2 Mart 2007 Sayı: 2007/08(08)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sağlık emekçileriyle elele, mücadeleye!
  ABD’de ikna edildiler, MGK’de karara dönüştürdüler...
  TTB’nin “Beyaz Eylem” takvimi
Tutuklanan DTP’liler serbest bırakılsın!
Saraylara savaş kulübelere barış!
Büyüyen açlık ve yoksulluk kaderimiz olamaz!
 8 Mart etkinlikleri...
  Anadolu Yakası’nda emekçi kadın çalışması
  “Eşit işe eşit ücret!” talebinin tarih sahnesine çıkışı
  İLGP’den “ÖSS’ye hayır!” kampanyası:
  İşsizlik: Kara ölüm mü? - Yüksel Akkaya
  Haluk Gerger: ‘Yurtseverlik ile
halk sevgisi iç içedir’
  Ortadoğu’da süreç kışkırtılıyor Abu -Şehmuz Demir
  İran’a saldırı hazırlıkları devam ediyor!
  Abdullah Gül Pakistan’daydı!
  Çocuklar, misket, bomba, kapitalizm!
  Büyük tekellerden geniş çaplı
tensikat saldırısı
  DİSK’in 40. yılı ve Çelebiler’in misyonu!
  Ulugay işçilerinin direnişi sona erdi
  Bültenlerden
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

“Eşit işe eşit ücret!” talebinin tarih sahnesine çıkışı

1800’lü yıllarda sanayinin gelişmesiyle birlikte, erkek emeğinin yanı sıra kadın ve çocuk emeği de toplumsal üretime dahil oldu. Üretim tekniklerindeki gelişme, üretim sürecindeki işlerin basitleşmesi, daha çok yardımcı işlerde kullanılan kadın ve çocuk emeğinin giderek erkek işçilerle aynı düzeyde kullanılması sonucunu doğurdu. Artık kadın ve çocuklar da sanayide 14-16 saat, hatta yer yer 18 saat çalışmakta, ancak erkek işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen daha düşük ücret almaktaydılar.

Kadın emekçiler 1850’li yıllardan itibaren bu eşitsizliğe karşı haklı taleplerini daha gür bir şekilde ileri sürmeye başladılar. Sırf cinsel kimliklerinden kaynaklı daha düşük ücretle çalıştırılmalarına karşı “Eşit işe eşit ücret!” talebini ileri sürmekle kalmayıp yanı sıra uzun çalışma koşullarına bir sınırlandırma getirilmesi için “8 saatlik iş günü!” talebini de yükselttiler. İşçi ve emekçi kadınların bu mücadelesi sermaye temsilcilerinin öfkesini çekmeye yetti. Yüzü aşkın dokuma işçisi kadının yanarak can vereceği süreç böylece başlamış oldu.

İşte işçi ve emekçilerin vesile oldukça dile getirdiği “Eşit işe, eşit ücret!” talebi, 1850’li yıllardan itibaren kadın işçi ve emekçilerin can bedeli mücadelelerinin bir mirasıdır.

“Eşit işe eşit ücret” talebini bir bütün olarak işçi sınıfı yükseltmek durumundadır!

“Eşit işe eşit ücret!” talebi işçi ve emekçi kadınların çifte sömürüye karşı ileri sürdükleri haklı bir taleptir. Kadın ve erkek, tüm işçi ve emekçiler bu düzende sömürülseler de, erkek işçiler erkek olmalarından kaynaklı bir eşitsizliğe uğramıyorlar. İşçi ve emekçi kadınlar sırf kadın oldukları için ayrımcı bir muameleye maruz kalıyor, daha azgın bir sümürünün konusu oluyorlar. Hem sınıfsal hem de cinsel baskı ve sömürüyü birlikte yaşıyorlar.

Çifte sömürünün muhatabı kadınlar olsa da, bu talep sadece emekçi kadınları ilgilendirmiyor. Aynı sınıfın mensupları olarak erkek işçileri de ilgilendiriyor. Eğer erkek işçiler bu talebe ve kadınları ilgilendiren diğer taleplere sahip çıkmazlarsa, işçi ve emekçi kadınların cinsel kimlikleri yüzünden daha ağır bir biçimde sömürülmelerine onay vermiş olurlar. Bir işçinin başka bir sınıf kardeşinin cinsel kimliğinden ötürü daha fazla sömürülmesine sessiz kalması ise, kendi kölelik zincirlerine daha sıkı sarılması anlamına gelir. Çünkü kadınların cinsel kimliklerinden dolayı ikinci sınıf insan sayılmasından işçi ve emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur; işçi ve emekçileri köleleştiren bu düzen kadın emekçilere ise kölelerin kölesi olmayı dayatmaktadır. Kadının ikinci sınıf sayılması burjuva ideolojisi tarafından binbir yolla topluma şırınga edilmektedir. Çünkü kapitalistler özgürlük ve eşitlikten değil kölelik ve sömürüden yanadırlar, çıkarları bunu gerektirmektedir. Çünkü kadınlar azgınca sömürebilecekleri ucuz işgücü ve istedikleri an kapı önüne konulabilecek uysal köleler olarak kalmalıdırlar.

Öte yandan, “Eşit işe eşit ücret” talebi yalnızca kadın işçileri ilgilendirmemektedir. Kapitalistler her zaman daha fazla kâr etmek istediklerinden dolayı işçi ve emekçiler üzerindeki sömürüyü artırmaya çalışırlar. Kadın emekçiler üzerinden bunu cinsel kimliğini öne sürerek yaparken, göçmen işçiler üzerinden de ulusal, etnik kimlikler üzerinden gerçekleştirirler. Bugün Fransa burjuvazisi Afrika kökenli işçilere sırf Afrika kökenli olması nedeniyle aynı işe daha düşük ücret verirken, Amerikalı kapitalistler de Güney Amerikalı ve Hispanic kökenli işçilere karşı aynı tutumu sergilemektedir. Türkiyeli patronlar da Romen ve Azerbaycanlı işçileri daha düşük ücretle çalıştırmaktadır.

Demek ki “eşit işe eşit ücret” sorunu ne sadece kadın emekçilerin sorunudur ne de bu sorunu yaşayan emekçilerle sınırlıdır. Sorun iki karşıt sınıf arasındaki mücadele sorunudur.

Patronların böl ve yönet taktiği olarak aynı işe farklı ücret uygulaması

Kapitalist patronlar aynı işe farklı ücret politikasına işçi ve emekçileri bölmek ve ücretleri aşağı çekmek için de başvurmakta, böylece işçiler arasındaki birlikteliğin önüne geçmeyi hedeflemektedirler. Eşit işe eşit ücret talebi ise ortak bir sınıfsal tutumun ifadesidir, patronların sömürü koşullarına sınırlama getirir. İşçilerin patronlar karşısında elini güçlendiren, birliği pekiştiren, ücretlerin düşmesini engelleyen bir talep niteliğindedir.

Bu nedenle “Eşit işe eşit ücret!” talebini daha gür bir şekilde haykırmalıyız. Bizlere bırakılan mücadele mirasından öğrenmeye ve öğretmeye devam etmeliyiz.

Esareti kırmak için yürüyeceğiz!

8 Mart 1857’de Şikago’lu kadınlar daha iyi çalışma koşulları için mücadele bayrağını açtılar. Kadınlar günde 15-16 saate kadar çalıştırılıyordu. Talepleri 10 saatlik iş günü, daha iyi iş koşulları ve daha iyi ücretti.

Yine 1886’da Amerika’da dokuma işçisi on binlerce kadın aynı taleplerle direnişe geçti. Bu grev zor kullanılarak bastırıldı. Fabrika polis tarafından ateşe verildi. Çıkartılan bu yangında bir çok kadın işçi yanarak can verdi ve birçoğu da tutuklandı.

Clara Zetkin 1910 yılında Kopenhag’daki kadın konferansında, öldürülen kadınların anısına 8 Mart’ın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kabul edilmesini 2. Enternasyonal’e önerdi. Bu öneri kabul edildi.

Sınıflara bölünmüş toplumların tarihleri boyunca, toplumsal ilişkilerde kadınların bir takım özellikleri öne çıkarılmış ve onlara görevler biçilmiştir. Bu görevlere kendileri de inandırılmıştır. Onlar her zaman korunmaya muhtaçtırlar! Evlenmeden önce babanın ve ağabeyin himayesinde, evlendikten sonra da kocasına “ait” olarak düşünülürler. Tıpkı Nazım Hikmet’in dediği gibidir; “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelendir” ... Arka plandadırlar, söz sahibi değildirler. Dolayısıyla da özgüvensiz ve pasiftirler. Evde hem kadınlık, annelik görevini yerine getirirken, hem de bütün işlerin sorumluluğunu almak zorunda olan kadınlarımız daima çifte sömürüye maruz kalmaktadırlar.

Doğal gibi gösterilen bu durumun gerisinde sınıflı toplum gerçeği yaratmaktadır. Bu yüzden kadınlarımızın mücadelesi kapitalist sisteme karşı sınıf mücadelesi olmak durumundadır.

Kapitalistler için kadın ucuz işgücü anlamına gelir. Hamile kalması onun işten çıkarılma sebebi olur. Çünkü çocuğu için işten izin alması gerekir, ki bu da patron için mali kayıp anlamına gelir. Aslında bütün kadınlarımızın aynı sorunları yaşadığı söylenemez. Burjuva kadınlarını işçi kadınlarımızdan ayrı tutmamız gerekir. İşçi kadın yaşamının her alanında mücadele etmekteyken, asalak burjuva kadınları parasını nereye harcayacağını, hangi kuaföre gideceğini ve evinin mobilyasını hangi yeni modelle değiştireceğini düşünür.

Bu kadar eşitsizliğin yanı sıra kadının güçsüzlüğünden de yararlanılır. En fazla şiddeti yabancı erkeklerden değil, tanıdıkları erkeklerden görürler. Evleri bir sığınak değil bir dehşet yuvasıdır onlar için.

Ataerkil sistem, eğitim eksikliği, ekonomik bağımlılık, hukuksal süreçlerle ilgili bilgisizlik, sosyal hakların olmaması gibi bir dizi faktör, başta ev içi şiddet olmak üzere kadına yönelik pek çok ihlal kamusal alana taşınamamaktadır. Çünkü ceza yasasında “kadına yönelik şiddet” adı altında düzenlenen bir bölüm yer almamaktadır. Yasalar kadına yönelik suçları görmezden gelmektedir. Bu şiddet onların ruh ve beden bütünlüğüne veya kimliğine karşı bir saldırı olarak değil de aile düzenine bir saldırı olarak algılanmaktadır.

Türkiye’de ev içi şiddetin %41’i karakollara yansımaktadır. Bu şikayetlerin sadece %43’ü işleme tabi tutulurken,%57’sinde kadın “ikna” edilerek eşiyle barıştırılmaktadır.

Kadına yönelik şiddet erkek egemenliğinin sürdüğü, mevcut sistemin yıkılıp sosyalist bir sistemin kurulmadığı, erkek “mağdur” kadın daima “suçlu” olarak düşünüldüğü sürece devam edecektir.

Bu çağda dahi hala töre cinayetleri yaşanmaktadır. Elinde medya gibi büyük bir gücü bulunduran düzen kitlelere şiddeti normal bir şeymiş gibi göstermektedir. Bunun tek suçlusu devlettir. Çünkü devlet, feodal kalıntıları ortadan kaldırmakla, insanların canını, malını ve onurunu korumakla yükümlüdür.

Kapitalist sistemde ve ataerkil sistemde ücretsiz temizlikçi, çocuk bakıcısı olarak düşünülen kadın medyada “erotik” olarak kabul edilen bir et parçası, seyirlik bir nesne konumundadır. Cinselliğin ve bedenin teşhiri medya için önemli kar demektir. Kadınların yer aldığı haberlerin %32.3’ü eğlence ve magazin, %17.4’ü ise şiddet içeriklidir. Kadın teşhirinin yapıldığı haber sayısı erkeklerin konu edildiği haberlerin kat be kat üstündedir. Yazılı ve görsel basında kadının cinselliği “arka sayfa güzeli” olarak doğrudan pazarlanmaktadır. Tecavüz ve taciz haberleri dahi cinsel çağrışımlar yaratıcı biçimde yapılmakta ve sansasyon içermektedir.

Son yıllarda Türkiye dahil olmak üzere tüm dünyada kadınların medyada artan oranlarda cinsel nesne olarak teşhir edilmeleri tesadüf değildir. Kapitalizmin derinleşen krizi bir yandan işsizliği çığ gibi büyütmekte, bir yandan da kapitalistlerin kârlarını artıracağı “yeni sektörler” yaratılmakta ve buna uygun “piyasalar” genişletilmektedir. Tüm bunlara bağlı olarak 20-30 yıldır fuhuşta büyük bir patlama yaşanmakta, cep telefonu ve internet pornografisi vb. kolları olan küresel bir fuhuş endüstrisi oluşmaktadır.

Kadınların eğitilmesi, gözlerinin açılması istenmez. Mücadeleyi başlatan, tabuları yıkan, erkeklerle eşit haklara sahip olması gerektiğini savunan anaların bilinçli, bu yozlaşmış ve çürümüş düzeni yıkabilecek evlatlar yetiştirilmesinden korkulmaktadır. Çünkü sosyalizmin olduğu yerde kan emicilerin beslenecek yerleri kalmayacaktır.

Kadınlarımızın nihai kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz bir sistem olan sosyalizmden geçmektedir. Kadın, kurtuluşunun yolunu açmak için kapitalist düzene karşıyı mücadeleyi yükseltmek durumundadır. Kadının esaret zincirleri bugünden yükseltilecek mücadele içinde kırılmaya başlayacaktır.

İzmir İşçi Kültür Sanat Evi Kadın Komisyonu’ndan bir emekçi