ARSIVANA SAYFA
 
2 Eylül '00
SAYI: 32
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Emperyalizme karşı mücadelenin bayrağı...
İMF-TÜSİAD hükümeti yeni saldırılara hazırlanıyor!
Cottarelli’nin teftişi protesto edildi
Belediyelerde grev yasağı boşa çıkarılamadı
Ordu, irtica ve KHK
Kapitalizm savaş demektir!
Zorunlu “bağış”a hayır!
Çocuklar ancak sosyalizmde çocukluklarını...
Depremin birinci yılında onbinlerce insan sokaktaydı
Adalet Bakanlığı yetkililerine ve ilgililere açık çağrımızdır!
Bakan yalan söylüyor, Cumhuriyet aklıyor!
Açlık grevini kazanımla bitiren Fehriye Erdal’ın açıklaması
Esnek üretim saldırısı ve işçi sınıfının görevleri
Hücre karşıtı mücadele ve reformist solun güncel konumu
Kolombiya= Vietnam 2000 (mi?)
Almanya’da artan faşist saldırganlık
Mücadele deneyimlerimiz den öğreniyoruz
Komünist militanlardan
parti programı üzerine

Devrimci değerlere saldırı
Bakırçay Havzası Demir-Çelik İşçileri Bülteni’nden
Mücadele Postası
 



 
 
Hücre karşıtı mücadele ve
reformist solun güncel konumu



A. Vural


Devletin F tipi planının ne menem bir şey olduğu açıklığa kavuştu. “Hücre mi-oda mı?” tartışmasının saçmalığı da... Adalet Bakanı’nın hücreleri savunurken kendisini böyle bir saçmalığa başvurmak zorunda hissetmesinin psikolojik savaş teknikleriyle ilgili bir yanı olduğu kadar, “hücre” uygulamasının insanlık dışılığı ile ilgili bir yanı da var kuşkusuz. Kitlelere “ben şu kadar tutuklu ve hükümlüyü hücrelere atacağım” demenin vicdanları acıtan bir güçlüğü var.

Oysa başlangıçta durum bu değildi ve “hukuk profesörü” bakan S. Türk bunu daha açıktan söylüyordu. “Cezaevlerinde devlet otoritesi her ne pahasına olursa olsun sağlanacak”tı! Ecevit böyle savunuyordu Ulucanlar’daki katliamı. Bu “paha”nın ne olduğu Burdur vahşetiyle birlikte daha da netleşti. Katliam ve hücreler!

Ulucanlar katliamının hemen ertesinde devletin estirdiği karşı-devrimci rüzgar, sanıldığı gibi cezaevlerindeki durumdan kaynaklanmadı. Siyasi iktidar bu rüzgarı büyük ölçüde, seçim başarısının da arkasında yatan aynı nedene, Kürt hareketine karşı kazandığı başarıya ve buna bağlı şovenist rüzgara borçluydu. Bugün bu rüzgar büyük ölçüde dağılmış, siyasi iktidar ise emekçi kitlelerin gözünde büyük ölçüde teşhir olmuş durumda.

Bu konjonktür yürütülen kararlı hücre karşıtı mücadele ile birleşince, artık hücreleri bir “devlet otoritesi” sorunu olarak pazarlamak mümkün olamıyor. Böyle olunca da, faşist bakan Türk, bir “liberal hücre politikası paketi” açıklıyor: TMY’nin 16. maddesi değişecek, infaz hakimliği sistemi kurulacak, cezaevlerini bağımsız kurullar denetleyecek. İşte size AB standardında hücreler! Bu devletin güya “bağımsız” olan mahkemelerinin durumu ortada iken, bu infaz hakimliği ve bağımsız kurulların ne anlama geleceğini tahmin etmek hiç zor değil.


Sıkışan devletin yeni manevraları reformist
cephede etkisini gösterdi

Bu “liberal” cezaevi paketini, ardından Emniyet Genel Müdürlüğü’nün psikolojik savaş manevrası izliyor. “Hücre karşıtı faaliyetleri terör örgütleri düzenliyor, aman uzak durun!” mealindeki bu manevra ile birleşen paket, hücre karşıtı saflarda etkisini yarattı. Hücre karşıtı cephenin en zayıf yerlerinden kısmi de olsa bir çözülme görüldü. Reformist partiler ayak sürümeye başladılar. F tipi mücadelesini emekçilerin diğer ekonomik-demokratik talepleri ile birleştirmek adına bulanıklaştırma, belirsizleştirme girişimlerine başladılar bile.

HADEP hücre karşıtı mücadeleyi kendi reformist barış projesinin basit bir eklentisi yapmaya çalışıyor. Diğerleri ise yine kendi reformist ekonomik-demokratik haklar programına eklemlemeye çabalıyor. Kuşkusuz bu noktada söylenecek şey çok. Ekonomik-demokratik haklar mücadelesinin tam da bu sözde liberal hücre politikası paketi ile çakışması düşündürücüdür. Bugün sendikaların başına sanki kendileri çöreklenmemiş de başkaları varmış gibi, hücre karşıtı devrimcilere akıl öğretmeye çabalıyorlar. Pek çok işçi ve kamu emekçisi sendikasının yerel şube yönetiminde yeralan EMEP’lilerin, KESK yönetiminde yeralan ve DİSK içinde etkinliği bulunan ÖDP’lilerin, ne %10 barajına ne de kamu emekçilerine verilen %10’luk sadaka zamlara sesi çıkıyor. Ta ki devletin liberal hücre politikası açıklanana kadar. Bu politika açıklanınca, bunların aklına barajlar ve sadaka zamlar geliyor ve diyorlar ki; “mücadeleyi emek karşıtı politikalara karşı verilen mücadele ile birleştirelim, eğer birleştirmezseniz, bu işin içinde yokuz.”

İşte sözde sınıf politikası, işte sınıf perspektifi! HADEP hala “barış” teranesi okumaya devam ediyor. SİP ise zaten Nazım Hikmet’i tekrar TC nüfusuna kaydettirmenin peşinde. Başını alıp da hücreler türü önemsiz işlere bakacak durumda değil.


PKK’li tutsaklar ve hücre saldırısı

Burada diğer reformist partilerin tutumları yanında öncelikle HADEP’in tutumunu ve bu arada PKK’li tutsakların mevcut konumunu ele alacağız. Bu kısa girişi, hücre karşıtı mücadele ve güçlerin mevcut durumunu kabaca da olsa betimlemek için yaptık.

Kızıl Bayrak’ta KUKM’nin geldiği nokta, barış ve demokratik cumhuriyet programının gerçek içeriği, PKK’nin politik platformu konuları, enine boyuna işlenmiştir. Zorunlu olmadıkça bu konuları tekrardan kaçınacağız. PKK’nin hücrelere ilişkin belirgin tavırsızlığının mevcut politik platformundan kaynaklandığını göstermekle yetineceğiz.

Bilimsel olmayan, ama PKK’nin itiraz etmeyeceği, hatta çok hoşlanacağı bir soruyla başlayalım: “Demokratik cumhuriyet” teorik olarak olanaklı değil midir? Yani tamamen teorik bir düzlemde sorarsak, Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir cumhuriyet olamaz mı? Kuşkusuz, teorik olarak evet, olabilir. Bir başka soru: “Demokratik cumhuriyet”te politik tutsaklar hücrelere kapatılır mı? Teorik olarak, hayır. “Demokratik cumhuriyet”te 12 bin politik tutsak olur mu? Tabii ki hayır, yine teorik olarak... Buradan akıl yürütmemize devam edelim. “Demokratik cumhuriyet” istenir bir şey ve teorik olarak da olanaklı ise, iş, bu olanağı zorunluluğa dönüştürmeye kalmış demek değil midir? Tabii ki yine evet.

Başlangıçtaki soruya verilen yanıt, sonraki soruların yanıtlarını da belirliyor. Ve oradan bugün PKK’li tutsaklar şahsında yaşanan hücreler karşısındaki belirsiz, tavırsız tutuma geliniyor. Bunu anlamak kolay gibi gözükse de, hiç de öyle değil. Çünkü bugün PKK’li tutsaklara bu sorular sorulmuyor, tersine onlara önderlikleri tarafından baştaki soruya verilen yanıtla da tutarlı olmayan, saçmasapan bir akıl yürütme dayatılıyor. PKK’li tutsaklar kendi kendilerine, “eğer hücrelere girerlerse demokratik cumhuriyeti kolaylaştırmış olurlar mı?” sorusunu sormaya zorlanıyor. Yukarıdaki yanıtlardan sonra abes gibi gözüküyor ama, PKK’li tutsakların içinde bulunduğu tavırsızlık, böylesi bir abesle iştigal durumunu ifade ediyor.

Farzedelim, cidden bugün bu ülkedeki en bilimsel program, Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet” programı olsun. Farzedelim bu programın hayata geçmesine de ramak kalmış olsun. Durum böyle dahi olsa, bunun içinde devrimcilerin hücrelere girmesini gerektiren bir sebep var mı? Hücrelere karşı mücadele etmemenin, bırakalım herhangi bir devrimci programı, hangi “demokratik cumhuriyet” programıyla ilgisi olabilir?


“Demokratik cumhuriyet” aşkına tecrit
ve izolasyona razı olun!

Bugün PKK’li tutsaklara alttan alta şöyle bir akıl yürütme pompalanıyor. “Türkiye demokratik cumhuriyete mecburdur. Gerek ülkenin kendi iç dengeleri gerekse de dış zorlamalar, Türkiye’yi böyle bir noktaya getirmiştir. Fakat devlet içinde buna direnen klikler vardır. Savaşta ısrar bu kliklerin güç kazanmasına neden olmaktadır. Barış (yani ateşkes) bu klikler karşısında demokrasi yanlılarını güçlendirmektedir. Devletle gerilimi azalttıkça demokrasi yanlıları güç kazanacak ve demokratik cumhuriyete giden yolun önü açılacaktır. Öyleyse devletle Kürt halkı arasındaki tüm gerilim noktalarında pasifist bir çizgi izleyerek demokrasinin önünü açalım.”

Kuşkusuz bu sözcüklerle ifade edilmiyor, sorun daha usturuplu konuyor, hatta İlkçağ tarihinden, peygamberlerden bile örnekler veriliyor. Demokrasinin erdemlerinden, yeni sosyalizm yorumlarından vb. dem vuruluyor, ama özünde söylenen bu. Ve tüm bu söylenenlere kanıt olarak da, aslında tek bir çarpıcı varsayım öne sürülüyor: “Eğer Öcalan imha edilseydi (yani asılsaydı) Türkiye içinden çıkılmaz bir Türk-Kürt savaşına sürüklenmiş olurdu. Öcalan İmralı’daki barışçıl demokratik cumhuriyet çizgisi ile bu komployu boşa çıkarmış oldu.”

Yani PKK’nin mevcut çizgisi zindanlara yansırken, aslında birbirleri ile çelişen argümanlara dayanıyor. Aslında Öcalan (hadi teslimiyet demeyelim) tam bir pasifizm teorisi yapıyor. Başa dönersek; “demokratik cumhuriyet”in teorik olarak (esasen spekülatif olarak demek daha doğru) olanaklı olduğunu varsaysak bile, teslimiyetçi bir zindan politikasının bunun doğal sonucu olduğunu söylemek, en azından teorik olarak olanaklı değil. Yani siz cidden “demokratik cumhuriyetçi” olabilirsiniz, ama neden hücrelere giresiniz ki? Bu tamamıyla kendisini “demokratik cumhuriyet”le temellendiren bir pasifizm olur.

Kuşkusuz bizim işimiz PKK reformizmine akıl öğretmek değil. Ama mevcut zindan politikalarının “demokratik cumhuriyet” mücadelesinin doğal sonucu olduğunu söylemek, bizzat Öcalan’ın teorik saptamaları ile dahi çelişir. Çünkü; örneğin idam gibi, kültürel haklar gibi, devlet aygıtının bir bölümünün de AB ile ilişkili olarak angaje olduğu konularda gerilim politikasından kaçınarak pasifist bir çizgi izlemek, bu saptamalarla tutarlı gözükebilir. Ama tüm devlet aygıtının angaje olduğu ve AB ile hiç de çelişmeyen hücreler bahsinde, pasifist bir çizgi izlemenin ne mantığı olabilir? Tam bir saçmalıkla yüzyüzeyiz burada.

Bizlere güvenmiyorlarsa PKK’li tutsaklar, hücre ve izolasyonun ne anlama geldiğini, AB standartlarında bir demokratik cumhuriyetle yönetilen Almanya’da hücrelerde tutulan yoldaşlarından ya da o kadar uzağa gitmeden bizzat Öcalan’dan sorabilirler.

Tabii tüm bu saçmalıklar aslında en başta sorulan soru ve bu soruya verilen yanıtla başlıyor. Yani “bu ülkede demokratik cumhuriyet olur mu?” sorusu. Çünkü bu spekülatif bir soru, sadece bir takım güncel ve tarihsel varsayımlara dayanıyor. Tarihin ve hayatın bilimsel ölçütlerine vurulmadıkça, yani içi ülkenin tarihsel ve sınıfsal gerçeği ile doldurulmadıkça, pek çok spekülatif saçmalığa ve pratik olarak da teslimiyete yol açıyor. Ya da pratik plandaki teslimiyet teorik planda spekülasyona yol açıyor ve bu spekülasyon tekrar pratiğe teslimiyet olarak dönüyor. Çünkü direniş de teslimiyet de somut ve pratik şeylerdir, en az Ulucanlar’da yaşamını devletin vahşetine siper eden 10 devrimcinin bedeni kadar somut, en az dağlarda yaşamını devletin Kürt halkına yönelik inkar ve imha politikasına siper eden binlerce gerilla kadar somut.

Aynı mantıkla tarihsel planda şöyle sorular da sorulabilir: Eğer Mahirler, Denizler, İbolar ‘70’lerin başında mücadele ateşini yakmasaydı, acaba Türkiye daha demokratik mi olurdu? Ya da 1917’de Bolşevikler iktidarı almasaydı, acaba Rusya bugün daha demokratik mi olurdu? Öcalan bu soruları Kürt isyanları bağlamında soruyor ve aynı ölçüde saçma yanıtlar veriyor.

Söylemek istediğimiz şu: Öcalan PKK’lilerden salt “demokratik cumhuriyet” çizgisine gelmelerini istemiyor, yanısıra, hiç de “demokratik cumhuriyet” talebinin doğal sonucu olmayan bir pasifizm ve tam teslimiyet istiyor. Hücrelere girmenin tam teslimiyetten başka bir anlamı olabilir mi? Teslimiyet sözüne silah bırakmamış gerillaların varlığına dayanılarak itiraz ediliyor. Peki zindanlarda neye dayanılarak itiraz edilecek? Hücrelere götürülen birkaç kitap, dergi ve gazeteye dayanılarak mı? Resmi PKK çizgisinin bu soruya yanıtı da yine spekülatif: “Genel af”!


“Ayrımsız genel af mı?”
“Zindanlar boşalsın tutsaklara özgürlük mü?”

Kuşkusuz devrimcilerin bu soruya vereceği yanıt tereddütsüz; “Zindanlar boşalsın, tutsaklara özgürlük!”tür. Devrimcilerin sermayenin faşist devletinden af dilemeleri asla sözkonusu olamaz. Af talebi sermayenin faşist devleti ile daha demokratik bir çerçevede uzlaşma talebinin ifadesidir. Diğer talep ise devrimcilerin kitlelere yönelik özgürlük çağrısıdır. Bu bölümde bu iki slogan arasında farklılıklardan çok, “ayrımsız genel af” talebinin arkasında yatan düşünme biçimi ve bunun PKK’li tutsaklar şahsında zindanlara yansımasını ele alacağız.

Şimdi düşünelim. Bu ülkede “demokratik cumhuriyet” olursa (PKK’nin varsayımı bu), devrimci yöntemlerle siyasal mücadeleye gerek kalır mı? Yani, çok daha geniş (sınırsız değil!) söz, basın-yayın, örgütlenme vb. özgürlüğü koşullarında; çok daha genişletilmiş grev hakkı, çok daha genişletilmiş (bu da sınırsız değil!) toplantı, gösteri vb. hakkı koşullarında, bugün devletin yasadışı ilan ettiği devrimci yöntemlerle (gizli örgüt, silahlı propaganda vb.) mücadele etmenin bir gereği kalır mı? Yine PKK’nin varsayımına göre gerek kalmaz. Mücadele artık “demokratik cumhuriyet”in meşru (yani yasal) zeminlerinde yürütülmelidir. Böylesi bir yasal zeminin oluşturulabilmesi için, eski baskıcı zeminde (yani bugünkü demokratik olmayan cumhuriyette) suç işlemiş sayılan politik suçluların da affedilmesi gerekir. Madem “demokratik cumhuriyet” istiyoruz, öyleyse ayrımsız bir genel affı da talep etmeliyiz.

Başta belirttiğimiz temel varsayımı (Türkiye’nin iç ve dış etkenlerin zorlamasıyla AB standartlarında bir demokratik cumhuriyet eşiğine geldiği varsayımı) hatırlarsak, “ayrımsız genel af” talebi doğru olduğu kadar gerçekçi bir taleptir. Hatta bu talep olmaktan çıkmış, artık güncel bir beklenti haline gelmiştir.

Peki “genel af”fın bir zorunluluk haline geldiği koşullarda, binlerce kişi kapasiteli hücre tipi cezaevleri kimler için yapılıyor dersiniz? Herhalde “demokratik cumhuriyet”te uslu durmayacaklar için. Zaten cezaevlerinin sayısı ve kapasitesi de bunu gösteriyor. Yaklaşık 12 bin politik tutsak varken, yaklaşık 3 bin kişilik hücre tipi cezaevi yapılıyor. Bu beklenti koşullarında hücrelere karşı mücadele edilir mi? Elbette hayır. Kuşkusuz böyle ifade edilmiyor, ama başka türlü hücreler karşısındaki pasif tutum, bunun genel af talebiyle bağıntısı açıklanamaz.

Oysa gerçekler hiç de böyle değil. Bu biliniyor. Fakat bilinen gerçeklere uygun davranmak, PKK’li tutsaklara önderlikleri tarafından dayatılan teslimiyeti de terketmek anlamına geliyor. Hücrelere karşı mücadele etmek ile af talep etmek birbiriyle çelişiyor. Ve PKK’li tutsaklar af için de mücadele etmiyor. Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet” programı ve teslimiyete uzanan pasifizm stratejisinin ortasında, tam bir ne yapacağını bilememe hali yaşıyor.

Bütün bu tablo, İmralı’dan itibaren HADEP’in inisiyatif alanını büyük ölçüde artırmış durumda. Bu inisiyatif tamamıyla Öcalan çizgisini ifade ediyor. Hücreler bahsinde HADEP’in tavrı daha net. HADEP genel af ve idama hayır talebini sözel olarak da olsa dile getiriyor, ama hücreleri sözel planda dahi daha az dillendiriyor. Politikasını tamamıyla bir af beklentisi üzerine oturtuyor. “Barış” ve “demokratik cumhuriyet” ekseninde yürüttüğü politikalarında, henüz hücreler somut anlamıyla farkedilebilmiş değil. Hücrelere engel olmak için de, “barış” ve “demokratik cumhuriyet” talebini daha fazla yükseltmek gerektiği iddia ediliyor. Ve muhtemelen, yarın hücreler somut olarak dayatıldığında, devrimcilere dönüp; “bakın siz barış çizgisine uygun davranmadınız, bu yüzden hücreler geliyor” deme saçmalığının yolu döşenmeye çalışılıyor.

Aslında sorun ta en başında ortaya çıkıyor. Siyasal perspektifinizi “demokratik cumhuriyet” gibi burjuva demokratik bir platformla sınırlayınca, teorik olarak bunun zorunlu sonucu olmayan bir pasifizm ve teslimiyet gelip kapınıza dayanıyor. Çünkü demokrasi ya da cumhuriyet birer teorik soyutlama olmakla beraber, aslında içi tarihsel koşullar ve sınıflar mücadelesince doldurulabilecek somut gerçeklerdir. Böyle olunca, Öcalan’ın soyutlamalarına teori planında iyimser bir yaklaşım bile mücadele üretmeye yetmiyor. Teorik spekülasyonlar en sonu geliyor, pasifizm-teslimiyet batağına saplanıyor. Çünkü Öcalan, “demokratik cumhuriyet”i 15 yıldır savaştığı somut TC devleti/Türkiye burjuvazisiyle tartışmıyor. Öcalan, kendi burjuva idealist düzlemindeki teorik spekülasyonlarını Kürt ulusal hareketine somut gerçeklermiş gibi dayatıyor, bunlarla Kürt hareketini aldatıp dizginlemeye çalışıyor. Böyle olunca da, somut gerçeklerle, bu gerçeklerle ilgisi olmayan varsayımlara dayalı soyutlamalar birbirine giriyor. Bu varsayımlar somut tarihsel-sınıfsal gerçeklerden tamamen kopuk olduğu gibi, bunlara dayanan soyutlamalar da herhangi bir iç tutarlılık arzetmiyor.

Öcalan’ın varsayımlarına göre, devletin büyük bölümü “demokratik cumhuriyet” ve dolayısıyla bir “genel af” zorunluluğunu görüyor. Öyleyse iş, fincancı katırlarını ürkütmeden, bu zorunluluğu görenlerin gereğini yapmalarını beklemeye kalıyor. Ortamı gerginleştirmek, “demokratik cumhuriyet” karşıtı şahinler kliğinin güç kazanmasına neden olacak sonuçlar doğurabilir, bundan özenle kaçınmak gerekir.

Aslında bu yaklaşım, “ayrımsız genel af” dışında, hücrelerle ilgili hiçbir somut çıkarıma olanak tanımıyor. Aynen devletin sömürü ve baskı politikalarını azgınlaştırmasına ilişkin çıkarımlara olanak tanımadığı gibi. Bu yaklaşımın mezarda emeklilikle ilgili bir somut çözümlemesi ya da açıklaması yok. Sömürünün katmerleştirilmesiyle, başta yoksul köylülük olmak üzere ülke tarımının çökertilmesiyle ya da kamu emekçilerinin sefalet ve örgütsüzlüğe mahkum edilmesi ile ilgili bir çözümlemesi veya açıklaması olmadığı gibi.

Bu yaklaşım, daha önceleri, Kürt halkına yönelik kirli savaşın ülkedeki yoksullaşmanın en baş sorumlusu olduğunu söylüyordu; ve emekçilere dönüp, “daha fazla yoksullaşmak istemiyorsanız, kirli savşa karşı çıkın” demekle sınırlı bir propagandayı emekçilerle birleşmek sanıyordu. Bugün PKK’nin ateşkesi ile birlikte, sermayenin “kirli savaş” harcamaları büyük ölçüde azalmış durumda. Fakat savaş harcamaları da öyle mi? Türkiye’nin savaş harcamaları azalıyor mu? Tabii ki hayır, tersine gittikçe artıyor. Türkiyeli emekçiler zenginleşiyor mu? Tam tersine gittikçe yoksullaşıyor.

Peki bu sorular niçin sorulmuyor PKK saflarında? Çünkü PKK “niçin”i Öcalan’la birlikte tümden İmralı’ya sürüyor ve aslında bu sözcüğü lügatından çıkarıyor. Artık “niçin” de yok. Varsa yoksa “barış” ve “demokratik cumhuriyet” üzerine boş ve dayanaksız spekülasyonlar.

Ulusal sorunun arka planında yatan sınıflar gerçekliğinden uzaklaşıldıkça, gerçek sorulara gerçek yanıtlar vermek de güçleşiyor. Bugün resmi ideolojisi Kemalizm olan devlet, kendisi ile flört etmek isteyenlerde tek nitelik arıyor: Kayıtsız şartsız teslimiyet. Aynen Ulucanlar’da katletmeden önce devrimcilere sorduğu gibi herkese soruyor: Teslim oluyor musun?

“Genel af” bugün için bir mücadele talebi değil, bir beklenti olarak ifade ediliyor. Çünkü “genel af”fın da içinde yeraldığı perspektif, somut bir mücadele programını değil, fakat devlet aygıtının kendi iç çelişkilerinden ya da AB adaylığından kendiliğinden çıkacak bir takım demokratik reformları anlatıyor. Af da buna dahil. Sosyalizm denildiğinde demokratik cumhuriyet, mücadele denildiğinde barış deniyor. Sonuç pasifizm ve teslimiyet oluyor. Aynı söylem kendini hücreler bahsinde de gösteriyor. “F tipi geliyor” denildiğinde, “ayrımsız genel af”; hücre karşıtı mücadele dendiğinde, barış ve demokratik cumhuriyet söylemi öne sürülüyor.


“Genel af” talebine devrimcilerin
yaklaşımı ne olmalı?

Bugün devrimci saflarda, hücrelerin salt devrimci tutsaklara dönük değil, fakat sınıfsal saldırı programının bir parçası olarak gündeme geldiği gerçeği büyük ölçüde kavranmış durumda. Hücreler, toplumsal yaşamın tüm alanlarına dolaylı ya da dolaysız etkide bulunacak kapsamda, geniş etki alanına sahip bir saldırı. Bu saldırının bertaraf edilmesi de aynı kapsamda bir başarı anlamına gelecek devrimciler için. Dolayısıyla tüm mücadele alanlarında o alanın güncel hedeflerinin hemen yanında, değişmez bir hedef olarak, hücre saldırısını püskürtme hedefinin de yer alması gerekiyor. Bunu bulanıklaştırmaya dönük reformist manevralara karşı uyanık olmak, hücre saldırısının kapsamı ölçüsünde bir inat ve ısrarı sürdürmek gerekiyor.

Reformist sol “hücre karşıtı mücadeleyi emekçilerin ekonomik-demokratik talepleriyle birlikte ele almak gerek” diyerek, hücre karşıtlığını olmasa da olur ikincil bir talep olarak ele alma ve bulanıklaştırma eğiliminde. Oysa devrimcilerin yaklaşımı emekçilerin her türden ekonomik-demokratik mücadelesine önderlik etmek, hücre karşıtı mücadeleyi bu mücadelenin ikincil bir eklentisi olarak değil, temel ve değişmez bir demokratik talebi olarak ele almaktır. Bu farklılık devrimcilerle reformistleri hücre karşıtı saflarda ayrıştırmaktadır.

Reformistlerin bir yandan hücre karşıtı mücadelenin, diğer yandan kendi pasifizmlerinin basıncı altında son günlerde icad ettikleri “hücre karşıtlığını diğer taleplerin yanında ele alalım, buna ayrı bir yer vermeyelim” demagojisi, ancak iki şekilde engellenebilir.

Bir yandan emekçilerin ekonomik-demokratik talepler etrafındaki mücadelesine önderlik ederek, diğer yandan tüm emekçi mevzilerinde bağımsız bir hücre karşıtı faaliyet örgütleyerek. Bu ikisi birbiriyle çelişmek bir yana, tam tersine birbirini besleyecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Kaldı ki reformistlerin telaşı biraz da bundandır. Bugün hiçbir sendikada öncüler F tipi hücreleri anlatıyor diye emekçiler mücadeleden geri duruyor değil. Kitleleri mücadele saflarından uzak tutan da, onlara F tipi hücrelerin siyasal-insani sonuçlarını anlatmayan da, aynı reformist önderlikler.

Reformizm açısından bu ikisi (kitleleri genel olarak mücadeleden uzak tutmak ile hücre karşıtı mücadeleden uzak durmak) arasında nasıl bir paralellik varsa, aynı paralellik tersinden de var. Birini diğerinin önüne geçirmek, reformistlerin tuzağına düşmek demektir. Hücre karşıtı mücadele emekçilerin ekonomik-demokratik haklar mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Şu farkla ki; bugün Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin güncel öncelikli sorunu hücrelerdir. Hücre karşıtlığı bugün, bu mücadelenin temelidir. Hücre karşıtlığını emekçilerin mücadelesinin ikincil bir eklentisi gibi görmek demek, aslında demokrasi mücadelesinden, aynı anlama gelmek üzere siyasal mücadeleden yüzgeri etmekle eşanlamlıdır.

Diğer yandan, genel af talebinin içinde yer aldığı reformist-pasifist çerçeve çözümlendiğinde, bunun aslında bir mücadele talebi olarak değil, fakat mücadeleden yüzgeri etmenin gerekçesi olarak öne sürüldüğü de görülüyor. Devletin liberal hücre politikasına dayalı karşı atağıyla birlikte, hücre karşıtı safların reformist sol ayağında görülen çözülmenin kimi ayrım noktalarını, kendi etki alanındaki kitlesine birer ilkesel ayrılık noktası olarak takdim edeceği şimdiden öngörülebilir. Devletin karşı atağına hücre karşıtı cephenin de bir karşı atakla karşılık verdiği/vereceği, bunun talepler planındaki açılımının, “TMY’nin kaldırılması, zindanların boşalması, tutsakların özgürlüğe kavuşması” ekseninde olduğu da görülürse, HADEP dahil reformist solun burada öne çıkaracağı nokta, “ayrımsız genel af” talebi olacaktır. Devrimciler ile reformistlerin burada bir ayrışmaya uğradığı/uğrayacağı görülüyor.

Burada devrimciler esas olanın mücadele olduğu bilinciyle hareket etmelidirler. Ayrımsız genel af diyerek de hücrelere karşı mücadele edilebilir, hücreler bağlamında asıl sorun kimlerin mücadele edip etmediğidir. “Ayrımsız genel af” talebi ile “zindanlar boşalsın, tutsaklara özgürlük” şiarı, teorik-politik arka planları itibarıyla temelden farklıdırlar. Çünkü birinin arka planı devrimci mücadeleye, diğerininki ise reformist beklentilere dayanmaktadır.

Fakat burada mücadele ile “zindanlar boşalsın, tutsaklara özgürlük” şiarı arasındaki doğrudan ilişki görülürse, mücadelenin kaçınılmaz bir biçimde tüm mücadele edenleri bu şiara, dolayısıyla da devrimcilere yaklaştıracağı görülecektir. Reformistler “ayrımsız genel af” talebini kitlelere yaydıkları ölçüde değil (ki böyle bir niyetleri yok), kitleleri hücre karşıtı mücadeleden alıkoydukları ölçüde, kendilerini başarılı sayacaklar.

Öyleyse devrimcilerin, bu reformist talep ile devrimci şiar arasındaki farklılığı, HADEP vb. partilerin ortak mücadelenin ilkesel temeli olarak sunma ve bu yolla kendi pasifizmleri adına kendi kitlelerini hücre karşıtı mücadeleden alıkoymak için istismar etme girişimlerini boşa çıkartmaları gerekmektedir. Bugün esas olan, örneğin Cumartesi günleri Galatasaray’a çıkmaktır. Burada “ben ayrımsız genel af istiyorum” diyecek varsa, buyursun desin. Kuşkusuz devrimciler “zindanlar boşalsın tutsaklara özgürlük” diyecekler. Ama ayrımsız genel af isteyenlerin bunu istemelerine de engel olmayacaklar, olmamalılar. Yeter ki onlar hücre karşıtı cephenin kendisini Galatasaray’da ifade etmesini engellemeye kalkmasınlar.