2 Mart 2007 Sayı: 2007/08(08)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sağlık emekçileriyle elele, mücadeleye!
  ABD’de ikna edildiler, MGK’de karara dönüştürdüler...
  TTB’nin “Beyaz Eylem” takvimi
Tutuklanan DTP’liler serbest bırakılsın!
Saraylara savaş kulübelere barış!
Büyüyen açlık ve yoksulluk kaderimiz olamaz!
 8 Mart etkinlikleri...
  Anadolu Yakası’nda emekçi kadın çalışması
  “Eşit işe eşit ücret!” talebinin tarih sahnesine çıkışı
  İLGP’den “ÖSS’ye hayır!” kampanyası:
  İşsizlik: Kara ölüm mü? - Yüksel Akkaya
  Haluk Gerger: ‘Yurtseverlik ile
halk sevgisi iç içedir’
  Ortadoğu’da süreç kışkırtılıyor Abu -Şehmuz Demir
  İran’a saldırı hazırlıkları devam ediyor!
  Abdullah Gül Pakistan’daydı!
  Çocuklar, misket, bomba, kapitalizm!
  Büyük tekellerden geniş çaplı
tensikat saldırısı
  DİSK’in 40. yılı ve Çelebiler’in misyonu!
  Ulugay işçilerinin direnişi sona erdi
  Bültenlerden
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD’nin telkinleri ve MGK kararları ekseninde…

Türkiye’nin Güney Kürdistan ve İran politikası

Düzen cephesinde özellikle de Kürt sorunuyla ilgili olarak işlerin pek iyi gitmediği gözleniyor. Güney Kürdistan ve Kerkük’le ilgili gelişmelerden rahatsız olduğu bilinen düzen siyasetçileri bundan bir süre önce sınır ötesi operasyon planları üzerinden atıp tutuyorlardı. Ta ki ABD emperyalistleri hem hükümet hem de ordu temsilcilerini Washington’a çağırıp kendilerine gerekli telkinlerde bulunana dek. Son günlerde alevlenen Talabani ve Barzani’yle “görüşürdük, görüşmezdik” tartışmasının arkasında da aslında ABD kaynaklı telkinlerin bulunduğu son MGK toplantısı sayesinde açıklık kazandı. Sorunların çözümü için “siyasal ve diplomatik çabaların” arttırılacağını ilan eden MGK bildirisi, Güney’e dönük bir askeri operasyon ihtimalinin de şimdilik rafa kalktığını gösteriyor.

Son MGK toplantısında, “Kuzey Irak’tan yönelen terör tehdidinin ve Kerkük’ün statüsüne ilişkin uzlaşmazlığın Irak’ta yarattığı istikrarsızlık ve gerilimin aşılabilmesi amacıyla siyasi ve diplomatik çabaların yoğunlaştırılmasında yarar görüldüğü” görüşüne varıldı. MGK bildirisinin dikkat çeken yönü, “siyasi ve diplomatik çaba” vurgusuydu. Çünkü, MGK toplantısı öncesinde gündeme damgasını vuran Güneyli Kürt liderlerle görüşme konusuydu.

Hatırlanacağı gibi Büyükanıt, Kürt liderlerle görüşme konusunda, bu grupların PKK’ye destek verdiğini belirterek, bir asker olarak kendisinin onlarla görüşecek bir şeyinin olmadığını, ama isteyenin görüşebileceğini söylemişti. Bu konuda ordu ile hükümet arasında öze ilişkin bir ayrım olmadığı, her iki kesimin de ABD’nin telkin ettiği gibi, Barzani ve Talabani’yle daha yakın bir işbirliğine gidilmesi gerektiği konusunda görüş birliği içinde oldukları son MGK kararlarıyla resmiyet kazandı. Gelinen yerde aralarındaki çelişki, sürecin siyasi sorumluluğunu yüklenme noktasında düğümleniyor denebilir. Kuşkusuz ki, ordu bu süreçten hükümeti zayıflatarak çıkmak isteyecektir.

ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte Güney Kürtleri devletleşme sürecinde geri dönülmez bir yola girdi. Buna paralel olarak onlarca yıldır sermaye iktidarının temel çizgilerini oluşturan kimi tercihleri siyaseten tartışma konusu haline gelmeye başladı. Son üç yıldır siyasal gündem ve toplumsal yaşamı belirleyen gelişmeler bu eksene bağlı olarak şekilleniyor. ABD’nin Irak işgalinin ardından bölgesel tercihleri ne Güney Kürdistan’ı ne de Türkiye’yi küstürmemek şeklinde belirince, Türkiye siyaseti bir dizi başlıkta sıkışma içine girdi.

Hatırlanacağı üzere, düzen cephesi yeni yılın ilk günlerinden başlayarak Kerkük konusuna yoğunlaştı. Açılış Erdoğan tarafından yapıldı. Erdoğan özlü biçimde “dış politikada önceliğimiz AB değil Irak’tır“ diyerek, konuşmasında ayrıca ABD’ye göndermelerde bulunarak, Irak’a müdahale haklarının olduğunu iddia etti. Onu MİT Müsteşarı‘nın, “Türkiye bölgedeki gelişmeler karşısında savunmada kalamaz” biçimindeki çok konuşulan çıkışı izledi. Hemen ardından CHP, meclisi Güney Kürdistan ve özelde Kerkük konusunda konuşmak üzere meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı. CHP’nin meclisten talebi Güney Kürdistan’a askeri bir operasyon için düğmeye basılması ve Meclis’ten bu yönde karar çıkarılmasıydı. CHP’nin bu girişimiyle toplanan meclis konuyu “gizli gündem” kapsamına alarak görüştü. Son olarak ise, Irak Milli Petrol Şirketi’nin, petrol ticareti yapan Türk şirketlerine bundan böyle muhataplarının Güney Kürdistan Yönetimi olduğu biçimindeki kararı gündeme geldi. Kerkük gündemi bu tartışma konularına bağlı olarak sistemli bir şekilde işleniyor, bu şoven-milliyetçi bir kampanya biçiminde yürütülüyordu. Açıktır ki, sermaye devletinin en önemli gündemlerinden birini Kerkük oluşturuyor.

Kuşkusuz ki, Kerkük’ü düzen için bu denli önemli bir gündem haline getiren neden, Kerkük’ün statüsünün belirleneceği referandumun 2007 yılı içerisinde yapılacak olmasıdır. Çünkü, Kürt nüfusu Kerkük’te ezici bir ağırlığa sahiptir ve bu durumda Kerkük’ün Güney Kürdistan yönetimine bağlanacağı kesin gibidir. Bu sonuç, Irak petrollerinin yarısına yakınının çıkarıldığı bu kentin Kürt yönetimine bırakılması anlamı taşıdığı ölçüde, bağımsız bir Kürdistan için de hayati bir adım olacaktır. Elbette bu durum, Türkiye‘de de Kürt sorununu alevlendirecek ve Kürt sorunu konusunda 80 yıllık politikası iflas etmiş bulunan düzen açısından büyük bir açmaz olacaktır. Bu çerçevede Güney Kürdistan’daki gelişmelerin Kuzey’de yaratacağı sonuçlar konusunda uzun süredir etraflı bir tartışma yapılıyor. Bir süre önce eski MİT müsteşar yardımcısı soruna ilişkin oldukça net ve çarpıcı ifadeler kullandı. Devletin inkâr ve imha siyasetinin çözümsüz bir siyaset olduğunu, artık Güney Kürdistan’daki önü alınamayan devlet oluşumu karşısında imha siyaseti dışında yeni politik açılımların üretilmesi gerektiğini, aksi halde Türkiye’nin oldukça ciddi bir bölünme riskiyle yüz yüze kalacağını, Kürt sorunu konusunda inisiyatifi tümden yitirebileceğini dile getirdi. Statüsünün kesinleştirilmesiyle birlikte Kürdistan devletine sağlam bir ekonomik temel kazandıracak olan Kerkük, tam da bundan dolayı sermaye devletinin öncelikli siyaseti haline geldi.

Sermaye devletinin Kerkük üzerinden geliştirdiği tek siyaset, hiçbir karşılığı olmayan Türkmen kartı ve askeri bir saldırıdan başka bir şey değildi. Düzenin tüm siyasal güç odakları da bu seçenekten başkasını telaffuz etmemekteydiler. Fakat gelinen noktada son MGK kararlarının da gösterdiği gibi, ABD’ye rağmen Güney Kürdistan’a yönelik bir askeri müdahale mümkün değildir. Çünkü, köpekçe bir sadakat düzeyinde Amerikancı olan hükümet ve ordunun, daha genelde ise sermaye iktidarının ABD’ye rağmen bunu yapma olanağı yoktur. Öyle ki, Güney Kürdistan konusunu “kırmızı çizgi” diye pazarlık konusu yapmaya kalkanlar, bir kez daha ABD’nin telkini karşısında, tutumlarını yumuşatmak zorunda kalmışlardır. Bu sonuç üzerinde Dışişleri Bakanı Gül’ün ve Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın son ABD ziyaretlerinin belirleyici olduğu besbelli.

Richard Holbrooke, Washington Post‘ta yayınlanan “Türkler ve Kürtler için fırsat mı?” başlıklı yazısında ABD’nin bu konudaki tutumunu yansıtıyor: “Arkalarındaki tarih ne olursa olsun, Türkiye ve Irak Kürdistan’ı birbirlerine muhtaçlar. Kürdistan, Türkiye ile güneydeki kaos arasında bir tampon olabilir. Buna karşılık, Türkiye de, teknik olarak Irak’ın parçası olsa da, işlevselliğini yitirmiş bir Bağdat hükümetinden fiilen kopmuş bir Kürdistan’ın hamisi olabilir. Dahası, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta büyük ekonomik imkânı mevcut; şu anda Kürt kalkınmasının ana motoru 300’den fazla Türk şirketi ve kayda değer yatırımlar... Karşılıklı yakınlaşma, her iki tarafın büyük çabasını gerektiriyor... Kerkük’e ilişkin meşru Türk kaygılarını gözönüne alacak bir uzlaşma zorunlu. Bu, özellikle, Türk askeri tarafından zor olacak olsa bile, güçlü Amerikan teşviki ile buna çaba göstermenin gerekli olduğuna inanıyorum.”

Kuşkusuz ki, teşvik edici bu sözler, ordusuyla hükümetiyle sermaye iktidarının “siyasi ve diplomatik çabası” nın da arka planına ışık tutuyor. Gerçekte Türkiye açısından yaşanan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda iç ve dış politikasının yeniden şekillendirilmesi sürecinden ibarettir. Bu politika değişimini ABD için yakıcı hale getiren temel etkenlerden birisi, besbelli ki İran’a dönük askeri saldırının güçlü bir olasılık kazanmasıdır. Güney Kürdistan’daki İran Konsolonsluğu’na yönelik çuval operasyonunu, Irak’taki İran gizli istihbarat ajanlarının öldürülmesi emrini ve savaş gemilerinin Basra Körfezi’ne gönderilmesini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bütün gelişmeler, ABD’nin İran’a yönelik bir askeri operasyon hazırlığı yaptığını gösteriyor. Anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye’den talepleri de bu askeri saldırı kapsamındadır. Kuşkusuz ki, son MGK kararlarına rengini veren de ABD’nin talepleri olmuştur.

Bir başka ifadeyle, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik “siyasi ve diplomatik çaba”sının öbür yüzünü genelde Ortadoğu’ya, özelde İran’a yönelik ABD askeri saldırısına suç ortaklığı tamamlıyor. Nitekim son ABD gezisinde Büyükanıt, İran konusunu ihmal etmedi. Büyükanıt, “Korkularımızın, duygularımızın esiri olmamamız lazım” dediği konuşmasında, İran’ın nükleer tehdit oluşturması konusunda kaygılar taşıdıklarını vurguladı. Hiçbir şeyden korkmazken, İran konusunda kaygılı olmalıydık! Açıktır ki, ABD gezisinde verilen bu mesaj, Türkiye’nin İran politikasında tümüyle ABD söylemine angaje oluşu anlamına geliyor.

Yaşanan gelişmeler üzerinden söylemek gerekirse, halkların emperyalizme ve işbirlikçi gerici rejimlere karşı birleşmesinin, tam bir dayanışma içerisinde hareket etmesinin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç haline geldiğini göstermektedir. Bölgenin mazlum halklarının birbirlerine dayanmaktan, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı birleşmekten başka bir çıkış yolları yoktur. Emperyalizmin ve işbirlikçi uşak takımının Kürt sorununu, bölge ülke ve halklarını kendi gerici emellerine yedeklemek için kullanmasını ve onlara dönük saldırganlığı engellemenin yolu, açıktır ki, “İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” temelinde mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir.