ARSIVANA SAYFA
 
2 Eylül '00
SAYI: 32
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Emperyalizme karşı mücadelenin bayrağı...
İMF-TÜSİAD hükümeti yeni saldırılara hazırlanıyor!
Cottarelli’nin teftişi protesto edildi
Belediyelerde grev yasağı boşa çıkarılamadı
Ordu, irtica ve KHK
Kapitalizm savaş demektir!
Zorunlu “bağış”a hayır!
Çocuklar ancak sosyalizmde çocukluklarını...
Depremin birinci yılında onbinlerce insan sokaktaydı
Adalet Bakanlığı yetkililerine ve ilgililere açık çağrımızdır!
Bakan yalan söylüyor, Cumhuriyet aklıyor!
Açlık grevini kazanımla bitiren Fehriye Erdal’ın açıklaması
Esnek üretim saldırısı ve işçi sınıfının görevleri
Hücre karşıtı mücadele ve reformist solun güncel konumu
Kolombiya= Vietnam 2000 (mi?)
Almanya’da artan faşist saldırganlık
Mücadele deneyimlerimiz den öğreniyoruz
Komünist militanlardan
parti programı üzerine

Devrimci değerlere saldırı
Bakırçay Havzası Demir-Çelik İşçileri Bülteni’nden
Mücadele Postası
 



 
 
Emperyalizme karşı mücadelenin bayrağı
işçi sınıfının elindedir!



İMF’nin bu seferki teftişi 30 Ağustos’a rastladı. Unutan ya da unutmuş görünenler için hatırlatalım. 70 küsur yıldır şaaşalı törenlerle “zafer bayramı” adı altında kutlanagelen 30 Ağustos, asıl anlamını, emperyalist işgale karşı savaşın kazanımını simgelemesinde bulur. Ancak bu yılki törenlerin tablosunun da, atılan nutukların da, anti-emperyalizmle uzaktan yakından ilişkisi/çelişkisi yoktur. 30 Ağustos’un anlamı nedir, sözkonusu zafer kime karşı kazanılmıştır, emperyalizm nedir, bağımsızlık nedir?.. Kutlamalarda bunların hiçbirinden bahsedilmedi, bahsedilemezdi. Hatta mümkün olsa, lûgatlardan emperyalizm sözcüğü dahi silinmek istenecektir.

Generallerin 30 Ağustos nutuklarında, ordunun, “laik cumhuriyetin” kollayıcısı olduğu dillendirilir de, “bağımsız”lık es geçilir. Ama, İMF’nin “kamuda istihdamın 300 binlere çekilmesi” direktifiyle hazırlanan memuru tasfiye kararnamesi hararetle savunulur. “Cumhuriyet devrimleri”nin sadık savunuculuğundan vazgeçemeyen düzen solunun bir türlü görmek istemediği bu durum, ne tarihin bir tekerrürü veya cilvesidir, ne de düzenin bir çelişkisi. İşlemekte olan, sadece tarihin diyalektiğidir.

Tüm burjuva cumhuriyetler, kuruluş aşamasında şu ya da bu oranda ilerici, belirli bir gelişme aşamasından itibaren de gericidirler. Türk devletinin bugünkü durumunu basiretsiz siyasilerle açıklama sığlığı gösterenler için hatırlatalım. Liderler tarihi değil, fakat tarih liderleri yaratır. Türkiye’nin burjuva cumhuriyeti kuruluş döneminin ilerici potansiyelini daha ilk adımında tüketti. O çoktan tarihsel ömrünü tüketerek gericileşmiş, gelişmenin önünde aşılması gereken bir engele dönüşmüş, gelinen yerde ise tümden çürüyüp kokuşmuştur. Bugünün yöneticileri de çürümenin ürünüdürler, onu yansıtmaktadırlar. Bunun dış cephesinde ise emperyalizme yeminli uşaklık vardır. Bu nitelikler, kişiler ya da politikacılarla değil, fakat egemen sınıf ve onun dayandığı düzenle ilgilidir. Türk burjuvazisini ve Türkiye kapitalizmini yansıtmaktadır. Kokuşmuş burjuva cumhuriyetin tüm kurumları ve yöneticileri de bu temele dayanmakta, onun niteliklerini yansıtmaktadır.

Kapitalist gelişmenin belirli bir evresinde ulusal devlet-ulusal pazar burjuvazi için kilit önemdeydi, bu uğurda mücadele yükseldi. Ama Türk burjuvazisi için bu da çok kısa süreli, dahası son derece cılız bir eğilim oldu. O daha zaferin ertesinde emperyalist sermayeye kapılarını ardına kadar açtı ve ülkenin zaten son verilemeyen iktisadi ve mali bağımlılığı, bu temel üzerinde hızla tüm sonuçlarını üretti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise dünya jandarması ABD emperyalizminin güdümüne giren ve NATO’ya katılan ülke, o zamandan beri bir tür yeni-sömürgedir artık.

Dünya ölçüsünde giderek büyüyen, genişleyen, yayılan sermaye için, gelinen noktada “globalizm” ya da sermayenin uluslarüstü birliği ve dayanışması kilit önemdedir. Gerek kapitalist tekeller arası evlilikler, anlaşmalar, örgütlenmeler, gerekse de kapitalist devletler arası birlikler, anlaşmalar vb. bu önemi yeterince vurgulamaktadır.

İşbirlikçi Türk burjuvazisi şimdi de bu sürece uyum adı altında ülkeyi tümden emperyalizme peşkeş çekiyor. Türkiye’de yeni-sömürgeci kölelik yeni boyutlar kazanıyor. İMF ve Dünya Bankası reçeteleri, uluslararası tahkim, özelleştirmeler, enerji politikaları, tarım politikaları, tüm bunlar buna hizmet ediyor. Yağmalanan, tahrip edilen üretici güçlerimizdir, yeraltı-yerüstü zenginliklerimiz ve birikimlerimizdir, havamız-suyumuz-toprağımızdır, emekçi sınıflarımız, emek-gücümüz, toplumsal değerlerimizdir...

Bu yağmaya karşı tüm direniş odaklarını azgın bir devlet terörüyle ezme kararlılığı gösteren egemenlerin tek kaygısının ise, yağmadan kendilerine düşecek payın miktarı olduğu açıktır.

Bu açıklık, “emperyalizme karşı mücadelenin zafer günü” kutlamalarında “anti-emperyalist” ordu kurmaylarının İMF istikrar programını savunma yüzsüzlüğü gösterebilmelerinde de görülebilir. Son cumhuriyet hükümetinin tüm icraatlarındaki “İMF’ye söz verdik” pervasızlığında, emperyalizme (özelde ABD’ye) kararlılık gösterisi için düzenlenen Ulucanlar katliamında, yine İMF’nin ücretleri geriletme direktifleri doğrultusunda getirilen grev yasaklarında da görülebilir. Ancak bu göstergeler sadece görmek isteyenler için açıktır. Yoksa kapitalist devlet, emekçi sınıflar aleyhine emperyalist devlet ve tekellerle yaptığı anlaşmaları gizleyebilmek için tüm becerisini kullanmaktadır. Bu uğurda devlet, hazinesindeki tüm yalan, dolan, iftira, tehdit, şantaj malzemesini ortaya dökmüş durumdadır.

İMF direktiflerinin halka tebligatı görevi hükümetin üzerinde olduğu için, işçi-emekçi kitlelerin bilinci, şimdilik, “İMF uşağı hükümet” sınırında gezse de, elbette bu sınır da aşılacak, kapitalist düzen ve devlet gerçekliği kavranacaktır. Belediye işçilerinin bir süredir İstanbul’da her eyleme taşıdığı, “Toplusözleşme masasında taşeronu değil, İMF’yi görmek istiyoruz” şiarı, bu yönde olumlu bir işaret kabul edilmelidir. Fakat bu, asıl, çağımızda anti-emperyalist mücadelenin başını kimin çekeceğinin/çekmek zorunda olduğunun işaretidir. Bu konuda öncü işçilerin de, “ilerici-demokrat” aydınların da kavraması gereken birinci halka, bu görevin ideolojik gerekliliklerden kaynaklanmadığıdır. Türkiye işçi sınıfı, kitaplarda (bunlar bilimsel çalışmalar olsa da) öyle yazdığı için değil, emperyalist sömürü ve talanın doğrudan ve ilk hedefi olduğu için anti-emperyalisttir.

Uygulanmakta olan İMF istikrar programının; ücretlerin düşürülmesi, özelleştirmelerin (işsizleştirme-örgütsüzleştirme) hızlandırılması, taşeronlaştırma ve esnek üretimin yaygınlaştırılması, sosyal güvenliğin tasfiyesi/emeklilik hakkının gaspı, uluslararası tahkimle toplu-sözleşme düzeninin lağvedilmesi gibi öncelikli maddelerinin, tümüyle ve öncelikle sınıf hareketini hedeflediği ortadadır. Kuşkusuz, program, tarıma ilişkin maddeleriyle yoksul köylülüğü, enerji projeleriyle doğayı ve tüm nüfusu ciddi bir yıkımla tehdit etmektedir. Trakya’da yapılan köylü mitingi, nükleer karşıtı eylemler vb. bu tehdidin belirli düzeylerde görüldüğünün de göstergesidir. Özetle; bir avuç tekelci asalakla (tekelci medya en başta ve sözcü olarak) onların iktidar aygıtı kapitalist devlet erkanı dışında, İMF yıkım programlarını savunan kimse yoktur. Ne var ki, her kesime bir noktasından dokunan program, işçi sınıfına tümüyle dokunmaktadır.

Bu durum, neden, sonuna kadar ve en tutarlı anti-emperyalist mücadeleyi proletaryanın üstlenebileceğini açıklar. Mücadelenin önünü çekme sorumluluğu ise, bu alanda yaşanan tüm sorunlara rağmen, halihazırda, toplumun örgütlü (ve örgütlenme zeminine en fazla sahip) tek sınıfı olmasıdır. Türkiye işçi sınıfı; beş-on metropol ve çevresine toplanmış güçleriyle, kentli kültürüyle, mücadele geleneğiyle, iletişim imkanlarıyla, tüm ülke sathında dağınık durumdaki milyonlarca emekçinin mücadelesine yol gösterebilecek, önderlik edebilecek, onları kendi mücadele bayrağının altında toplayabilecek tek güçtür. Halihazırda bunun sadece potansiyel bir güç olduğu ise, günümüzün acı gerçeği ve sorumluluklarımızın belgesidir. Bu potansiyeli harekete geçirmenin dışında hiçbir çıkış yoktur. Emperyalist-kapitalist yağma ve yıkımı önlemenin hiçbir imkanı yoktur.

Proletaryanın taşıdığı bu potansiyeli ve bugünkü durumunu, kapitalistler proletaryanın güçlerinden çok daha iyi bildikleri için, önceliği, proletaryayı bölmeye-parçalamaya, örgütsüzleştirmeye veriyor. Taşeronlaştırma ve özelleştirme büyük oranda buna hizmet ediyor. Örgütlenme girişimlerinin devlet terörüyle engellenmesi, sendika yönetimlerinin satın alınması-yozlaştırılması-düşürülmesi, mücadele eğilimi gösterenlerin önüne “baraj” çekilmesi hep bunun için.

Proletaryayı örgütsüzleştirme yoluyla öncü misyonundan soyundurma saldırısı, elbette ki, sendikaların tasfiyesi, işyerlerinin parçalanması vb. ile sınırlı değildir. Proletarya kapitalist çağda toplumsal devrimin öncü gücüdür. Bu rolde de temel silahı örgütlülüğüdür. Ama bu kez siyasal örgüt, yani devrimci partidir sözkonusu olan. İşte bu nedenle, proletaryanın her açıdan parçalanması-tasfiyesi, sınıf mücadelesinin her yolla ezilmesi girişimlerine, devrimci örgütlerin her alanda parçalanması-tasfiyesi, devrimci mücadelenin her yolla ezilmesi pratiği eşlik ediyor. İktisadi yıkımın programı nasıl İMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanıyorsa, devrimci sınıfa ve devrimci örgütlere yönelik saldırının programı da yine emperyalistler (esas olarak da ABD ve CİA) tarafından hazırlanmaktadır.

Türk devletinin, hücre uygulamasını “istikrar programının tek güvencesi” ilan etmesi, emperyalizmin bu topyekûn saldırıya nasıl bir ölüm-kalım meselesi olarak baktığını da ortaya koymaktadır. İşin gerçeği de budur. Çünkü gelinen noktada, kapitalist sistemin şu ya da bu uygulaması, şöyle ya da böyle yönetmesi değil, salt varlığını sürdürmesi dahi, devrimci örgütlerin tasfiyesi-devrimci sınıfların sindirilmesine bağlıdır. Bu aynı durumun, tersinden, devrimci sınıf ve örgütler için de bir ölüm-kalım meselesi olduğu açıktır. Fakat yeterince bilince çıkarılabildiğini söylemek mümkün değildir. Sadece sınıf kitleleri açısından değil, devrimciler açısından da geçerlidir bu. Özellikle de, proletaryanın toplumsal devrimde oynayacağı rolün yeterince bilince çıkarılmadığı noktada, devrimci örgütün rolü de yerine oturtulamamaktadır.

Bu, sorunu teorik-programatik olarak çözmüş bulunan devrimci partinin saflarında ise, pratik sorunlar alanında varlığını sürdürmektedir. Komünistler bu sorunu bir an önce aşma görev ve sorumluluğu ile yüzyüzedirler.