2 Şubat 2007 Sayı: 2007/04(04)

  Kızıl Bayrak'tan
   Düzenin şovenizm dalgasın kırmak için
devrim rüzgarını güçlendirelim!
  Kerkük çıkışının anlamı ve hedefleri
  ABD’nin hesapları ve
uşakların “muhatap” krizi!
  Demokrasi işçi sınıfının dişe diş
mücadelesiyle kazanılacaktır!
İncirlik Üssü derhal kapatılmalıdır!
İsmail Cem devlet töreniyle uğurlandı
Tecrit karşıtı eylemlerden...
 Büyük korku!.. - Yüksel Akkaya
  Karneler çöpe!
  Sağlık emekçilerinin eylemlerinden...
  Sermaye düzeninin zor yılı
  Filistin’deki çatışmanın gerisinde ABD-İsrail var
  Emperyalist/siyonist güçlerin Lübnan
halklarını birbirine kırdırma planı
  Suudi bakandan İran’a tehdit!
  Afganistan’a ek kuvvet gönderme hazırlığı
  Kadınlar mücadele ile özgürleşir!
  2007’ye girerken/4
  Programlanmış felaket! - Mumia Abu-Jamal
  GOİ, NATO ve Türkiye -
A. H. Yalaz
  Eylem ve etkinliklerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Sermaye düzeninin has hizmetkarı...

İsmail Cem devlet töreniyle uğurlandı

Son dönemeçte yolları ayrılmış gibi görünse de, her konuda Ecevit’in sıkı takipçisi olmuş olan İsmail Cem, dünyadan ayrılma konusunda da bu takibi sürdürdü. Elbirliğiyle gerçekleştirdikleri siyasi intiharlarının ardından, çok geçmeden ardı ardına bu dünyadan göçüp gittiler.

Sermayenin devleti, tıpkı Ecevit’e yaptığı gibi, İsmail Cem’e de ‘görkemli’ bir devlet töreni düzenledi. Belki de sağlıklarında karşılığını hakkıyla ödeyemediğini düşündükleri hizmetleri için böyle teşekkür ediyorlardı. Ancak, düzenin bu ‘eski’ siyasilerin mevtalarını gömme tutumundaki tek benzerlik resmi törenler değildir. Her ikisinin de ardından edilen laflar, düzülen övgüler nerdeyse aynı sözcüklerle ifade edilecek tarzda benzemektedir.

Barışseverlikten dürüstlük ve tutarlılığa kadar, bir düzen politikacısı için inanılmaz övgüler düzüldü. Televizyonlar akşamdan sabaha İsmail Cem programları yaptılar. Ne kadar değerli bir politikacıyı kaybettiklerinden hayıflanıp durdular.

Övgü düzenler cephesinden bakıldığında, gerçekten de İsmail Cem’in, tıpkı ülküdaşı ve önderi Ecevit gibi, kolay bulunur cinsten bir politikacı olmadığı görülecektir. Yıkım politikalarından huzursuzlanan kitleleri, ortanın solu peşinde düzene yedeklemeyi başarabilen nadir politikacıların başında, Ecevit-Cem ikilisi gelmektedir. Bu da, düzen açısından kolay bulunmaz bir imkandır. Nitekim, halihazırda düzen solu içinde bunu başarabilecek ne bir politikacı ve ne de bir parti bulunmaktadır.

CHP, ki soldan ana muhalefet partisidir, hali hazırdaki kadrosu ve gidişatıyla, Ecevit ve Cemler’in başardığını başarabilmekten son derece uzaktır. Cem’in, Ecevit hükümetinin düşürülmesi operasyonunun ardından, kurduğu partiyle birlikte katılması da CHP’nin bu durumunda en küçük bir değişime yol açacak etkide bulunamamıştır. Kendi hükümetinin, kendi partisinin, kendi liderinin, kendi ‘ülkü’sünün kuyusunu kazan bir burjuva politikacısı olarak, halk nezdinde, tencere-kapak meselini tamamlamıştır sadece.

Cem’in politik sağlığında gerçekleştirdiği bu son eylem -partisine ve hükümetine karşı Beyaz Saray’da kotarılmış bir komploya dahil olma-, arkasından düzülen ‘dürüstlük/tutarlılık’ övgülerini anlatmaya yetecektir. Bu ne menem bir dürüstlüktür ki, nerdeyse bütün bir politik ömrünü birlikte yaşadığı yol arkadaşlarının, özellikle de liderim dediği ülküdaşının arkasından kuyusunu kazabiliyor? Onu sadece siyaseten öldürmekle kalmıyor, anatomik ölüm sürecini de hızlandırıyor. Bu nasıl bir politik tutarlılıktır ki, bir sosyal-demokrat olarak emperyalist merkezlerin hizmetine bu derece kolay girebiliyor? Bu nasıl barışseverliktir ki, hükümeti olduğun devlet, emperyalist savaş ve saldırganlığa çanak tutuyor, emperyalist haydutların hizmetinde, komşu halkların katline ferman imzalayabiliyor?

Bu tür politikacıların ardından bu tür sorular, kuşkusuz, sadece işçi ve emekçilerin zihninde oluşmaktadır. Sermayenin düzeni, sahipleri ve uşakları nezdinde zaten dürüstlük, tutarlılık, namus, vatanseverlik gibi kavramlar çoktan anlamını yitirmiş durumdadır. Böyle olduğu içindir ki, böyle gelişigüzel sarfedebiliyorlar. İşçi ve emekçi sınıflar içinde, on kez düşünüp bir kez kullanılabilen böyle hassas sözcükler, hiçbir anlam ve değer vermeyenlerin dilinde, uluorta her yerde ve herkes için sarfediliyor. Kaldı ki, üzerine yüz kez de düşünseler, burjuva siyaset alanında bu sıfatlardan birini bile hak edecek tek bir adam bulamayacaklardır. Bu yüzden, giden politikacı düzene ne kadar fazla hizmet sunduysa, o kadar fazla övgüye boğuluyor.


İşkenceye bir kez daha zaman aşımı!

“İşkence kanıtlanmıştır ama ceza vermiyoruz”

Aralarında Kızıl Bayrak’ın eski yazı işleri müdürünün de bulunduğu 3 kişiye işkence yapmak suçundan yargılanan polislerin davası zamanaşımına uğratıldı.

Kızıl Bayrak’ın eski yazı işleri müdürü Ahmet Turan ile Müslüm Turfan ve Dinçer Erduvan Kasım 1998’de İstanbul TEM polislerince gözaltına alındılar. Gözaltına alındıklarında sağlam olduklarını, savcılığa çıkarıldıklarında ise bir çok darp izi olduğunu gösteren raporları vardı.

Adli tabibe, ardından savcıya ve hakime ne tür işkenceler gördüklerini anlatıp şikayetçi oldular. Bu şikayetleri de, avukatlarının mahkemeden suç duyurusu yapılması yolundaki istekleri de işleme konulmadı. Avukatlar, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı’na başvurarak ayrıntılı rapor aldılar. Üç Adli Tıp Profesörü tarafından verilen bu raporda, mağdurlardaki darp izlerinin gözaltı süresi içinde olduğu, tarif ettikleri işkence türleri ile uyumlu olduğu ve iddia edildiği gibi direnme sebebi ile oluşamayacağı belirtiliyordu.

Bilimsel olarak işkencenin raporlanması karşısında avukatlar DGM’den yeniden suç duyurusu yapılmasını istediler. Mahkeme bu rapor karşısında suç duyurusunda bulmak durumunda kaldı.

Yetkili Fatih Savcılığı, mağdurlar birkaç kez dilekçe verdiği halde, ancak iki yıl sonra (4/7/2000’de), sanıklar Mahmut Yıldız, Şeref Bayrakçı ve Mehmet Hallaç hakkında dava açtı. Dördüncü sanık ise firari olduğu için dosyası ayırdı. Bu sanık sendikacı Süleyman Yeter’i işkence ile öldürmek suçundan kırmızı bültenle aranan Ahmet Okuducu idi.

Yargılamayı yapan İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dosyanın gereği olmayan birçok yazışması nedeniyle dava uzadı. Mağdurlar duruşmada, teşhis amacıyla getirtilen 15 tane polisin arasından sanıkları teşhis ettiler. Mahkeme, mağdur avukatların itirazlarına rağmen uzun süre, zaten DGM tarafından tastik edilerek gönderilen raporların asıllarını istedi. Sonra da hiç bunlar olmamışcasına kararından vazgeçti. Fakat sadece bu yazışmalar için 1,5 yıl zaman geçmişti.

Mahkemece yapılacak bir işlem kalmayınca, bu defa sanık avukatı istifa etti. Yeni avukat tutsunlar diye üç duruşma daha beklendi ve nihayet 30.9.2004’de bütün bu kesin deliller hiçe sayılarak beraat kararı verildi.

Mağdur avukatları kararı temyiz ettiler ve zaman aşımına uğratılma riskini de belirterek kararın bozulmasını istediler.

Dosya Yargıtay’da bir yıl bekledikten sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcısı 30/10/2005 tarihinde görüşünü açıkladı. Bu görüş mağdur avukatlarına tam 5,5 ay sonra postalandı. Avukatlar acilen cevap yazıp tekrar zamanaşımına dikkat çekerek, dosyanın öncelikle ele alınmasını ve bozularak ivedilikle yerel mahkemeye gönderilmesini istediler.

Yargıtay 26/4/2006 tarihinde kararı bozdu. Yargıtay kararında “dosyadaki raporlara ve delillere göre gözaltında bulundukları sırada mağdurlara işkence yapıldığının kanıtlandığı, sanıkların cezalandırılması gerektiği” vurgulandı.

9/8/2006’da dosyayı yeniden ele alan İstanbul 7. Ağır Ceza mahkemesi tam 4 ay sonraya duruşma günü verdi. Bu duruşmada “temyiz mahkemesinin bozma nedenleri yerindedir” dedi ve bu karara uydu. Ardından hemen davanın zamanaşımına uğradığını belirterek düşme kararı verdi. Gerekçeli kararını yeni açıklayan mahkeme, bu kararında yeralması gerektiği halde, Yargıtay’ın bozma gerekçesinden ve buna uyduğundan hiç söz etmedi.

Böylece Yargıtay ve yerel mahkemenin uyma kararı ile şu söylenmiş oldu: “Evet işkence yapılmış ve ispatlanmıştır. İşkenceyi yapanların yargılanmakta olan polisler olduğu da ispatlanmıştır. Ama 8 yıl bu soruşturmayı ve davayı uzatmanın sonunda onlara ceza vermiyoruz.”

Bir işkence davası için bütün deliller ortada olduğu halde işkenceyi yapanlara ceza vermeyen yargı, onları görevde tutan idare, bir kez daha işkenceci devlet gerçeğine ışık tutmuştur