23 Şubat 2007 Sayı: 2007/07(07)

  Kızıl Bayrak'tan
   Siyonist İsrail’le işbirliği pekiştiriliyor
  İşbirlikçiler yeni suçlara ortak
olmaya hazırlanıyor!
  Ordu ve hükümet arasında Güney Kürdistan gerilimi...
Dinci gericiliğe ve düzenin laiklik sahtekarlığına karşı
Milliyetçilik versiyonları ve düzen medyası
8 Mart faaliyetleri ve etkinliklerinden...
 8 Mart yaklaşırken emekçi kadınlara yönelik çalışmamız üzerine...
  “Ev kadınlarına sigorta hakkı!”
  İbrahim Ethem İlaç işçisi fabrikaya kapandı...
  Haluk Gerger ile Ortadoğu’daki son gelişmeler üzerine konuştuk...
  Dışişleri Bakanı Washington’dan sonra
Suudi Arabistan’da!
  Filistin yönetimine tam teslimiyet dayatılıyor
  Yükselen bir kapitalist güç: Sosyal-emperyalist Çin
  TİB-DER Genel Kurulu gerçekleşti...
  ÇAM-DER’de birinci yıl etkinliği
  100. sayımızla sesimizi daha da
yükseltiyoruz
  “GATS, AB uyum sürecinde
meslekler nereye?”
  Yaşar Büyükanıt’ın ABD gezisi ve bir
kez daha ortaya çıkan gerçekler - M. Can Yüce
  Bültenlerden...
  Basından...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD-İsrail boykotu devam edecek!

Filistin yönetimine tam teslimiyet dayatılıyor

Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Mekke görüşmelerinde anlaşmaya varan El Fetih ve Hamas, Filistin’de yeni bir dönemin başlayacağını “müjde”lemişlerdi. Filistinliler’i barıştırma misyonuna soyunan, bu amaçla ekonomik ve siyasi gücünü kullanan Suudi Arabistan rejimi de benzer savlar öne sürmüştü. Buna göre; Filistin halkı üzerindeki ambargo kaldırılacak, aralarında anlaşan Filistinliler İsrail devletini tanıyarak 1967 işgali öncesi sınırlarda başkenti Kudüs olan bir Filistin devleti kurabilecekti.

Anlaşmadan sonra İngiliz The Guardian gazetesine bir makale yazan Hamas’ın siyasi lideri Halid Meşal, Filistin halkını cezalandıran ambargo için ortada bir gerekçe kalmadığını dile getirerek, uluslararası toplumun ambargoya bir an önce son vermesi gerektiği çağrısında bulundu. Filistin Yönetimi başkanı Mahmut Abbas da benzer şekilde iddialı çıkışlar yaptı. Ancak beklendiği üzere “uluslararası toplum” diye adlandırılan ABD emperyalizmi ile müttefiklerinin Filistin’e karşı tutumlarında herhangi bir değişiklik olmadı.

Mekke Anlaşması’ndan sonra istifa eden Filistin başbakanı İsmail Haniye, Mahmut Abbas tarafından ulusal birlik hükümetini kurmakla görevlendirildi. Beş hafta içinde kurulması beklenen Hamas-El Fetih hükümetinde, Filistinli diğer gruplara da temsil hakkı tanınacağı bildirildi. Birlik hükümetinin kurulmasıyla ilgili açıklama yapan Mahmud Abbas, “dünya, el Fetih-Hamas ortaklığıyla yaşamayı öğrenmeli” dedi. Ancak Abbas’ın bu kendinden emin konuşması, beklendiği gibi pek dikkate alınmadı.

Bu arada Hamas’la El Fetih ortaklığında kurulması planlanan ulusal birlik hükümetinin, hem iç çatışmalara, hem de ekonomik sıkıntı yaratan dış yaptırımlara son vermesini uman Filistinliler kısa sürede hayal kırıklığına uğradılar. Zira Washington-Tel Aviv merkezli açıklamalar herhangi bir değişiklik olmayacağı konusunda, iki tarafın da fikir birliği içinde olduğunu ilan ediyordu.

“Filistin birlik hükümetinin, ABD’nin bölgedeki barış çabalarını karıştırdığını” iddia eden ABD Dışişleri Bakanı, “birlik hükümetinin, İsrail’i tanımayı da kapsayan tüm uluslararası anlaşmaları tanımaması durumunda, bakanlıkları ayırt etmeksizin boykot edeceğini” belirtti. Beyaz Saray Sözcüsü Tony Snow ise “Koşullarımız aynı” açıklamasını yaparak, vahşi ambargonun devam edeceğini teyit etti.

Bu küstahça tehditlerin gölgesinde Kudüs’te gerçekleşen “üçlü zirve”den de bir sonuç çıkmadı. Zaten çıkması da mümkün değildi. Zira İsrail başbakanı, ABD dışişleri bakanı ve Mahmut Abbas’ın katıldığı zirve, ABD-İsrail dayatmalarının yenilenmesinden öte bir anlam taşımıyordu. Filistin halkının iradesini kaba bir şekilde çiğneyen Olmert-Rice ikilisi, Hamas’la El Fetih’e tam teslimiyeti dayattı. Mahmut Abbas’ın bile isteneni yerine getirmesi mümkün olmadı. Emperyalist güçlerden medet ummakla malul bir anlayışın temsilcisi olan Abbas, ABD’den beklentileri konusunda da birkez daha hayal kırıklığına uğradı.

Amerikancı Suudi rejiminin planına onay veren Hamas’la El Fetih, emperyalist/siyonist güçlerin tutumlarında kayda değer bir değişiklik bekliyorlardı. Mekke Anlaşması’nda taviz veren taraf olan Hamas liderleri de Mahmut Abbas gibi bazı beklentiler içindeydi. Ancak emperyalist-siyonist güçlerin küstah tutumlarına karşı taviz verilerek hak kazanıldığı görülmüş şey değildir. Filistin deneyiminin de kanıtladığı gibi, özgürleşmenin yegâne yolu işgale ve zorbalığa karşı direnmektir.


İran’a saldırı için sahte gerekçeler...

Yalan kampanyasına ilk tekzip ABD savaş makinesinden…

İran’ı hedef alan küstahça tehditler birbirini izlerken, bazı “uzman”lar bu ülkeye saldırı tarihi vermeye başladı. Oysa bu pervasızlığı sergileyen ABD-İngiltere-İsrail rejimlerinin -temsil ettikleri zihniyete göre bile- İran’a saldırmak için gerekçe gösterebilecekleri hiçbir veri yok ellerinde. Bundan dolayı tıpkı Irak işgali öncesinde olduğu gibi yalan kampanyası başlatan savaş kundakçıları, çeşitli gerekçeler uydurarak İran’ın “dünya barışı” için ne kadar “tehlikeli” olduğunu ispatlamaya başladılar.

İşgal ordularının Irak’ta verdikleri kayıpların arttığı günlerde İran’ı hedef gösteren yalanlar serisi piyasaya sürüldü. Buna göre İran, Şii milislere gelişmiş bomba düzenekleri sağlamış, bu bombalarla yapılan saldırılarda 170 ABD askeri ölmüştür. Saldırılarda kullanılan silahlar, İranlı üst düzey yetkililerin emriyle Irak’a gönderilmiş.

Bağdat’ta basın toplantısı düzenleyen işgalci Amerikan ordusu subayları da, yol kenarlarına yerleştirilen bombalar, çeşitli çapta havan topları ve farklı türden patlayıcılar göstererek, bu silahların İran tarafından Irak’a gönderildiğini iddia ettiler. Gazetecilere İranlılar’a ait kimlikler gösteren subaylar, bu kişilerin Irak’taki şiddet olaylarına karıştığını da öne sürdüler. Ancak bu kadar iddialı konuşan işgalciler, gazetecilerin fotoğraf çekmesine ve kayıt yapmasına izin vermediler.

Her kapitalist devletin bir yalan üretme makinesi olduğunu bilenler için sözkonusu iddiaların uydurma olduğunu anlamakta bir güçlük yoktur kuşkusuz. Ancak bu defa yalanlara itiraz bizzat işgalci ABD ordusunun tepesinden geldi. Avustralya gezisinde bulunan Amerikan Genelkurmay Başkanı General Peter Pace iddialarla ilgili açıklamasında, bu kanıtların “İran’da üretilen bazı malzemelerin” Irak’ta kullanıldığını göstermekten ibaret olduğunu söyledi

Roketlerin İran’da üretildiğini bildiklerini kaydeden Amerikalı general, “Ama bildiklerimizden bu silahların İran hükümetinin bilgisi ya da işbirliğiyle Irak’a getirildiğini söyleyemem” dedi.

Demokrat partili senatörlerden Chris Dodd ise, Bush yönetiminin bundan önce kanıt olarak sunduğu bilgi ve belgelerde sahtecilik yapmaya çalıştığını ve bu nedenle sözkonusu iddialar konusunda da şüpheleri olduğunu dile getirdi. Ron Wyden adlı senatör de Bush yönetiminin Irak’ın işgalinden önce sahnelediği senaryoyu şimdi İran için tekrarlamaya uğraştığını belirtti.

Öte yandan BBC yayın kuruluşuna konuşan bazı İngiliz yetkililer, Ortadoğu’daki başka ülkelerde de benzer teknolojinin kullanıldığını dile getirdiler.

Diğerleri bir yana, bizzat Amerikan savaş makinesinin başından gelen yalanlama Beyaz Saray’da sıkıntı yarattı. Konuyla ilgili açıklama yapma zorunluluğu hisseden Bush yönetimi, yalanları sahiplendi. Açıklamayı yapan Beyaz Saray sözcüsü Tony Snow İran yönetiminin Şii milislere patlayıcı düzenekler sağladığına emin oldukları yalanını tekrarladı. Pace’in açıklamalarının hatırlatılması üzerine Snow, Genelkurmay Başkanı’nın kişisel açıklamalarda bulunduğunu iddia ederek soruyu geçiştirdi.

Halkları köleleştirme seferinin başını çeken haydut takımı sözkonusu olunca, artık yalancının mumu yatsıya kadar bile yanamıyor. Savaş kışkırtıcılarının uydurduğu yalanların açığa çıkartılıp teşhir edilmesinin önemi yadsınamaz. Fakat bu pervasız saldırganlığı dizginleyecek olan yine de halkların anti-emperyalist direnişidir.


Avrupa Parlamentosu CIA’yla suç ortaklığını tescil etti

CIA’nın işkence için tahsis ettiği uçak filosunun Avrupa semalarında cirit attığını, dahası “uygar batı”nın pek çok devletinin bu vahşi suça bilerek ortak olduğunu dünya geçen yıl öğrenmişti. Ortaya çıkan veriler son derece somuttu; kayıt altına alınan uçuşların sayısı, yeri, tarihi saptanmıştı. Başka bir ifadeyle kimin ne yaptığı alenen ortadaydı. Kuşkusuz bu suç ortaklığı çetelesi kayıt dışı bırakılan uçuşları kapsamıyordu.

Herşey apaçık olduğu halde Avrupa Parlamentosu (AP), suç ortaklığını soruşturmak için geçici bir komisyon oluşturmuştu. Bir yıldan uzun süredir Avrupa ülkelerinin bu uygulamaya destek verip vermediğini araştıran İran komisyonu, nihayet raporunu yayınladı.

Hazırlanan raporda Türkiye’nin yanısıra 14 AB üyesi “suç ortaklığı” yapmakla suçlanıyor. Bunlar arasında Almanya, İtalya, İngiltere gibi ülkeler özellikle sert bir üslupla eleştiriliyor. Rapora göre CIA’ya bağlı işkence filosuna ait uçaklar Avrupa’da en az bin 245 gizli uçuş yapmış.

Komisyonun hazırladığı raporun oylamasına katılan milletvekillerinden 382’si kabul yönünde oy kullanırken, 256 parlamenter rapora karşı çıkmış, 74 üye ise çekimser kalmıştır. Yani AP üyelerinin ancak yarıdan biraz fazlası raporun kabulü yönünde oy kullanmıştır.

Sonuçta rapor onaylandı, ancak oylama sonuçları, AP üyelerinin yarıya yakınının CIA’yla girişilen suç ortaklığını savunan bir zihniyeti temsil ettiğini de gözler önüne serdi. Kuşkusuz bu sonuç şaşırtıcı değil. Zira vahşi kapitalizmin savunusuyla ilgili şu veya bu kurumun işkenceyi mübah sayması istisna değil kuraldır.

Avrupa Parlamentosu’nda oylanan raporun Avrupa Birliği hukukunda bir bağlayıcılığı yok. Buna karşın Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz’de savcılar, işkence uçaklarının ülkeleri üzerinden nakil yaptığı suçlamalarını soruşturuyor.

AP onayından geçen raporun somut olarak ortaya koyduğu suçlar veya bundan dolayı açılan soruşturmalarla CIA’nın suç ortaklarından hesap sorulması beklenmiyor elbette. İnsanlığa karşı işlenen bu ağır suçların hesabını sormak anti-emperyalist/anti-kapitalist mücadele yürütenlerin sorumluluğudur.


İsviçre’de sağlıkta vurgun!

İsviçre’de yıllardır özel sigorta sistemi uygulanmaktadır. İnsanlar özel sigorta yaptırmak zorundadır. Parası olmayanlarınkini ise sözde devlet karşılıyor. Her yıl emekçilerin ücretine ortalama yüzde 2 zam yapılırken, sigorta giderlerini karşılayamıyoruz diye en az yüzde 10 zam yapılıyor.

2003’te kolektif sigortayı savunan bir komite oluşturulup, refarandum için 111.154 imza toplayarak referandum kararı çıkarttı. İsviçre hükümeti referandumu 11 Mart’ta yapma kararı almak zorunda kaldı.

Sistem nasıl çalışıyor? İsviçre’de 87 sigorta şirketi var. Bunların yaklaşık 20 tanesi pazarın yüzde 89’unu kontrol ediyor, yani pastanın büyük bir kısmı ellerinde. Bu arada hiç duymadığınız sigorta firmaları ürüyor, 1-2 yıl sonra ortadan kayboluyor. Çünkü öyle bir sistem oluşmuş ki, iki yıl sonra ya kapatıyorlar ya da başka bir kampanyayla birleşiyorlar. Sigorta şirketleri arasında her yıl büyük bir sirkülasyon yaşanıyor. Özellikle gençler arasında. Çünkü birçok kampanya müşteri kapmak için cazip fiyatlar uyguluyor. Müşteriyi topladıktan sonra da istedikleri zammı yapıyorlar. Bu sigorta şirketleri baştan kendilerine rezerv adı altında miktarı açıklanmayan rakamlar ayırıyor. Bu rezervler zor dönemde kullanılmak için. Ancak bu rezervlerin akıbeti hiç bilinmiyor, kasalardan yokoluyor.

Bu sigorta şirkelerinin rezervden hariç kârı oluyor. Bu firmaların direktörleri, yardımcıları, şube müdürleri, diğer çalışanları emekçilerin sırtından milyarlar vuruyor.

İsviçre’de 100 çeşit sigorta var. En cazip olanı da ek sigorta denilen sigorta türü. Örneğin ödenmeyen ilaç çeşitlerinin ödenmesi, başka bir şehir veya ülkede hastalanırsanız farkların ödenmesi vb. Şirketler şimdi bu sigorta çeşidini ellerine geçirmek istiyorlar. Çünkü bu sigortayı olurken kalıcı bir hastalığın olmayacak, son 5 yılda hastalık geçirmemen veya ameliyat olmaman gerekiyor. Bu koşullarda zor olduğundan kolay kolay sigorta değiştiremiyorsun.

Kurulan kolektif sigortanın istemleri ise şunlar:

1- Sigorta kurumu tek ve sosyal olmalıdır.

2- Herkesin kazancına göre prim sistemi olmalıdır.

3- Sigortanın tüm gelir ve giderleri herkese açık olmalıdır.

4- Çalışmayanların primleri devlet tarafından karşılanmalıdır.

5- Herkes istediği doktoru seçmelidir. Gelinen yerde birçok sigorta şirketi doktorlara baskı kurarak pahalı ilaç yazmasına engel olmaktadır. Eğer hastanın ameliyat masrafı fazla tutuyorsa ameliyatını yaptırmıyorlar.

Kazanamıyoruz diye her yıl en az yüzde 10 zam yapan, doktor ve ilaç parasının en az 350 frankını hastadan alan bu sigorta sistemi vurgunun adıdır. Referandumdan evet çıkması için tam 7 milyon frank propaganda için ayırılmış durumda.

Önemli olan bu referandumun geçmesi değil, bu vesileyle böylesine önemli bir sorun üzerinden kitlelere gidebilmek, sorunları onlara anlatabilmekti. Ne var ki devrimciler bunu iyi değerlendiremediler. Ancak yine de geç değil. Sağlıkta yaşanan vurgunu anlatmak ve sosyal haklar için mücadele çağrısı yapmak hala temel önemdedir.

BİR-KAR/İsviçre