29 Haziran 2007 Sayı: 2007/25(25)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sivas katliamının 14. yıldönümünde katliamcı devletten hesap soralım!
  Sivas katliamının hesabı sorulacak!
Düzen pisliklerini ortalığa saçmaya
devam ediyor!
Düzen bekçileri yeni silah alımları için Pentagon kapısında...
Tırmandırılan polis terörüne karşı
mücadeleyi yükseltelim!
Kamuda satış sözleşmesi imzalandı!
  Mamak İşçi Kültür Evleri’nin düzenlediği etkinliğe 700 işçi ve emekçi katıldı…
  BDSP’nin sosyalist milletvekili adayları
işçi ve emekçilerle buluştu...
  İstanbul bağımsız sosyalist milletvekili adaylarıyla konuştuk...
  BDSP’nin seçim faaliyetlerinden...
  “Milli şirket” OYAK
yabancı sermayeye satılıyor!
  İşten atılan Esen Plastik işçileriyle
dayanışmayı yükseltelim!
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Petrol-İş Başkanlar Kurulu:
  Gaziosmanpaşa seçim çalışması üzerine…
  Bir çift güvercin havalandı...
  İlmeği tutan ellerle şenlik yapmak!..
  Binali Soydan’a özgürlük!
  Basından...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sivas katliamının 14. yıldönümünde katliamcı devletten hesap soralım!

Katliamların hesabını sormak için birleşik, kitlesel devrimci mücadeleyi yükseltelim!

35 canın, 35 insanın diri diri yakıldığı katliam günler öncesinden planlanmıştı. 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde sahneye konuldu. Oteli saran devlet güdümlü dinci ve faşist katillerin kuşatması tam 8 saat sürdü. Sermaye devleti bunca insanın katledilmesine seyirci kaldı.

Herşey bir yana, seyirci kalması gerçeği bile devletin bu katliamın sorumlusu olduğunun en açık kanıtıdır. Dahası, katliam sonrası ortalığa saçılan bilgi ve belgeler, karartılmaya çalışılan gerçekleri aydınlatır niteliktedir. Örneğin, TBMM Sivas Olaylarını Araştırma Komisyonu’nun raporuna göre, katliam öncesinde dağıtılan “Müslümanlar” imzalı bildiri, Sivas Emniyet Müdürlüğü’nün faksından çıkmıştı.

Katliam için saatler öncesinden harekete geçen dinsel gerici ve faşist güruhun önünü kesmek yerine, etrafında güvenlik şeridi oluşturanlar, sermayenin kolluk güçleriydi. Sivas’ta 8 saat boyunca katliamı izlemekle yetinen, katliam haberi ülkenin her tarafına ulaştığında Sultanahmet’te katliamı protesto etmek isteyen kitleyi yürütmeyen, en küçük eylemleri şiddetle bastıran aynı kolluk güçleriydi. Katliamcıların sayıları her geçen saat daha da artarken, Sivas Tugay Komutanı asker takviyesi istenmesine olumsuz yanıt verdi. Madımak Oteli yakılmadan kısa bir süre önce “içeride asker var mı? İçeride polis var mı?” diyerek, katliam öncesinde son kontrolleri yapanlar, Sivas’ta görev yapan polis ve asker yöneticileriydi.

Katiller sürüsü oteli taşladığı esnada polis telsizinde gerçekleşen, o günlerde basına da yansıyan şu diyalog gerçeğe yeterince ışık tutuyor. Polis telsizinden bir anons: “- Taş atıyorlar, ne yapalım?” Cevap veriliyor: “- Anlaşıldı. Müdahale etmeyin.” Sermaye devletinin politikasının özü özeti, işte bu iki sözcüktedir: “Müdahale etmeyin!“

Katliamcılarla kolluk güçlerinin karşı karşıya gelmemesini, “halk ve güvenlik güçleri karşı karşıya getirilmedi“ diyerek sevinçle karşılayan, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’ydu. Ortada yakılarak öldürülen 35 cansız beden varken, büyük bir utanmazlıkla “halktan kimseye bir şey olmadı, meseleyi büyütmeyin” diyen, katliamcıların sırtını sıvazlayan ise, 12 Eylül öncesi “bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” sözüyle ünlü, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di.

Madımak Oteli’ndeki aydınların yardım çığlıklarına “devlete güvenin“ diyerek yanıt veren, insanlar yakılırken koltuğunda pişkince oturan dönemin Başbakan yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ydü. Aynı siyasal geleneğin bugünkü devamı olan ordu şakşakçısı düzen solu, büyük bir ikiyüzlülükle “laiklik” demagojisi üzerinden Alevi emekçilerini yanına çekmeye çalışıyor.

Katillere “gazanız mübarek olsun” diyerek açık destek veren, dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’ydu.

Burjuva medya, bir yandan katliamı “tahrikçi Aziz Nesin” kontra haberleriyle gündeme taşırken, öte yandan katledilen aydınları “suçlu” ilan eden değerlendirmelere sayfalarını ve ekranlarını sonuna kadar açtı.

Katliamdan sonra görülen Sivas davası, devletin aklanması, düzenin temel ihtiyacı olan kitle desteğinin alınması temelinde şekillendirildi. Sivas katliamı “laik devleti yıkmayı amaçlayan bir eylem” olarak tanımlanarak, katliamın sorumlusu olan devlet katliam mağduru olarak gösterilmeye çalışıldı. Sivas davasında verilen cezalar ile sermaye devleti, sorumlusu olduğu katliamın faturasını çapulcu sürüsüne keserek katliamcı yüzünü gizlemeye çalıştı. Kitlelerin, “ordunun destekçisi” ve “Cumhuriyetin bekçisi” konumuna çekilmesi için yoğun çaba sarfedildi. Alevi işçi ve emekçilerin özelde Sivas katliamına, genelde ise devlete yönelik birikmiş öfkesi, “laik-antilaik” ikilemi üzerinden düzen kanallarına akıtılmak istendi.

Aynı yöndeki çaba bugün de hız kesmeden sürüyor. Ordu merkezli burjuva kamp, şeriat tehdidini öne sürerek, üniformasız askerleri eliyle “laiklik” mitingleri üzerinden kitleleri yedeklemeye çalışıyor. Oysa onun “laiklik” söylemi, devlet ve siyasal yaşam üzerindeki ağırlığını korumak için kıyasıya yürüttüğü, bugün askeri bir darbe olasılığını da içinde barındıran düzen içi dalaşmada bir bahaneden ibarettir.

Sömürücü egemen sınıfların tarihi, Alevi işçi ve emekçilere yönelik kanlı katliamlarla doludur. Bu ülkede binlerce gizli operasyon yapıldı. Çorum, Maraş, Sivas, Gazi katliamlarında yüzlerce emekçi hayatını kaybetti. Sivas, Alevi işçi ve emekçilerine yönelik bu katliamlar zincirinin özel bir halkasıdır sadece. 12 Eylül askeri faşist darbesine zemin hazırlamanın birer aracı olarak CİA, MİT, kontr-gerilla tarafından planlanarak gerçekleştirilen Çorum ve Maraş katliamları da, çeşitli milliyetlerden ve mezheplerden işçi ve emekçilerin devrimci mücadelesini, toplumu Alevi-Sünni yapay ayrımı temelinde kışkırtıp bölerek engellemenin, ilerici, devrimci politik kesimlere gözdağı vermenin bir imkanı olarak kullanıldı. Böylece sermaye devleti kendi varlık temellerine yönelmekte olan tehlikeyi savuşturmayı hedeflemişti.

Bütün bu katliamlar serisinde katillerin korunması için gereken herşey yapıldı. Şemdinli örneğinde olduğu gibi, “iyi çocuklar“ denilerek sahiplenildi. Devlet, kontr-gerilla hukukunu devreye sokarak ya beslemelerini hiç yargılatmadı, ya da göstermelik yargılamalar sonucunda küçük cezalarla kurtulmalarını sağladı.

Sermaye sınıfı, sömürdüğü ve baskı altında tutuğu emekçilerin uyanmasından, düzenin yıkılmasından korkuyor. İşçi ve emekçilerin ayağa kalkmasını engellemek, kafalardaki korku duvarlarını büyütmek için her türlü kirli yöntemi devreye sokuyor. Katliamlar düzenliyor. Kontrgerilla aygıtını daha iyi tahkim etmek için çabalıyor. Katliamcı kontrgerilla çeteleri hala iş başındalar. Operasyonlar gizli-açık bir tarzda kesintisiz sürüyor. İstanbul-Ümraniye’de bir gecekonduda ortaya çıkan kontrgerillaya ait cephanelik bu gerçeğin yeni bir kanıtıdır sadece. Son birkaç yıldır yoğunlaşan bombalamalar, provakasyonlar, dahası Washington damgalı darbe ve savaş senaryoları, kontrgerillanın tahkim edildiğinin göstergeleridir.

Burjuvazi, sınıfsal iktidarına yönelmeye başlayan tehditlere karşı din olgusuna yeniden sarılarak, tıpkı kendisinden önceki mülk sahibi egemen sınıflar gibi dini, kitleleri düzene bağlamanın bir aracı olarak kullanacaktır. Burjuvazi, kurulu düzeninin temellerini sarsacak ya da tümüyle ortadan kaldırabilecek devrimci yükseliş dönemlerinde, diğer yöntemlerin yanısıra dinsel gericiliği bizzat kendi eliyle palazlandırır. Sermaye düzeni ve devletini yıkmak için ayağa kalkmış emekçi kitleleri mezhep ayrımları, dinsel farklılıklar gibi yapay ayrımlar ekseninde bölmeyi hedefler. Çürümüş kapitalizm koşullarında, burjuvazi ve onun adına ülkeyi yönetenlerin “laiklik” iddiaları kaba bir ikiyüzlülükten ibarettir. Bunun örnekleri döne döne yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir. Sivas katliamı sonrasında ortaya çıkan gerçekler, Osmanlı dönemi politikalarının tartışma götürmez bir mirasçısı olan sermaye devletinin dinsel gericiliğin arkasına gizlenerek oynadığı rolü bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu hiç de AKP dönemiyle sınırlı bir olgu değildir.

Yarattığı yapay ayrımlarla işçi sınıfının birliğinin önüne hep engeller dikmeye çalışan sermaye sınıfının ideolojik saldırısı, sadece emekçi kitleler üzerinde değil, tasfiyeci basınç nedeniyle sınıf mücadelesi deneyimlerinden doğru sonuçlar çıkaramayan devrimci hareket üzerinde de etkisini fazlasıyla hissettiriyor. Sivas katliamıyla beraber devrimci hareket saflarında görülen “Alevicilik” bu zaafların dışavurumlarından biridir. Kuşkusuz ki, sermaye iktidarı ayakta kaldıkça, din afyonunu kullanmaya, işçi ve emekçilerin dinsel duygularını sömürmeye devam edecektir. Alevicilik yapanlar, Sünnilik gibi Aleviliğin de dinsel gericiliğin daha etkin bir aracı olarak kullanılması noktasında “eşitlik” istiyorlar. Bu yaklaşım Alevi işçi ve emekçilerinin değil, Alevi burjuvalarının politik tutumunun ifadesidir. Alevi burjuvazisi, Alevi inancının dinsel gericiliğin bir aracı olarak kullanılması için çabalıyor. Bu yolla, Alevi işçi ve emekçileri daha güçlü bağlarla düzene bağlamak istiyor.

Bütün kanlı katliamların kaynağı olan ve barbarlık içinde çöküşe doğru yol alan sermaye düzeni ve devletini yıkmayı hedefleyen bir mücadele yükseltilmedikçe, sosyalizmin önünü açacak bir proleter devrim yoluna girilmedikçe, bu kanlı katliamların önüne geçilemez. Bunun için genelde tüm katliamların, özelde Sivas katliamının hesabını sormanın biricik yolu, işçi ve emekçilerin birleşik, kitlesel, devrimci ve militan mücadelesini yükseltmekten geçiyor. Yaşananların bize sunduğu en temel ders budur.