliyor. Putin’in gezi defterinde Azerbaycan’dan sonra Ermenistan var. Rusya İran’la da ilişkilerini sıkılaştırdı. ‘90’lı yıllarda Orta Asya’da ABD taşeronluğuna soyunan Türk burjuvazisinin bu cephede hezimete uğramasının (ki bu aslında ABD’nin hezimetidir) ardından şimdi de Kafkasya’da kaygıyla izlenen bu gelişmeler yaşanıyor.

Türkiye, ABD-İsrail ekseninde yer alması nedeniyle, Ortadoğu’da da hızlı bir tecriti yaşıyor. Örneğin, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliği’ne adaylığı konusunda umduğunu bulamadı, Faslı aday Genel Sekreterliğe getirildi.

Şimdi Türkiye’nin öne çıkardığı en önemli sorun, Ermeni soykırım yasa tasarılarının birçok ülkenin parlamentolarından geçme olasılığı. ABD Temsilciler Meclisi’nden geçmesi son anda önlenen Ermeni soykırım tasarısı, İsrail, Fransa, İngiltere, İtalya, İsveç, Hollanda, İran ve Avrupa Parlamentosu’nda da gündeme geldi. Fransa Meclisi yasa tasarısını onayladı.

Türkiye, Ermeni soykırımının dış politikada yarattığı baskıyı aşmak için, Ermenistan ile “diplomatik temas” geliştirme kararı aldı. Ayrıca Fransa’ya yaptırım uygulamak istiyor. Ancak işi zor. Çünkü cephe sadece Fransa’yla sınırlı değil, birçok ülkeyi kapsıyor. Bu nedenle Fransa’ya yönelik yaptırım politikasında inişe geçme sinyali verdiler. Kuşkusuz hedef bir ülke ile sınırlı olsa idi, şovenist histeri dalgasını yükseltip iç politikada kullanarak kitleleri terörize etmek için iyi bir fırsattı bu. Ama yine de, Fransa’ya yaptırımda geri adım atsa bile, kontrollü bir şovenizm tırmanışı onun için iştah kabartıcı olacaktır. Çünkü sermaye devletinin kitle mücadelesini dizginlemede sarıldığı iki temel araçtan biri şovenizm, diğeri ise dizginsiz faşist baskı ve terördür. Önümüzdeki kritik süreçte, kitle mücadelesinin alacağı seyre de bağlı olarak, bu araçların içiçe kullanılmasına devam edilecek.

Devrimci sınıf mücadelesi için
olgunlaşmakta olan koşullar

Kaba hatlarıyla çizdiğimiz tablo, sermaye iktidarının ekonomiden iç ve dış politikaya kadar bir dizi alanda zor günler yaşadığını ortaya koyuyor. Bu tablo, devrimci sınıf ve kitle hareketinin gelişmesinin nesnel koşullarının epeyce olgunlaştığına işaret ediyor. Ama en kritik sorun, nesnel koşulları değerlendirebilecek olgun bir siyasal devrimci harekette düğümleniyor. Sorun, kitle hareketinin avantajını, dezavantajını, zayıf ve güçlü yanlarını derinlemesine kavramış, kitle hareketinin sunduğu hiçbir imkana dudak bükmeyen, ama bunu abartmayan da, bu hareketin gelişmesi için bilincini, özverisini, kararlılığını devreye sokabilen bir önderlik konumuna, tutumuna ve pratiğine sahip olabilmektir. Bu bir sabır, azim, zamanında ve yerinde refleks sorunudur. İlkelerde netlik ve katılık, fakat taktiklerde esneklik sorunudur. Olaylar karmaşıklaştıkça, işaret edilen bu son yeteneği göstermek daha da önemlidir.

Zindan direnişi suskuluğu parçalayacak bir aşamada

Devlet sistematik baskı ve terörle hücre karşıtı muhalefeti bir ölçüde geriletti. Ölüm Orucu direnişi katliam sonrasında bir suskunluk fesadıyla yüzyüze kaldı, böylece toplumsal tedirginlik ve vicdani sorumluluk yaratan basınç zayıfladı. Ölüm Orucu direnişçilerinin sesi duyulmaz oldu. Kuşkusuz bunun bir sınırının olduğunun görülmesine de sayılı günler kaldı.

Devlet katliamın ardından kitle eyleminin gelişmesini engellemek için gerekli önlemleri aldı. Baskı ve tutuklamalar reformist çevreleri içine alacak şekilde genişletildi. Amaç, sol muhalefeti ve kitleleri tedirginlik ve panik içine sokmak, böylece direnişi yalnızlaştırarak kırmaktır.

Fakat tüm bu çabaların da sınırına gelinmiştir artık. Devlet dayandığı imkanların sınırına, devrimci tutsaklar ise hızla zafere yaklaşıyor. Şehitlerimiz suskunluk duvarlarını hızla yıkacak, durgunluk yerini çok daha güçlü kitle eylemlerine bırakacaktır. Bunun için devrimcilere ve komünistlere büyük bir sorumluluk düştüğü ise açıktır.