Yoğun sis, tüm umutlarını alevlendirip, sevindirmişti Haydarı. Hep bu günü bekliyordu, büyük bir sabırsızlıkla. Günleri nakış nakış işlemiş, getirmişti bugüne. On yıllık acı, özlem ve hasreti. Kolay mı?
Açlık grevinin ellinci gününde olmasına rağmen, sanki dinçleşmişti vücudu. Yerinde duramıyordu. Kah volta atıyor, kah yemekhaneye giriyor. Halsizlikten yatmakta olan arkadaşlarını, son bir kez görmek için, yatakhaneye çıkıyor. Hepsini tek tek kucaklamak, sıkıca sarıp vedalaşmak istiyor, ama yapamıyor.
Yoğun sis, havanın kararmasıyla beraber iki metre görüş alanı vermiyordu. Bu durum cezaevi kulelerinde nöbet tutan askerleri, tedirgin etmiş olacak ki, düdük üstüne düdük öttürüyorlardı. Her öttürülen düdük, içten bir irkilme yaratıyordu Haydarda; korkuyla karışık. Bu duygunun rahatsızlığını hissetmişti ki, içinden:
Korku zayıflığın anasıdır. Başarısızlık doğurur boyuna, ona yüreğimde asla yer yok. diyerek, son hazırlığını yapmaya koyuldu.
Kaçış için gerekli olacak malzemeyi kolaylıkla temin etmişti: Çarşaf ve battaniye. Bunlar vardı zaten koğuşta. Yalnızca çarşafları birbirine dürerek, sağlamlaştırmak ve gergin bir ip haline getirmek kalıyordu. Onu da yaptı. Battaniyeyi düzgünce katlayıp sırtına bağladı, artık gitme zamanıydı. Son bir kez daha seslere kulak verdi. Kule nöbetçilerinin düdük sesleri ritmik tempoda devam ediyordu. Hiç aldırmadı.
Çatıya çıkmakta fazla zorlanmadı. Bulunduğu alanın nöbetçi kulelerine baktı. Hiçbir şey görünmüyordu. Rahatladı. Tahmini olarak iki kulenin arasındaki alanda olduğunu biliyordu. Çatının üzerinde birkaç kiremiti yavaşça çıkarıp üst üste koydu. Açtığı yere, çatı iskeletine çarşafı sıkıca bağladı. İki eliyle birkaç kere gerdirip sağlamlığına emin olduktan sonra, ipi boşluğa doğru sarkıttı. İpin aşağıya varıp varmadığını görmüyordu ama, önceden yapmış olduğu göz kararı ölçüme göre varmış olması gerekiyordu.
İpe sıkıca sarılıp, yavaş yavaş aşağıya doğru inmeye başladı. İpin sonuna ulaşmıştı, ama ayakları yere değmiyordu. Kolları çok yorulmuştu. Bitkin bir haldeydi. Bir an paniğe kapılır gibi oldu. Hemen toparladı kendini.
Kahretsin! Mesafeyi iyi hesaplayamamışım. Kendimi aşağıya bırakmaktan başka çare yok diyerek kendini boşluğa bıraktı. Yere çarpmanın etkisiyle bir süre öylece düştüğü yerde kalakaldı. Konuşma seslerini duyunca irkildi yerinden. Cezaevinin dış duvarına iyice yanaştırdı kendini. Seslere kulak verdi. Bu sesler kulelerdeki nöbetçilerin birbirine sataşma konuşmalarıydı.
Birinci kuledeki nöbetçi, ikinci kuledekine seslenerek:
- Laan oğlum Murattt... diye çağırdı.
İkinci kuledeki nöbetçi de telaşlanarak cevap verdi:
- Ne var leen Zühtü. Ne oldu?
- Bir şey olduğu yok oğlum. Gözlerini dört aç.
- Leen oğlum altı açsam ne olacak. Hiçbir taraf gözükmüyor ki. Burnumun ucunu dahi göremiyorum.
- Olsun, oğlum, sen gene dikkatli ol. Bir vukuat olmasın.
- Len de get işine, ne vukuatı olacak.
- Benden söylemesi oğlum.
Diyerek, kısık bir sesle türkü söylemeye başladı.
Nöbetçilerin karşılıklı konuşmasından bir sorunun olmadığını anladı Haydar. Önünde yalnızca bir engel kalmıştı. Dış duvar ve üzerindeki tel örgü. Sırtındaki battaniyeyi çıkarıp iki kat yaptıktan sonra, tellerin üzerine attı. Duvarın ucuna kadar uzanan battaniyenin ucuna tutunup yukarıya doğru çıktı. Dikenli tellere geçen battaniye, Haydar için iyi bir korunaktı. Tellerin vücuduna batmasını engelleyecekti. Tam tellerin üzerine geldiğinde son bir kez daha etrafa kulak verdi. Herşey çok iyi gitmişti. Birinci kuledeki asker, türküsüne devam ediyordu. Tellerin üzerinden kendini, sürülmüş yumuşak toprağın üstüne attı. Yüzükoyun bir süre toprağın üzerinde kaldı. Hasretle gömdü başını toprağa. Kokusunu derin derin çekti içine. Baş döndürücüydü. Bağırmak geliyordu içinden: Özgürlük, özgürlük, özgürlük! diye.
Ayağa kalktı, bilinmezliğe doğru koşmaya başladı. Koştu... koştu... koştu. Derinden bir ses daha duyumsadı. Kulağa çok hoş gelen bir sesti. Yabancısı değildi bu sesin. Tanıdıktı. Ses gittikçe yükseliyor, yakınlaşıyordu sanki. Birden sarsıldığını farketti. Uyandı. Arkadaşının sevinçli haliyle karşılaştı. Ses devam ediyordu:
Kalk Haydar, kalk. Açlık grevi, taleplerimizin kabulüyle sonuçlandı. Kucaklaştılar.
Mutlu, gururlu ve onurlu...
HOŞÇAKALIN!
Hep mektuplarımızın sonuna yazdık hoşça kalınlarımızı, başa aldık bu kez. Çünkü bu mektubumuzu elveda ile noktalayacağız. Evet, biz gidiyoruz, siz hoşça kalın. Hoşça kalın, anam, yarim, hoşça kal kardeşim, arkadaşım, hoşça kalın dostlarımız, hoşça kalın geride bıraktıklarımız. Hoşça kalın dağlar, ovalar, sokaklar, hoşça kalın deniz, gökyüzü. Sen de hoşça kal kağıt, kalem.
Yaşam yolunun yeni ufaklarına yelken açıyoruz. Devrim yolumuzun yeni bir engelini aşıyoruz. Gidiyoruz, belki bir daha hiç dönmeyeceğiz. Her kilometre taşında birimiz düşecek. Nihai zafere daha yakın mesafeleri göstereceğiz. Sizleri hep sevdik, terk etmek istemezdik. Bizi bu yola koyan size olan sevdamızdır. Hoşça kalın, ölümü bekletmeyeceğiz. Hoşça kalın işçiler, köylüler, memurlar. Hoşça kalın öğrenciler, esnaflar. Hoşça kalın tüm halkımız. Vatanımızı satanlara bir ders daha vereceğiz.
Sizin için öleceğiz. Ölümü bekletmeyeceğiz. İsterseniz yumun gözlerinizi, tıkayın kulaklarınızı... İsterseniz duyun, izleyin bizi. Seyredin hücre hücre eriyişimizi... Anlatın çocuklara masallarda, yıldızlar arasında, yıldızlar gibi kayışımızı... Ama önce hoşça kalın... Belki son vedaya vakit kalmaz. Belki vedalaşmak dar vakitlere sığmaz. Biz gidiyoruz. Bu bizden size son veda...