ARSIVANA SAYFA
 
2 Eylül '00
SAYI: 32
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Emperyalizme karşı mücadelenin bayrağı...
İMF-TÜSİAD hükümeti yeni saldırılara hazırlanıyor!
Cottarelli’nin teftişi protesto edildi
Belediyelerde grev yasağı boşa çıkarılamadı
Ordu, irtica ve KHK
Kapitalizm savaş demektir!
Zorunlu “bağış”a hayır!
Çocuklar ancak sosyalizmde çocukluklarını...
Depremin birinci yılında onbinlerce insan sokaktaydı
Adalet Bakanlığı yetkililerine ve ilgililere açık çağrımızdır!
Bakan yalan söylüyor, Cumhuriyet aklıyor!
Açlık grevini kazanımla bitiren Fehriye Erdal’ın açıklaması
Esnek üretim saldırısı ve işçi sınıfının görevleri
Hücre karşıtı mücadele ve reformist solun güncel konumu
Kolombiya= Vietnam 2000 (mi?)
Almanya’da artan faşist saldırganlık
Mücadele deneyimlerimiz den öğreniyoruz
Komünist militanlardan
parti programı üzerine

Devrimci değerlere saldırı
Bakırçay Havzası Demir-Çelik İşçileri Bülteni’nden
Mücadele Postası
 



 
 
Devrimci değerlere saldırı


A. S. Kızılkaya


Küba devriminin önderlerinden, Latin Amerikalı Che Guevara’yı 1960 yılında çektiği bir fotoğrafıyla ölümsüzleştiren fotoğraf sanatçısı Alberto Diaz Gutierrez bu fotoğrafın baharatlı votka reklamında kullanılmasına dayanamadı.” (abç.)

8 Ağustos tarihli Radikal gazetesinde yeralan Londra kaynaklı haber bu sözlerle başlıyordu. Haber sol eğilimli bir kalemden çıkmış gibi görünüyor; “çiğ” bir saldırganlık yok. Ne var ki Che’nin ölümsüzlüğünü bir fotoğraf karesine bağlayan bir anlayış, habere konu olan, Che’nin fotoğrafını votka reklamında kullanan anlayıştan özünde farksızdır. Radikal gazetesi Che’yi “Bolivya’ya devrim ihraç ederken” öldürülen, biçiminde tanıtarak, gerçek anlayışını ortaya koyuyor. Zaten farklı bir tutum da beklenemez.

Gutierrez “bu ünlü pozu, Küba’da ABD destekli güçlerin saldırılarına uğrayan bir yük gemisinde ölen 100 Belçikalı için yapılan törende yakalamıştı.” Che, enternasyonalizmi kendi pratiğinde cisimleştiren bir devrimciydi. Devrim neredeyse Che oradaydı; ya bedeniyle, ya yüreğiyle. Che Arjantinli’dir, ama Küba devriminin önderlerindendir. Fotoğraf karesinde yüzündeki 100 Belçikalı için duyduğu acı ve karşı-devrime duyduğu öfkeyle harmanlanan mağrur ifade: İşte Che’yi ölümsüzleştiren bu ifadenin altında yatan devrimci yüreğidir.

Fotoğrafı çeken Gutierrez, reklam şirketini ve fotoğraf ajansını, fotoğrafın tarihi önemini hiçe saymakla suçluyor. Bu suçlama gerçekliğin yanında çok masum kalıyor.


Emperyalist kirli politikanın özü:
Öldüremiyorsan, iğdiş et!

Che’nin kapitalistler tarafından reklam malzemesi olarak kullanılması ilk değil ve son da olmayacak. Bu durumu, kapitalistler herşeyi kâr aracı olarak kullanırlar, biçiminde açıklamak son derece kısır kalacağı gibi, gerçek amacı da gölgelemektedir.

Che’yi öldürmek, emperyalistlerin hep özlem duydukları bir gerçekliktir. Che’yi Bolivya ormanlarında katlettiklerinde, onu öldürdüklerini sandılar. Ama çok geçmeden gördüler ki, Che’nin “bir, iki, üç yetmez, daha fazla Vietnam!” sözü, “bir, iki, üç yetmez, daha fazla Che!” biçiminde dünyanın her yerinde yankılandı.

Öldüremiyorsan eğer, iğdiş et ve ehlileştir! Özellikle ‘90’lı yıllardan sonra ideolojik cephaneliğini eski “devrimci” döneklerinin doldurduğu post-modernizmin tüm değerlerin değersizleştirildiği “düşünce” sistemiyle birlikte, yoğun bir “yücelterek” yok etme kampanyası başlatıldı. Düne kadar adını anmak bile suçken, her yeri Che posterleri, resimleri kapladı. Che’nin devrimci kişiliğine yönelik tüm gerçekler yok sayılırken, onun romantizmi, yakışıklı oluşu öne çıkarıldı. “Asi” gençliğin ilahı James Dean’le aynılaştırılmaya çalışıldı. Ve nihayet reklam malzemesi olarak kullanılmaya başlanması, iğdiş etme, ehlileştirme operasyonunun tamamlanması anlamına geliyor.

Aynı şey farklı bir tarzda Marks için yapıldı. Yine post-modern döneklerin öncülüğünde, sosyalizmin iyi bir şey olduğu, sorunun Stalin ve Lenin’den kaynaklandığı, ama Marks ve Engels’in teorilerinin doğru olduğu türünden sinsi bir saldırıyla, Marks bir toplumbilimciden farksızlaştırıldı. Marks’ın resimlerinin blue-jean reklamlarında kullanılması da aynı saldırının devamıydı.

Türkiye’de de devrimci değerlere yönelik benzer saldırılar sürdürülüyor. Bu saldırı kampanyasında “‘68’ler Vakfı” gibi dönekler kulübünün sermayeye dolaysız bir katkısı bulunuyor. Sözümona Denizleri yüceltiyorlar, savunuyorlar. Ama nasıl? Denizleri, yıkmak için hayatlarını verdikleri sistemin yasaları karşısında aklamaya çalışarak; onları masum, dahası mağdur edilmiş, zavallılar gibi göstermeye çalışarak. Oysa ki Denizler burjuva yasalara göre kesinkes suçludurlar; o yasaları yapanların sömürü düzenlerini yıkmaya cüret etmiş yiğit devrimcilerdir onlar. Bundan daha büyük bir suç mu olur sömürücüler için. Üstelik Denizler, hiçbir zaman sömürücülere karşı masum, suçsuz oldukları biçiminde bir savunuya girişmediler. Tam tersine mahkemelerini tanımayarak, “suçlarını” savundular.

Che’yi, Denizler’i ölümsüzleştiren devrimci kimlikleridir. Burjuvazi onları ancak devrimci kimliklerinden yalıtmayı başarabilirse öldürebileceği bilinciyle hareket ediyor. Bu nedenle, bir yandan “yüceltirken”, öte yandan düzeysiz bir saldırıya geçiyor. Nazım Hikmet’e, Yılmaz Güney’e yönelik sermayenin çanak yalayıcılarının giriştiği küfür kampanyası ile güya Nazım’ı ve Yılmaz Güney’i “savunan” sözde demokrat aydınların tutumu, aynı politikaya hizmet etmektedir. Nazım’ı vatan haini yapan koşullarda hiçbir değişiklik olmadığı halde, vatandaşlığı için yoğun bir kampanya yürütmüşlerdi. SİP yeniden böyle bir kampanyaya başladı. Nazım’ı Nazım yapan devrimci kimliğinden soyundurarak, sadece bir şair düzeyine indiriyorlar. Yılmaz Güney’i ise, filmlerine özünü veren devrimci kişiliği değilmiş gibi, sadece sanatsal üstünlüğüyle öne çıkarıyorlar. Küfre varan saldırılar ve karşılığında geliştirilen savunular belki danışıklı bir döğüş değil, ama öyle olsaydı da, bundan daha fazla hizmet edemezdi sermayenin iğdiş etme politikalarına.


Devrimci değerleri devrimciler savunur

Burjuvazi, katlederek öldürmeyi başaramadığı devrimcilerden, onlarda cisimleşen devrimci değerlerden korkuyor. Çünkü onların birer devrimci değer olarak toprağa düşerek bin açmaları tanık oldukları bir gerçeklik. Bu nedenle onları devrimci kişiliklerinden yalıtarak ehlileştirmek, böylece değersizleştirmek yolunu tutuyor.

Che, Deniz, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney ve diğerleri bizim değerlerimizdir, onları savunmak devrimcilerin işidir. Kaldı ki onların savunulmaya ihtiyaçları da yoktur. Devrimciler mücadeleleriyle kendi değerlerine sahip çıkacaklardır.

Che’yi enternasyonal mücadelemizde yaşatacağız. Denizler’in tanımadığı mahkemeleri tanımamaya devam edeceğiz. Nazım devrime kadar “vatan haini” olmaya devam edecek, ancak devrimden sonra, sosyalist bir Türkiye’nin vatandaşı olacak. Yılmaz Güney’in sanatının altını dolduran onunu devrimci kimliğidir, ona yönelik iğrenç küfür kampanyaları, devrimci kimliğine çarpıp sahiplerine geri dönecek...

Onları devrimci kimlikleriyle yaşatarak, burjuvazinin oyunlarını boşa çıkaracağız. Devrimci değerlerimizi devrim mücadelemizde yaşatacağız...





Bir film...

Garage Olimpia


Film, 1977-82 yılları arasında, Arjantin askeri diktatörlüğünün işçi ve emekçilere ve özellikle de onların öncüleri devrimcilere karşı uygulanan faşist baskı, sindirme ve yoketme politikasından bir kesit sunmaktadır.

Genç bir öğretmen olan Maria sıkı denetim altında olan gecekondu mahallelerine giderek, okuma-yazma bilmeyenlere ders verir. Onlara partiyi de anlatır. Parti ile ilişki içindedir. Özel eğitilmiş ajanların ortalığı sardığı bir dönemdir. Maria yakalanır. Onların evinde kalan, tanıdığı bir ajan tarafından yakalatılır. Sonra, ağır işkencelere uğrar. Yakaladıkları devrimcilere, beyinlerinden özgürlük davasını silmek için ameliyat yaparlar. Bunun üzerine, Maria işbirliğini kabul eder. Arkadaşıyla görüşeceği yerin adresini verir ve arkadaşı da yakalanır.

Bu arada dışarıda annesi onu bulmak için mücadele eder. Karakolların hepsi kendilerinde bu isimde birinin olmadığını söyler. Bu arada tutsak yakını bir bayanla tanışır, arkadaş olurlar.

Filmin bundan sonrası genelde, yakalanan tutsakların konulduğu bir garajın altında geçer. Tutsaklar tek tek hücrelere konulur, hiç kimse ile konuşamazlar, direnenler öldürülür.

Bu döneme dönüp bakarsak, dünyada genel bir hareketlilik olduğunu görürüz. Birçok ülkede anti-faşist, anti-emperyalist devrimci halk hareketleri yükselmiştir. Bu eğilimi bastırmak için egemen sınıf her türlü kirli yöntemi kullandı. Gözaltında katletme, sindirme, birbirine kırdırma gibi. Yıllardır Latin Amerika’da ve Arjantin’de Kayıp Anaları’nın verdikleri mücadele hafızalarda olsa gerek.

Aynı yöntemler, aynı dönemde Türkiye’de de uygulanıyordu. Katliamlar, sokakta kurşuna dizme, gözaltında kaybetme, katletme, cezaevlerinde tutsakları tek tipleştirme gibi.

Bütün bu süreçlerden sonra Arjantin’de tutsakları değişik cezaevlerine nakletme bahanesiyle bir uçağa yükleyip, topluca denize diri diri atarlar. Film de, tam denize atmadan önce, Arjantin’de askeri diktatörlüğün ‘77-82 yılları arasında onbinlerce insanı diri diri denize attığı açıklamasıyla biter.

Günümüz koşullarıyla dönüp kendi ülkemize baktığımızda, hücre saldırısı ile yaratılmak istenenin de böylesi bir ortam olduğunu görebiliriz. Ezilen, sömürülen milyonların öncüsü olan devrimcileri, komünistleri yalnızlaştırıp, savunmasız hale getirdiklerinde, kolayından geri kalan kitleleri sindirmeyi planlamaktadırlar. Görece bir hareketsizlik döneminde hücreleri hayata geçirmektir hedefleri.

Garage Olimpia, birkaç yönden bakıldığında, ya eksik ya da içeriği çarpıtılmış bir filmdir. Birincisi, devrimci tutsakların çok silikleştirilmiş bir tablosu verilmektedir. İkincisi, duygusallığın aşırıya kaçan yönleridir. Bununla birlikte, Garage Olimpia, yukarıda anlatmaya çalıştığımız olayları bize göstermektedir. Bu bakımlardan izlemeye değer bir filmdir.

V. Nidal