23 Şubat 2007 Sayı: 2007/07(07)

  Kızıl Bayrak'tan
   Siyonist İsrail’le işbirliği pekiştiriliyor
  İşbirlikçiler yeni suçlara ortak
olmaya hazırlanıyor!
  Ordu ve hükümet arasında Güney Kürdistan gerilimi...
Dinci gericiliğe ve düzenin laiklik sahtekarlığına karşı
Milliyetçilik versiyonları ve düzen medyası
8 Mart faaliyetleri ve etkinliklerinden...
 8 Mart yaklaşırken emekçi kadınlara yönelik çalışmamız üzerine...
  “Ev kadınlarına sigorta hakkı!”
  İbrahim Ethem İlaç işçisi fabrikaya kapandı...
  Haluk Gerger ile Ortadoğu’daki son gelişmeler üzerine konuştuk...
  Dışişleri Bakanı Washington’dan sonra
Suudi Arabistan’da!
  Filistin yönetimine tam teslimiyet dayatılıyor
  Yükselen bir kapitalist güç: Sosyal-emperyalist Çin
  TİB-DER Genel Kurulu gerçekleşti...
  ÇAM-DER’de birinci yıl etkinliği
  100. sayımızla sesimizi daha da
yükseltiyoruz
  “GATS, AB uyum sürecinde
meslekler nereye?”
  Yaşar Büyükanıt’ın ABD gezisi ve bir
kez daha ortaya çıkan gerçekler - M. Can Yüce
  Bültenlerden...
  Basından...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Haluk Gerger ile Ortadoğu’daki son gelişmeler üzerine konuştuk...

“ABD’nin bütün bir yönelimi çılgınca bir sürüklenişin dinamiklerini üretiyor...”


Batakta çırpınmak ama çıkamamak...

- İşgal ordularına komuta eden ABD emperyalizmi ile suç ortağı İngiltere’nin Irak’ta bataklığa saplandığı kuşkusuz bilinmekteydi. Buna rağmen Pentagon’daki savaş kurmayları 2006’nın sonuna kadar taktiklerinde ısrar ettiler. Ancak “Irak Çalışma Grubu”nun hazırladığı “Baker-Hamilton” raporuyla Irak’taki durumun “dehşet verici” olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar. Bu itirafı, salt işgal ordularının değil, fakat aynı zamanda “Büyük Ortadoğu/büyük İsrail” projesinin de bataklığa saplanması olarak değerlendirebilir miyiz?

Sizin de belirttiğiniz gibi, bu rapor özünde yenilginin itirafıdır. Ne var ki, “bataklık” kendini farklı biçimde, farklı yerde gösteriyor. Bush, yenilginin raporda sözedilen gereklerini yerine getirmeyeceğini açıkladı; işte “batağa düşmek,” “batakta çırpınmak ama çıkamamak” tam da budur. Bir ülke, bir başka ülkeye, kendi çıkış imkanlarını da berhava ederek girer ve askeri başarısızlığa uğrarsa, işte o zaman batağa saplanıp kalmış olur. ABD’nin de durumu budur. Nitekim Baker raporu da, muhalefet de (Kerry’i anımsayın) Irak’tan çıkmayı gerçekçi bir alternatif olarak görmüyor. Yeniliyor ama çıkamıyor, işte size bataklığa saplanmak.

Bu, Vietnem’da da böyleydi: kaç başkan geldi geçti, Johnson seçimlerde aday bile olamadı ama hiçbiri çekilemedi. ABD 58 bin ölü verdi, ekonomik bunalıma girdi, enflasyon yüzde 15’leri vurdu, yine orada debelendi durdu. İçerde muhaliflere kurşun atıldı, öğrenciler öldürüldü, Kongre ile Yürütme birbirine girdi, sistem neredeyse çöktü, yine olmadı. Sonunda, ağır bir yenilgiye uğrayarak kovuldu, bataktan ancak böyle çıkabildi. Artık gerçekliği saptanmış yenilginin gereklerini yerine getiremektir “batağa saplanmak.”

BOP’a gelince; ABD, Irak’a önce salt şiddete, kaba gücüne ve askeri varlığın tek başına yeterli olduğuna inanarak girdi. Hatta, sadece askeri varlığıyla bütün Ortadoğu’yu yeniden şekillendirebileceğine inandı. Ama bu olmadı; Irak Direnişi, bu görüşün ham hayal olduğunu gösterdi. Bunun üzerine, “kaba kuvvet tek başına yetmiyor, ‘yumuşak gücümüz’ü de kullanmak gerek” diye BOP devreye sokuldu. Bu, kaba ve çıplak şiddetin yanına ideolojik/kültürel hegemonyayı de katmak projesi idi. Uygarlıklar beşiği kadim Ortadoğu bu değerler hegemonyası saldırısını püskürttü, daha doğrusu, öylesine reddedildi ki bu ideolojik saldırı, daha baştan ölü doğdu.

Bunun üzerine yeniden başa dönüldü, şiddetin ipine sarılmak yolu tutuldu. Önce tetikçi Siyonist Devlet’in, Filistin ve Lübnan saldırıları geldi. Ardından da Bush’un “surge” stratejisi, yani 20,000 yeni asker gönderme kararı. Kısır döngü, ya da sizin deyimizle “bataklığa saplanmak”, bu işte...

ABD’nin Ortadoğu stratejisi ve global emperyalist hegemonya planı...

- Irak’ta hezimeti kabul eden neo-faşist çetenin lideri Bush, “Yeni Irak Stratejisi”ni ilan etti. Görüldü ki, “yeni strateji” Baker-Hamilton raporunun tavsiyelerine en azından şimdilik uymuyor. Bu stratejinin, özü itibarıyla, halklar üzerindeki zorbalığı İran-Suriye halklarını da kapsayacak şekilde yayıp derinleştirmek dışında, öncekinden bir farkı var mı?

Özünde yok. Yukarıda da belirttiğim gibi, yeniden başa dönüldü ve salt kaba kuvvete indirgenen çıkmaz sokağa sapıldı. Belki bu kez, salt kendi gücüne dayanmaktan ziyade, bölge tetikçiliğine daha fazla rol verme taktiği eklenmiş olabilir genel gidişe. İsrail’in Lübnan’da devreye sokulması bunun bir göstergesi gibi. Türkiye’ye de İran’da bir rol düşmesinin tartışılıyor olması da bu senaryoya uygun. Başta da, zorbalığın Irak’tan sonra Suriye-Iran hattından bütün bölgeye yayılması sözkonusuydu, şimdi de. Ama baştaki gözü karalık, tek başına yürüme iradesi ve kararlılık bugün yok. Yenilginin, Irak fiyaskosunun etkileri bunlar, ama ana stratejik yönelim değişmiş değil.

Bu da kaçınılmaz; çünkü Irak, ardından Suriye-İran ve giderek bütün Ortadoğu planı, ABD’nin dünya hegemonyasına ilişkin başlattığı büyük hamlenin bir parçası ve ABD’nin hem gücü, hem de zaaflarının, hem fırsat algılamasının, hem korkularının yarattığı dinamikler bu total stratejik bütünlüğü oluşturuyor. Irak ya da Ortadoğu stratejisi değişirse, bu, ana stratejik yönelimin, global hegemonyaya ilişkin büyük planın değişmesi demek. Benzer biçimde, örneğin, İran politikasının değişmesi demek, Ortadoğu planının değişmesi demek. Parçalar birbirleriyle bağlantılı elbette. Ama bundan büyük bir tutarlılık çıkarılmasın; aksine, çelişkiler arttıkça, olanaksızlar sisteme girdi olarak yedirilince, bütün planın çökme ihtimali de artıyor, tutarsızlıklar birbirini kovalıyor, sonuçta, bütün yönelim çılgınca bir sürüklenişin dinamiklerini üretiyor, yani saplanılan bataklık büyüyor, derinleşiyor.

Mezhepçi kışkırtmalardan medet umuluyor

- İşgalci güçlerle Bağdat’taki kukla yönetim, Saddam Hüseyin’i idam ederek yeni yıla girdi. İnfaz kararını veren ABD emperyalizmi böylece geçmişte bölge halklarına karşı işlediği ağır suçların önemli bir canlı tanığını ortadan kaldırmış oldu. Irak’ta mezhep çatışmalarının trajik boyuta vardığı bir evrede gerçekleşen bu infazı, ABD’nin mezhep çatışmalarını, Irak’tan öte tüm bölgeye yayma planının bir parçası olarak değerlendirmek mümkün mü?

Eskiden beri ABD’nin bölgeye ilişkin planlamasında hep “radikal”lerle “ılımlılar” ayrımı vardı. “Ilımlılar”dan kasıt işbirlikçilerdi. Bugün yine bu ana ayrımın içine “Sünni-Şii” ayrımı da eklendi. Bunlar da aslında tehdit kabul edilen “radikaller”le işbirlikçilerin yeni ismi olan “Sünni”ler biçiminde ifade ediliyor. Yani, eski terminolojik bağlam, “radikal” ve “ılımlı” ayrımı, artık eskisi kadar ideolojik bir anlam taşımıyor, saflaşmayı kışkırtacak ideolojik gücü taşımıyor, daha önemlisi, “işbirlikçiler”e ayırdedici bir üstünlük sağlayamıyor. Bu durumda, mezhepsel kışkırtıcılık daha etkili görülüyor.

Ama, burada da hatları öyle net çekmek kolay değil. Örneğin, Irak’ta direnenlerin cephesinde, yani “radikaller”in safında Sünniler de var, buna karşılık, “işbirlikçiler” arasında Şiiler de yer alıyor. Ama bölgede mezhepçi kışkırtmadan da medet umulduğu ortada.

Sıra bölgesel tetikçilerin devreye sokulmasında

- Amerikan savaş makinesinin Irak bataklığına saplanması, emperyalist zorbaların bölge halklarına karşı yeni cepheler açmasını engellemiştir. Son dönemde ortaya çıkan bazı veriler, ABD’nin bölgedeki işbirlikçi devletleri bu yönde kullanma çabasına ağırlık verdiğini göstermektedir. Bölgenin “en Amerikancı” Sünni Arap rejimlerinin -Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün-, “mezhep savunuculuğu” adı altında İran’a karşı “ılımlı Sünni cephe” oluşturmaya zorlanmaktadır. Böylesi bir cephenin ABD güdümünde, Türkiye-İsrail desteğinde kurulup emperyalist/siyonist güçlerin savaş suçuna ortak edilmesi mümkün mü?

Hiç kuşkusuz doğru okuyorsunuz yeni “açılım”ları. ABD, anımsayın, “dünyayı dinlemem, NATO’yu, öteki emperyalist müttefiklerimi, BM’yi dinlemem girerim Ortadoğu”ya derken aslında tek başına kalmayı yeğlediğini de ifade ediyordu, çünkü bu global tekçi hegemonyanın ilk adımıydı. Yani, yalnız kalmayı aslında stratejisi gereği kendi seçmişti. Sadece göstermelik olarak bir “uluslararası güç” almıştı yanına.

Direniş karşısında bocalayınca, önce sınırlı bir NATO ve BM katkısı aradı, Avrupalılar da bu ikincil role pek hevesli olmadılar, daha fazla pay karşılığı müdahil olmayı beklediler. Şimdi ABD için daha emin yol, bölgesel tetikçileri devreye sokmak. Bunlar da tam sizin saydığınız ülkeler. Bu, Arap ülkeleri açısından çok riskli. Aslında, onların bu tür bir role karşı olan kamuoylarını manipüle etmek için işte mezhepçilik bir yeni boyut olarak denkleme sokuluyor. Yine de, asıl mihver, Türkiye-İsrail olacak gibi.

ABD’ye tetikçiliğin karşılığı olarak Kürt halkının kazanımları...

- Bu noktada MİT müsteşarının “güçlü ordu”ya, “bekle gör politikasına son verip sınıraşan faaliyetlerde yer alma”ya vurgu yapan alışılmadık açıklamasını, Türk burjuvazisinin, Pentagonun planladığı “Ilımlı Sünni Cephe”ye katılma isteği ile açıklayabilir miyiz?

Kesinlikle. Türkiye, giderek, içine düştüğü çok yönlü çıkmazdan kurtuluşu, Amerikan saldırganlığında yer almakta ve ganimet sofrasından esas olarak Kürtlere, ya da ABD’nin tutumu sürerse sadece Türkiye Kürtlerine, ilişkin “kazanım”lar elde etmekte görüyor. Bu, sadece bir dış politika atağı olmayacak elbette; aynı zamanda iç boyutu da olacak. Hem iktidarı, hem sınıflar ittifakını, hem de rejim modelini belirleyecek. Bu konudaki iç çekişmeler ve dış pazarlık (ABD ile) sürüyor.

- Önceki sorunun bir devamı olarak… Amerikan savaş makinesinin Basra Körfezi’ne yığınak yaptığı günlerde F-16 savaş uçaklarının yeniden İncirlik Üssü’ne getirilmesi… Siyonist İsrail’in Türkiye hava sahasını kullanarak İran’a nükleer silahlarla saldırma hazırlığı içinde olduğunu açıklaması… Ankara-Tel Aviv-Washington hattında üst düzey görüşmelerin yoğunlaşma sürecine girmesi ve nihayet Kürt halkına karşı büyük bir askeri saldırı ihtimalinin sık sık dillendirilmesi…

Bu veriler ışığında, Türk burjuvazisinin/devletinin, emperyalist savaş suçuna daha aktif olarak katılma, böylece yağmadan pay alma hevesi içinde olduğunu, ancak bu hizmeti sunarken, Washington’dan “Kürt halkının kazanımlarına saldırma vizesi” almaya çalıştığını söyleyebilir miyiz?

Bu sorunuzun yanıtı içinde var ve çok güzel de ifade edilmiş. Aynen böyle. Sizin formülasyonu bozmamak gerekir, dolayısıyla kendimden bir şey eklemeyeyim. Bütün karmaşa içinde, en net tabloyu sorunuzun içinde saptamışsınız.

Burada söylenebilecek tek şey, Türkiye içindeki bir farklılık: “Ulusalcı” cephe, Güney’e ilişkin bastırmaktan yana ve ABD ile çelişkileri de bu yüzden henüz tam çözemiyor, buna karşılık geniş “liberal” cephe bu hattaki kırmızı çizgilerden tavize daha fazla yanaşıyor, oraya ilişkin tasfiyeci yaklaşımı emperyalizmle daha fazla uyum içinde, kontrollü zordan sosyal/ekonomik araçlara uzanan, geniş yelpazeli, “etkin denetim” mekanizmalarıyla çözmek istiyor.

Direniş’in yapısal/ideolojik zaafları belirsizliği artırıyor

- Tekrar bölgeye dönersek. Şiilerle Sünnileri birbirine kırdıran, İran’a karşı Arapları kışkırtan emperyalist/siyonist güçler, Lübnan ve Filistin’de direnişçi güçlere karşı işbirlikçi takımını, daha somut bir ifadeyle Lübnan’da Fuad Sinyora’nın başını çektiği 14 Martçıları, Filistin’de ise Mahmut Abbas-Muhammed Dahlan ikilisinin başını çektiği El Fetih içindeki işbirlikçi kesimi kullanmaya çalışıyor. Aynı zamanda siyonizmin “tarihsel düşü” demek olan bu Ortadoğu’yu “balkanlaştırma” planının karşılık bulabilmesi mümkün mü?

Bunu tam olarak kestirmek mümkün değil. Direniş’in yapısal/ideolojik zaafları, emperyalistlere ve işbirlikçilerine “böl ve yönet” imkanları sunuyor. Milliyetçilik, mezhepçilik ve benzeri ideolojik dinamiklerin bölücü etkileri işte bu noktada iyice ortaya çıkıyor. Sınıfsal zemin ve ideolojik önderlik bir zaaf olarak beliriyor. Ekonomik bağımlılık zincirleri, yaygın yoksulluk, sosyal gerilik, benzer etkiler yapıyor. Emeryalizmin çizmiş olduğu sınırlar, buraların içine doldurulan kışkırtılmış farklılıklar, oluşturulmuş idari/hukuki çerçeve, tarihsel önyargılar, vb. hep zalimlerin işine yarıyor. Tabii en fazla da modern işçi sınıfı hareketinin ve örgütlenmesinin neredeyse çökmüş olması, bölge halklarının en büyük talihsizliği, kurtuluş mücadelesinin en önemli zaafı.

Devrimcilerin bölgeye yönelik üç öncelikli görevi

- Şu haliyle bile halkların direnme kararlılığı, emperyalist/siyonist planları hezimete uğratabiliyor. Kuşkusuz temel sorun, Ortadoğu’yu emperyalizme, siyonizme ve işbirlikçilerine mezar edebilmektir. Bu hedefe ulaşabilme mücadelesinde Türkiye devrimci hareketiyle bölgenin anti-emperyalist/anti-siyonist güçlerine önemli sorumluluklar düştüğü açıktır. Bu çerçevede tanımlayabileceğimiz öncelikli görevler nelerdir?

Birincisi, kendi rejimlerinin/egemenlerinin tetikçiliğini behemahal engellemek, önlemek.

İkincisi, sınıf hareketini inşa ve etkin bir aktör olarak denkleme sokmak.

Üçüncüsü, ilki ABD’ye, ötekisi işbirlikçi bölgesel güçlere karşı olmak üzere birleşik “anti-emperyalist/anti-kapitalist” iş ve güç birliğini, bölgesel ortak, mümkün olduğu ölçüde merkezi olarak hesaplanmış demokratik eylemlilikleri düzenlemek...