18 Mayıs 2007 Sayı: 2007/19(19)

  Kızıl Bayrak'tan
   Burjuva gericiliğine ve parlamenter hayallere karşı devrimci sınıf alternatifi
  Sömürü ve talan düzeninin cellatlarını seçmek zorunda değiliz!
Düzenin seçim oyununu bozmak için
bağımsız devrimci sınıf çizgisini güçlendirelim!i
Kapitalizmin söndürdüğü hayatlar
Kapitalist sistemde ayrımcılık her yerde!
Devrimci gençlik mücadelesinde
gelecek için notlar
  Üniversitelerde şenlikler başlıyor...
  Liseli gençlikten...
  Seçimler ve devrimci müdehalenin sorunları
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Gençlik düzen içi çatışmalarda taraf olmayacaktır!
  Seçim mi, salaklığın tescili mi?
Yüksel Akkaya
  Sermaye temsilcilerinin meslek lisesi çığırtkanlığı…
  Gençlikten...
  Seçim çalışmalarından...
  Dünyadan...
  “Cumhuriyet mitingleri”…
M. Can Yüce
  Bültenlerden...
  Eylem ve etkinliklerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kapitalizmin söndürdüğü hayatlar

Kapitalizmi tahlil eden Marx, “ölü emek, canlı emeğin kanıyla beslenir” saptamasında bulunur. Sermayenin birikmiş ölü emekten başka bir şey olmaması, buna karşın canlı emeğin/emek-gücünü kapitaliste satan işçinin sinirlerini, kaslarını, kanını, iliğini emip artı-değere dönüştürerek kapitaliste sunması olgusu, bu saptamanın ne kadar isabetli olduğunu gösterir. Marx bu yönüyle sermayeyi ve “kişileşmiş sermayeden başka bir şey olmayan kapitalist”i kan emici vampire benzetir.

Bu saptama, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğiyle ürettikleri artı-değere kapitalistlerin el koymasını anlatmanın çarpıcı biçimlerinden biridir. Ancak kişileşmiş sermayeden başka bir şey olmayan kapitalistlerin vampirliği bununla sınırlı kalmaz. “İş kazaları” veya “meslek hastalıkları” diye tanımlanan “cinayet makinesi”, bilindiği gibi kapitalist üretim sürecinin temel çarklarından biridir. Bu cinayet makinesi, vampire ek mesai yapma olanağı sağlar. Örneğin Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kaynaklarına göre her yıl 1.2 milyon kadın ve erkek işçinin kanı bu cinayet makinesi sayesinde vampire altın kupalarda sunulmaktadır. Bunların 22 bini çocuk işçilerden oluşmaktadır

Vampirin estetik uzmanları, her yıl 1 milyon 200 bin işçinin katledilmesini “iş kazaları/meslek hastalıkları” adı altında “uygar toplumlar” nezdinde meşrulaştırıyorlar.

Belirtmek gerekir ki, bu rakamlar kayıt altına alınan cinayetlerle sınırlıdır. Oysa biliyoruz ki, kayıt altına alınmayan cinayetlerin haddi hesabı yoktur. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, resmi rakamlara göre Türkiye’deki “meslek hastalıkları” vakaları Almanya’nın çok gerisindedir. Oysa Türkiye’de “meslek hastalıkları”ndan kaynaklı cinayet ve sakatlanmaların Almanya’nın birkaç katı olduğuna şüphe yoktur. Zira “iş kazaları”nda Avrupa birincisi olan Türkiye’nin, “meslek hastalıkları” konusunda önlem aldığına dair hiçbir veri yoktur.

Kapitalizmin vazgeçilmezleri arasında yer alan bu ölüm makinesinin sakat bıraktığı veya yaraladığı işçi sayısı ise akıl almaz boyutlardadır. Sadece kayıtlara geçen rakamlar bile insanı dehşete düşürecek orandadır. Yine İLO kaynaklarına göre her yıl 250 milyon işçi “iş kazaları”, 160 milyon işçi ise “meslek hastalıkları” sonucu yaralanıyor, sakatlanıyor veya malullülüğe mahkûm ediliyor.

İLO kaynaklarının ortaya koyduğu bir diğer çarpıcı nokta ise, Türkiye’deki vampirin, dünyadaki emsallerine göre çok daha gözü doymaz olmasıdır. Türkiye, iş kazaları konusunda da başı çekiyor. Aynı kaynaklar, “iş kazaları”nda Avrupa’da lider konumundaki Türkiye’nin dünya ölçeğinde de üçüncü sırada olduğunu ifade ediyor. Demek ki, dünyanın en kan emici üçüncü vampirinin vantuzları Türkiye işçi sınıfının sırtına saplanmıştır.

İşçilerin bir kısmı, giderek uzayan iş saatlerinin yarattığı yorgunluk, uykusuzluk, dikkat dağınıklığı gibi nedenlerle vampirin sofrasına sunulurken, önemli bir kısmı da iş güvenliğinin kapitalistler tarafından hiçe sayılmasının kurbanı oluyor. “Meslek hastalıkları”na karşı önleyici sağlık hizmetlerinin ise sözü bile edilmiyor. Oysa tekniğin ve tıbbi alandaki gelişimin olanakları seferber edilseydi, bu sakatlanma ve cinayetler önemli ölçüde önlenebilirdi. Ancak vampir vampirdir ve sadece kanla semirir.

Bilindiği gibi İLO, kapitalist/emperyalist güçlerin fonlarıyla çalışan, onların denetiminde bir örgüttür. Yani bir anlamda vampirin suratına taktığı maskedir aynı zamanda. Buna karşın sözkonusu verileri toplayıp yayınlamak durumunda kalıyor. Herşeye rağmen İLO’nun hangi sınıfsal zeminde çalıştığını gözardı etmemek gerekiyor. Örneğin İLO’nun kaynaklarında yer alan dikkat çekici bir saptama da var. Bu saptamaya göre, iş kazalarının yüzde 72’si, 50’den az işçi çalıştıran işyerlerinde meydana geliyor.

Bu saptama tekellerin denetiminde bulunan büyük işletmeleri kısmen de olsa aklıyor. Zira soruna yüzeysel bakanlar, “büyük işletmeler iş güvenliğine önem vererek iş kazaları oranını düşürüyor” sonucuna varılabilir. Ancak İLO’nun kaynakları, 50’den az işçi çalıştıran işyerlerinin önemli bir kısmının büyük işletmelerin taşeronu olduğuna değinmiyor. Oysa biliyoruz ki, her büyük işletmenin onlarca, hatta bazen yüzlerce taşeronu olabiliyor. Bu olgu, iş cinayetlerinden sadece şu veya bu kapitalistin değil, kapitalizmin bir sistem olarak sorumlu olduğunu ortaya koyar. Zaten kapitalist üretim süreci bir bütündür ve bu üretim sürecinde meydana gelen her sorunun kaynağı doğrudan doğruya kapitalist sistemin kendisinden kaynaklıdır.

“İş kazaları”, “meslek hastalıkları” adlı ölüm makinesine her yıl 1.2 milyon neferini sunan dünya işçi sınıfının bu beladan kurtulabilmesinin tek çaresi, semirdikçe daha bir gözü doymaz olan bu vampiri, yani kapitalist sistemi ve onun kurumlarını parçalayıp yok etmektir.


Düzenin soygun ve rant kapısı olarak parlamento seçimleri…

Düzen siyasetinde yaşanan tıkanma, alınan erken genel seçim kararıyla aşılmaya çalışıyor. YSK’nın belirlediği 22 Temmuz tarihli seçim öncesinde düzen partilerinde de hummalı bir çalışma almış başını gidiyor. Zira seçimler hem meclise kapağı atabilmenin umudu oluyor, hem de önemli bir rant ve vurgun alanını teşkil ediyor.

Burjuva düzen siyaseti, sömürü düzeninden beslendiği için düzen partilerinin ve de “siyasetçilerin” genel olarak siyasete ve de seçimlere bu gözle bakmaları eşyanın tabiatı gereğidir. Zaten misyonları gereği işçi ve emekçilerin sömürü ve baskı koşullarına karşı duydukları tepkiyi, düzen içi kanallarda boğmaya çalışırlarken, bunun aynı zamanda kendileri için de önemli bir gelir ve “nemalanma” kaynağı olduğunu da iyi bilirler. Zira işçi ve emekçileri, kim daha “iyi idare eder”, kitleleri kandırmak noktasında kim daha yetenekli davranırsa sonuçta ona, sermaye düzeninin maddi ve manevi alanda çok önemli kapıları aralanmış olur.

Bu durum kendisine toplum çapında da öyle bir meşruiyet ve kabullenmişlik yaratmıştır ki, işçi ve emekçilere “siyaset” dendiğinde ilk akıllarına gelen çeşitli menfaatler doğrultusunda başvurulan her türlü yalan, dolan ve “ayak oyunları” olmaktadır.

Zira bugün burjuva siyasetinde yaşanan kokuşma öyle bir ifrata varmıştır ki, her türlü yolsuzluğun ve pazarlığın, rüşvetlerin ve işbirliğin sayısız örneğini görebilmemiz mümkündür. En basitinden türlü pazarlıklar sonucunda milletvekillerinin defalarca parti değiştirmesini, meclis çatısı altında yaşananlara bir örnek olarak gösterebiliriz.

Düzen partilerinin en köklüleri ve siyasetin belli yerini tutmuş kesimleri artık sadece bir siyasi parti olmaktan öte adete ticari bir kuruluş gibi davranmaktadır. Büyük plazalara kurulan merkezler, birçok işletme ve finans sektörüyle kurulan ortaklıklar, bankalardaki yüklü paralar, önemli sermaye kuruluşları tarafından yapılan yardımlar (“rüşvetler”) ile adeta bir holding görünümü vermektedirler. Partilerin içinde yaşanan iktidar kavgaları ve liderlik yarışları da zaten bu zenginliğin yönetiminde kimin söz sahibi olacağı üzerine sürüp gitmektedir.

Tamamen şirket mantığıyla çalışan düzen partilerinin tüm yatırımlarının gelip bağlandığı daha doğrusu sonuç alacağı nokta seçimler olmaktadır. Zira meclise girerek hele bir de bunu hükümet olma gücüne elde ederek sağlayan bir parti, yaptığı tüm yatırımların misliyle fazlasını kazanma olanağına kavuşmuş olur. Nitekim 2002 seçimlerinden sonra AKP’nin, tek başına hükümet olarak bu sonuçtan en iyi şekilde nasıl faydalandığı herkesçe malumdur.

Ama sonuçta Meclise girilememiş olsa da seçimler, düzen partileri için önemli bir rant alanı teşkil eder. Zira seçime giren düzen partilerine Hazine ve Maliye tarafından, daha önceki seçim sonuçlarına göre aldığı oy oranında her yıl belli bir para yardımında bulunulmaktadır. Önceleri yüzde on barajını aşan partilere ayrılan bu ödenek daha sonradan yüzde yedi oranında oy olan partilere de uygulanmaya başlandı. Buna göre 2002 seçimleri sonucunda AKP 153,3 milyon YTL, CHP 86,7 milyon YTL, DYP 42,7 milyon YTL, MHP 37,4 milyon YTL, Genç Parti 32,4 milyon YTL hazine yardımı almaktadırlar. Böylece hazineden siyasi partilere aktarılan toplam ödeneğin tutarı 360 milyon YTL’yi aşmaktadır. Sırf bu yağlı kemikten pay kapabilmek umuduyla sermaye düzeninde birçok “naylon” partinin kurulduğu da yine herkesçe bilinmektedir. Öte yandan bu yılki seçimlerin maliyetinin 100 milyon YTL tutarında olduğu açıklanmaktadır ve bu paranın YSK’ya verileceği bildiriliyor. Sonuçta bu ödeneğin de işçi ve emekçilerin cebinden çıkan paralarla yapıldığı düşünüldüğünde düzen partilerinin önemli bir yatırım aracı olarak gördükleri genel seçimlerin, işçi ve emekçilere çıkardığı maliyetin yarım milyar YTL’yi bulduğu unutulmamalıdır.

Böyle büyük meblağların döndüğü siyaset arenasında bir işçi ve emekçi için düzen partilerinin herhangi birinden “milletvekili aday adayı” olabilme şansı dahi yok denecek kadar azdır. Düzen sömürü düzeni, meclis burjuva meclisi olduktan sonra bir takım istisnai durumlar dışında işçi ve emekçilerin düzen partilerinden milletvekili adayı gösterilmesine izin verileceğini düşünmek, saflık olur. Zira 2 ila 3 bin YTL’yi bulan “aday adaylığı” masrafı ödense dahi, milletvekili seçilecek bir adayın en az 150 bin YTL’lik masrafı gözden çıkarması gerektiği belirtiliyor. Böylece düzen partileri hem “aday adaylığı” ödeneğiyle yine kasalarına önemli miktarda bir para akışını sağlamakla birlikte hem de milletvekili adaylarının hangi sınıfsal kökenden olması gerektiğinin çizgilerini daha başından net bir şekilde belirlemiş oluyorlar.

Nitekim bu meblağı kaybetme riskini göze alabilecek bir maddi varlığa sahip kişinin, milletvekili seçilip de Meclis’e kapağı attığı takdirde harcadıklarının misliyle fazlasını kazanacak bir konuma erişecek olması, adaylık şansını daha da artırmak için partisine çeşitli rüşvetlerle “ek kazançlar” sunmaktan da geri durmayacağının nerdeyse teminatıdır. Örneğin bugün milletvekili maaşları 8 bin YTL ise 150 bin YTL’lik bu masraf yirmi ay da çıkarılacağı gibi aynı zamanda elde edilen dokunulmazlık zırhıyla her türlü yolsuzluğun ve rüşvetin de kapıları ardına dek açmaktadır. Ayrıca iki yıl içerisinde “kıyak emeklilik” kanunundan yaralanılarak daha sonraki yıllar için emeklilik maaşından faydalanarak yapılan onca harcamaların masrafı çıkarılabilmektedir. Ömür boyu sürecek standartların üzerinde bir sosyal güvence imkanına da kavuşulmaktadır.

Sonuçta seçimler, hem sermaye düzenine hizmet yarışında düzen partilerini öne çıkartmanın bir aracı, hem de yeni bir vurgun ve talan kapısı olarak görülmektedir. Bu nedenle de işçi ve emekçilere birçok boş vaadde bulunarak onları aldatmanın yolunu arayacaklardır. Emekçilerin tepkilerini, meclis çatısı altında sürdürdükleri kendi çıkar çatışmalarının dolgu malzemesi haline getirmeye çalışacaklardır. Bu yüzden işçi ve emekçiler, “düzen partilerine vereceğimiz oy yok, soracağımız hesap var!” diyebilmelidirler. Zira çözüm ne seçimde ne meclistedir, çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmdedir!