ARSIVANA SAYFA
 
2 Eylül '00
SAYI: 32
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Emperyalizme karşı mücadelenin bayrağı...
İMF-TÜSİAD hükümeti yeni saldırılara hazırlanıyor!
Cottarelli’nin teftişi protesto edildi
Belediyelerde grev yasağı boşa çıkarılamadı
Ordu, irtica ve KHK
Kapitalizm savaş demektir!
Zorunlu “bağış”a hayır!
Çocuklar ancak sosyalizmde çocukluklarını...
Depremin birinci yılında onbinlerce insan sokaktaydı
Adalet Bakanlığı yetkililerine ve ilgililere açık çağrımızdır!
Bakan yalan söylüyor, Cumhuriyet aklıyor!
Açlık grevini kazanımla bitiren Fehriye Erdal’ın açıklaması
Esnek üretim saldırısı ve işçi sınıfının görevleri
Hücre karşıtı mücadele ve reformist solun güncel konumu
Kolombiya= Vietnam 2000 (mi?)
Almanya’da artan faşist saldırganlık
Mücadele deneyimlerimiz den öğreniyoruz
Komünist militanlardan
parti programı üzerine

Devrimci değerlere saldırı
Bakırçay Havzası Demir-Çelik İşçileri Bülteni’nden
Mücadele Postası
 



 
 
Depremin birinci yılında
onbinlerce insan sokaklardaydı...

Yeni katliamlar yaşamamak
için örgütlenmeliyiz!



“17 Ağustos depreminin yaralarını sarmak.” ‘99 Ağustos ayında tüm Türkiye’nin sloganıydı bu. Felaketin sorumlusu birkaç müteahhit, birkaç devlet yetkilisi ve birkaç belediye ilan edilmişti. 45 saniyede 45 bin kişinin öldüğü depremden “birkaç”lar sorumlu tutuldu hep, hem de yargılama gereği bile duyulmadan. “Halkımızın bilinçsizliği” de sorumluydu bu felaketten ayrıca.

Sermaye devleti, çürümüş düzenini aklamak için kimi bulduysa gösterdi sorumlu olarak. Oysa “bilinçsiz” halk çok iyi biliyordu tek sorumlunun devlet olduğunu. Enkaz altında can veren onbinlerce, hala yaşama savaşı veren yüzbinlerce insanın işçi, onlar can pazarındayken felaketin rantını yiyenlerinse sermaye sınıfına mensup olması, iyice teşhir ediyordu devletin kime hizmet ettiğini.

Depremden devleti sorumlu tutan bazı sivil toplum kuruluşları 17 Ağustos’un yıldönümünde sorumlulardan hesap sormak için bir dizi etkinlik planlarken, burjuva basında; “Depremin ardından sivil toplum örgütlerinin, aynı felaketin bir kez daha yaşanmaması için başlattığı ‘Depremi unutturmayacağız’ kampanyasına en büyük destek devletten geldi” haberleri yeraldı. Depremle birlikte aç, açıkta ve işsiz kalan onbinlerce işçi-emekçi hala aynı sorunları yaşamaya devam ederken, yeni katliamların hazırlığını yapan devlet, yaşattığı felaketi “unutturmayacağı”nı söylüyor bizlere utanmadan. Bu açıkça ve yüzsüzce, “sizi zaten ölüme mahkum etmiştim, hala ediyorum ve daha da edeceğim” demektir.

Depremin birinci yıl anmasında onbinlerce insan sokaklardaydı. Mitinglerden panellere, insan zincirinden siyahlar giymeye kadar bir dizi etkinlik düzenlendi. Tepkilerin kendilerine yönelmemesi için etkinliklere sözde sahip çıkan ve destekleyen sermaye devletinin amacı, toplumsal muhalefeti dizginleyebilmek, denetim altında tutabilmekti. Bu nedenle birçok protesto eylemi ve pankarta izin vermeyen devlet yetkilileri, burjuva medyanın düzenlediği açık oturumlara birkaç yüzsüzünü göndermekle yetindiler.

Halkın tepkisi oldukça açık ve netti: Devlet, deprem bölgesinde ne yaptı ve toplanan paralar nereye gitti? Depremzedeler bunun hesabını sordular. Bu sorulara hiçbir devlet yetkilisinin verebileceği bir cevap yoktu. Ayrıca buna niyetleri de yoktu. Çünkü devlet, kolluk ve yargı güçleri başta olmak üzere tüm kurumlarıyla halk üzerinde baskı, tehdit ve sindirme politikası uygulayarak bu riski ortadan kaldırmıştı.

Depremzedeler, deprem sonrasında sermaye devletinin sömürü ve yağma düzenini daha net gördüler. Buna rağmen, devletin depremzedeleri bölme politikası işe yaradı. Sorunları ortak binlerce insan bir diğerinin sorununa duyarsızlaştırıldı. Devletin bölgede varlığını hissettirdiği uygulama; baskı, sindirme, tehdit, rüşvet politikaları oldu. Tüm bunlar depremzelerin ortak çıkarları ve ortak tepkileri doğrultusunda birlikte hareket etmelerini engelleyen nedenlerdir. Buna rağmen kendiliğinden gelişen en küçük bir toplumsal muhalefet karşısında bile depremzedeler, düzenin kolluk güçleriyle yüzyüze geldiler. Devlet, gelen paraları sermayeye peşkeş çekerken, depremzedeler kendilerine lütfedilen göstermelik yardımların dahi kesilmesinden korkar hale geldiler. Çünkü devletin, doğal afeti nasıl katliama ve bu katliamı da nasıl bir rant ve talana çevirdiğini gördüler. “Bilinçsiz halk” devletin yaptıklarına bakarak yapabileceklerinin de farkına vardı.

Depremin birinci yıldönümünde depremzelerin gösterdiği bu haklı tepki ve öfke örgütsüz kaldığı için, hedefi görse de o hedefe yönelemedi.

Sadece 17 Ağustos’un değil, sınıfa yönelik tüm saldırı ve katliamların sorumlusu devlettir. Çünkü mevcut devlet sermaye sınıfının işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki diktatörlüğüdür. Ne 17 Ağustos, ne de diğer kıyım ve katliamları bir daha yaşamak istemiyorsak, sermayenin düzeni ile devletini hedef alan ve bu düzeni aşan bir örgütlülükle hareket etmek zorundayız





Depremle yaşamaya
alışmak zorunda değiliz!



Depremler, peşisıra olmaya devam ediyor. 22 Ağustos’da Beypazarı, 23 Ağustos’da Gerede depremi. Denizli’de, Erzurum’da, İstanbul’da. Her depremin ardından, “Türkiye bir deprem ülkesi, depremle yaşamaya alışmalıyız diyor” yetkililer. Yani, işsizliğe, düşük ücretlere, sömürüye, talana, yoksulluğa, basit hastalıklardan kırılmaya, baskı ve işkencelere, katliamlara alıştığınız gibi depremlerde telef olmaya da alışın, diye buyuruyorlar. Alışın ki bizim de başımızı ağrıtmayın, diyorlar.

Depremzedeleri sahipsiz bıraktıkları yetmiyormuş gibi, öfkelerini dile getirenleri, yetkilileri suçlayanları tehdit ve baskı ile sindirmeye çalışıyorlar. Üstüne üstlük, çürük evlerde oturmasaydınız, evlerinizi sigorta ettirseydiniz vb. diyerek, gerisin geri depremzedeleri suçlamaya yelteniyorlar. Peki bu depremde yıkılan ya da hasar gören kamu binaları, onları da mı “cahil, tedbirsiz” vatandaş yaptırdı. Beypazarı’nda 3.4 büyüklüğündeki bir depremde bile hasar gören binaların büyük çoğunluğu kamu binalarıdır. Bu binaları yaptıran ise sermaye devletinin ta kendisidir. Rüşvet ve kayırma ile kendi yandaşlarına ihale edilen bu binaları denetleyen de yine devlettir. Vatandaşı suçlayanlar, bu konuda suspus oluyorlar.

Halk arasında bir söz vardır, “balık baştan kokar” diye. Sermaye devleti, kokuştukca, çürüdükçe kendi pisliğini halka da taşıyor. Çünkü, insanlığa karşı işlediği suçları, ancak böyle yaparak gizleyebiliyor.

Biz işçiler ve emekçiler de diyoruz ki; bu kokuşmuş ve çürümüş devletten kurtulmak için önce başını koparmalıyız. Başını, yani iktidarı ele geçirmeliyiz. Böylece, insan onuru ve refahı üzerinde yükselen yeni bir toplumun inşasına girişebiliriz.

Sermaye devletinin bizlere bulaştırmaya çalıştığı pisliklerden korunmanın tek yolu da, bu uğurda örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçmektedir. Depremlere alışmamanın yolu da buradan geçmektedir. Silkinelim ve ayağa kalkalım. İşsizliğe, düşük ücretlere, sömürüye, talana, yoksulluğa, basit hastalıklardan kırılmaya, baskı ve işkencelere, katliamlara karşı mücadele edelim. Yeni deprem felaketleri altında can vermek istemiyorsak, sermaye devletini önlem almaya zorlayalım.

Bu devlet;
Herkese, güvenli, sağlıklı ve ucuz konut sağlamak zorunda bırakılmalıdır.
Aksi halde yıkılmalıdır!

Bu devlet;
Herkese iş, tüm çalışanlara işgüvencesi sağlamak zorunda bırakılmalıdır.
Aksi halde yıkılmalıdır!

Bu devlet;
İşçilere, emekçilere, yoksul köylülere, tüm halka insanca yaşama koşulları sağlamak zorunda bırakılmalıdır.
Aksi halde yıkılmalıdır!

Çünkü; işçi ve emekçiler bu temel talepleri karşılayamayan sermaye devletini beslemek zorunda değildir. Sadece patronların çıkarlarını koruyan bir devlete mahkum değiliz. İşçi ve emekçilerin ve insanlığın geleceğini ve çıkarlarını koruyan kendi iktidarımızı, kendi sistemimizi, sosyalizmi kurabiliriz. Kurmalıyız!