29 Haziran 2007 Sayı: 2007/25(25)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sivas katliamının 14. yıldönümünde katliamcı devletten hesap soralım!
  Sivas katliamının hesabı sorulacak!
Düzen pisliklerini ortalığa saçmaya
devam ediyor!
Düzen bekçileri yeni silah alımları için Pentagon kapısında...
Tırmandırılan polis terörüne karşı
mücadeleyi yükseltelim!
Kamuda satış sözleşmesi imzalandı!
  Mamak İşçi Kültür Evleri’nin düzenlediği etkinliğe 700 işçi ve emekçi katıldı…
  BDSP’nin sosyalist milletvekili adayları
işçi ve emekçilerle buluştu...
  İstanbul bağımsız sosyalist milletvekili adaylarıyla konuştuk...
  BDSP’nin seçim faaliyetlerinden...
  “Milli şirket” OYAK
yabancı sermayeye satılıyor!
  İşten atılan Esen Plastik işçileriyle
dayanışmayı yükseltelim!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Petrol-İş Başkanlar Kurulu:
  Gaziosmanpaşa seçim çalışması üzerine…
  Bir çift güvercin havalandı...
  İlmeği tutan ellerle şenlik yapmak!..
  Binali Soydan’a özgürlük!
  Basından...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Potsdam’dan, Brüksel’e ‘zamanın ruhu’

Türkiye stratejik varlıklarını “babalar gibi” satar, küreselleşmeci sol, emperyalizm sözcüğünden bucak bucak kaçar, sözde sosyal demokratlar, serbest piyasa tanrısına yaranmaya çalışırken, “zamanın ruhu” tüm bunları “eskiterek” değişiyor. Geçen hafta Potsdam’daki Dünya Ticaret Örgütü, Brüksel’deki Avrupa Birliği devlet başkanları toplantılarına bakmak yeterli...

“Zamanın ‘eski’ ruhu”

“Zamanın ruhu” 1980’lerden 1990’ların son çeyreğine kadar “küreselleşme çağına girdik, ulus devletlerin, siyasi, ekonomik süreçleri belirleme gücü giderek azalıyor, uluslararası dev şirketlere, mali piyasalara, bunların işlemlerini koordine eden IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlara geçiyor” diyordu. Küreselleşme “engellenemez” bir süreç olduğuna göre ulus devletin gerileme süreci de öyle olmalıydı. Özetle: Küreselleşme ilerliyor, ulus devlet geriliyordu. Muhafazakâr sağdan, solun büyük bir kısmına kadar geniş bir yelpaze, zamanın bu ruhunu severek kucaklarken emperyalizm, bağımlılık, kamusal alan, gelir dağılımı vb. gibi sorunlarla ilgilenenler artık “dinozor”, “III. Dünya Solcusu”, hatta son günlerde kimi gazete köşelerinde ima edildiği gibi yabancı düşmanı, hatta ırkçı olarak bile nitelenebilirdi...

Ama herşey değişir! 1997 Asya krizinden sonra artık küreselleşmecilik sorgulanıyor, IMF giderek saygınlığını, gücünü ve müşterilerini kaybediyor, Dünya Bankası’nın işlevi belirsizleşirken Paul Wolfowitz‘in başkanlığında, belirsizlik krize dönüşüyordu. Dünya Ticaret Örgütü‘ne gelince, küresel serbest piyasa projesi “Doha Raundu”nda gelişmekte olan ülkelerin, yükselen güçlerin direncine takıldı ve tıkandı. Geçen hafta, DTÖ Potsdam toplantısında ABD ve AB baskılarına direnen Hindistan’ın Maliye Bakanı Kamal Nath, Financial Times’a verdiği demeçte, zengin ülkeleri küstahlıkla ve katılıkla suçlayarak “sorun salt sayılarla değil tavırlarla ilgili. ABD dünyanın değiştiğinin farkında değil” diyecekti.

11 Eylül 2001’den sonra, aktörleri “piyasa oyuncuları” değil de, devletler olan jeopolitiğin geri gelmesiyle, küreselleşmeyle, ulus devlet arasındaki ilişki, bu kez ters yönde değişmeye başladı. Gerileyen hegemonyacı güç saldırganlaşırken yükselen güçler Çin ve Hindistan büyüme gereksinimlerini karşılamak için, enerji piyasalarında, Ortadoğu’nun, Latin Amerika’nın, Afrika ve Asya’nın hammadde kaynakları üzerinde, ABD ve AB ile, hâlâ barışçı olmakla birlikte, gerginleşen bir rekabete girişiyor, dahası ABD’nin ve AB ülkelerinin ulusal piyasalarına girmeye, stratejik varlıklarını satın almaya yöneliyorlardı. Böylece, siyasi kaygılar giderek serbest piyasa ilkelerini ikinci plana itmeye başladı, literatüre “ekonomik ulusalcılık” gibi yeni bir kavram girdi.

Enerji piyasalarında tedarikin serbest piyasaya bırakılamayacak kadar kritik olduğunun anlaşılmaya başlandığı noktada, çok ilginç bir “yaratık” da kredi köpüğü, uluslararası mali dengesizlik ve jeostratejik riskler altında ezilmeye başlayan mali piyasalarda boy gösterecekti: Ulus devletlerin ellerindeki büyük rezervleri uluslararası piyasalarda değerlendirmek için kurdukları Egemen Servet Fonları (ESF).

Serbest piyasa mı dediniz?

Mali analiz sitesi Bloomberg‘den William Pesek‘in “12 trilyonluk canavar” dediği ESF’ler piyasalarla ulus devlet arasındaki dengenin tersine dönmeye başlamasının, “zamanın yeni ruhunun” ilginç belirtilerinden biriydi. Financial Times‘dan Gerard Lyons’a göre “devlet kapitalizmi ve kaynak ulusalcılığı zamanımızın iki ana ekonomik konusu olmaya başlamıştı”. Kimi devletler, ESF’ler aracılığıyla stratejik kaynakları ve şirketleri ele geçirmeye, mali piyasalara girip çıkarken pazarın yönünü etkilemeye, gelişmiş ülkelerin stratejik sektörlerinde şirket satın almaya başlıyorlardı (08/06). Özellikle son dönemde giderek hisse senedi piyasalarına yönelmeleri, büyük dengesizliklerin habercisiydi (John Plender, Financial Times , 22/08). Şimdi, roller değişiyor, “her şeye kadir” mali piyasalar, devletlerin gücünü enselerinde hissetmeye başlıyorlardı. Üstelik birçok ulus devlet, özellikle gelişmiş ülkelerin devletleri, yükselmekte olan güçlerin, ESF’ler yoluyla ekonomilerinin stratejik noktalarına yerleşmesinden tedirgindi. Bunlar, serbest piyasaya boş verip kendilerini korumanın yollarını aramaya başladılar. 21 Haziran’da Brüksel’de toplanan Avrupa Birliği zirvesi işte bu açıdan önemli bir dönüm noktası oluşturuyordu.

Neoliberalizmi kalıcılaştırmayı amaçlayan anayasası, Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedildikten sonra, Avrupa Birliği süreci, bir krize girmişti. Almanya liderliğinde toplanan, geçen haftaki zirve, anayasanın yerine, AB ülkeleri vatandaşları tarafından kabul edilebilecek bir belge oluşturmayı amaçlıyordu. Zirve çok önemliydi, çünkü, Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Süddeutsche Zeitung‘da yayımlanan bir yoruma göre, “Zamanlar değişiyor, Amerika’nın bile yardıma gereksinimi var. Rusya elini tehdit edici bir biçimde uzatıyor, Çin’de ve Hindistan’da yeni güçler gelişiyor, İran atom bombası imal ediyor, Ortadoğu alevler içinde, iklim değişiyor. Eğer Avrupa devletleri küreyi şekillendirmek, kendi uygarlık modellerini korumak istiyorlarsa zaman hızla daralıyor” (aktaran, Peter Schwarz, wsws, 22/06). Schwarz’in işaret ettiği, Süddeutsche Zeitung yazarı, zirvenin önemini, “küreyi şekillendirmek”, “uygarlık modelini korumak” gibi klasik emperyalist metaforlarla vurguluyordu.

Gerçekten de, tek tek AB ülkeleri örneğin Almanya ve Fransa uluslararası alanda, ABD ve diğer yükselen güçler karşısında kendi çıkarlarını, artık tek başlarına koruyamıyorlardı; AB ülkelerinin ortak gücüne, uluslararası alanda bu gücü tek bir elden yansıtacak, Başkanlık ve Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlara, “çifte çoğunluk” yöntemiyle, bu kurumlar üzerinde Almanya ve Fransa’nın siyasi hâkimiyetinin güvenlik altına alınmasına gereksinim vardı. Bu yüzden, Polonya yeni taslağa direneceğini açıklayınca, Almanya Şansölyesi Merkel, yola Polonya’sız devam edilebileceğini çok açık bir biçimde vurgulayacaktı (Der Spiegel, 23/06). Neticede Polonya, Merkel- Sarkozy ikilisi tarafından “ikna edildi”.

Merkel, AB’nin uluslararası alanda tek bir sesle konuşmasına olanak sağlayacak yeni belgeyi kabul ettirmeye çalışırken Fransa, AB ekonomilerini dışarıya karşı korumaya, birlik sürecine toplumsal desteği güçlendirmeye yönelik adımlar peşindeydi. Bu bağlamda, zirve “zamanın ruhunu” çarpıcı bir biçimde yansıtan bir gelişmeye sahne oldu. Birliğin ilk kurulma aşamalarından beri yönlendirici olmuş ilkelerden biri, “serbest ve çarpıtılmamış rekabeti geliştirme” yeni anayasa taslağından çıktı. Genelde, neoliberal hukuki zemin korunmakla birlikte, Financial Times‘ın aktardığı gibi bu değişiklik gelecekte devletlere korumacı uygulamaları savunmak için önemli bir avantaj sağlayacaktı. Bu değişiklik olurken birliğin “Avrupa halklarını korumaya katkıda bulunacağına”, ilişkin bir ekleme yapıldı, sosyal haklar ve tam istihdama ilişkin maddeler korundu (Le Monde, 23/06).

Tam rekabet ilkesine ilişkin değişiklik, İngiltere’nin ve Komisyon Başkanı Borroso ‘nun tüm direnişlerine rağmen gerçekleşirken değişikliği taslağa alan Almanya’nın eğiliminin Fransa’dan yana olduğu görülüyordu. Bu değişikliği öneren Sarkozy’nin “Korumacılık sözcüğü artık bir tabu değil... Rekabet bir ideoloji olarak bir dogmadır, Avrupa’ya ne yararı oldu” (Financial Times 23/06) sözleriyse “zamanın yeni ruhunu” tam anlamıyla yansıtıyordu.

Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet, 25 Haziran ’07)


Susurluk yaşıyor!

Geçenlerde Ankara’da bir bar işletmecisi “Bir çete şantajla benden para istiyor” diye polise başvurdu.

Emniyet operasyonuyla Ankara’da 13 barı haraca bağlayan çete açığa çıkarıldı.

Çete lideri olarak aranan isim, eski DYP milletvekili Sedat Bucak’ın yeğeni... Yakalanan 19 zanlının çoğu da Bucak’ın akrabaları...

Operasyonda Bucak’ın koruması ve danışmanı da yakalandı.

Bucak’ın daha önceki korumalarının Topal cinayetine adlarının karıştığını hatırlatalım.

Soruşturma kapsamında adliyede ifade veren Sedat Bucak’ı biz “Susurluk kazasından sağ kurtulan tek isim” olarak hatırlıyoruz.

Çok önemli bir tanıktı, ama kazadan sonra “olayı hatırlayamadığı” gerekçesiyle hiç konuşmamıştı.

Susurluk davasında “suç örgütüne üye olmak” suçundan 1 yıl hapse mahkûm olmuş, cezası ertelenmişti.

Bucak da Demokrat Parti’nin Şanlıurfa 1. sıradan milletvekili adayı olmuştu.

“Dokunulmazlık zırhı”na bir ay kala, bir “aksilik” oldu:

Önceki gün Yargıtay, yerel mahkemenin verdiği erteleme kararını bozdu.

Böylece Bucak’ın milletvekili adaylığı tehlikeye girdi. Seçilse bile milletvekili mazbatası alması zor görünüyor.

Görüyorsunuz değil mi:

Susurluk yaşıyor!

* * *

Devam edelim:

Bucak’ın yakalanan korumasının üzerinden “Jandarma İstihbarat Teşkilatı” (JİT) kimliği çıktı. Kimden aldığı sorulduğunda Tuğgeneral Veli Küçük’ün adını verdi.

Malum Veli Küçük de Susurluk skandalının kilit isimlerinden biri...

“Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın kullandığı cep telefonu da onun adına kayıtlıydı.

Küçük, adı faili meçhul cinayetlerle özdeşleşen JİTEM’in kurucusu olarak tanınıyordu.

Abdullah Çatlı ölmeden önce son telefon görüşmelerinden birini onunla yapmıştı.

Son olarak Danıştay saldırısını düzenleyen Alparslan Arslan’la aynı karede görüntülenmişti.

Hrant Dink’in avukatı ise Küçük’ün telefonla Dink’i tehdit ettiğini açıklamıştı.

Farkındasınız değil mi:

Susurluk yaşıyor!

* * *

Son olarak İbrahim Şahin’i hatırlatalım:

Emniyet Özel Harekât Dairesi Başkan Vekili’ydi.

Susurluk kazası sonrası açılan ilk büyük davanın kilit ismiydi.

“Çete kurmak ve yönetmek” suçundan 6 yıl hapse mahkûm oldu.

Bu aşamada bir trafik kazası geçirdi. Bir süre hastanede tedavi gördü. Sonra “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları arasında cezaevine gönderildi.

Avukatları “Hafıza sorunu yaşıyor. Cezaevinde kalamaz” diye itiraz ettiler.

Adli Tıp Kurumu rapor verdi.

Ceza ertelendi.

Şahin, bilincini yitirdiği gerekçesiyle tahliye edildi.

“Hafıza sorunu”, 6’şar ay arayla, raporlarla belgelendi.

Sonunda avukatları Cumhurbaşkanı Sezer’e başvurdular:

“Kendisi iyileşemiyor. Raporlar ekte. Affedin” dediler.

Sezer ikna oldu ve Şahin’in 486 günlük hapis cezasını affetti.

Veee sürpriz:

Şahin, geçen ay MHP’den milletvekili aday adayı oldu.

Ya “Bir daha iyileşemez” raporunu yalanlarcasına aniden iyileşmişti ya da “Mebusa hafıza gerekmez” demişti.

Ancak Bucak’ı bağrına basan Mehmet Ağar’ın yaptığını, Devlet Bahçeli, İbrahim Şahin’e yapmadı; adaylığını onaylamadı.

Şahin, Meclis’e uçamadı.

Onları bilmem; ama biz, hafızamızı kaybetmedik.

Hatırlıyoruz, görüyoruz, izliyoruz bunları...

Ve haykırıyoruz:

Susurluk yaşıyor!

Can Dündar

(Milliyet, 23 Haziran ’07)