2 Şubat 2007 Sayı: 2007/04(04)

  Kızıl Bayrak'tan
   Düzenin şovenizm dalgasın kırmak için
devrim rüzgarını güçlendirelim!
  Kerkük çıkışının anlamı ve hedefleri
  ABD’nin hesapları ve
uşakların “muhatap” krizi!
  Demokrasi işçi sınıfının dişe diş
mücadelesiyle kazanılacaktır!
İncirlik Üssü derhal kapatılmalıdır!
İsmail Cem devlet töreniyle uğurlandı
Tecrit karşıtı eylemlerden...
 Büyük korku!.. - Yüksel Akkaya
  Karneler çöpe!
  Sağlık emekçilerinin eylemlerinden...
  Sermaye düzeninin zor yılı
  Filistin’deki çatışmanın gerisinde ABD-İsrail var
  Emperyalist/siyonist güçlerin Lübnan
halklarını birbirine kırdırma planı
  Suudi bakandan İran’a tehdit!
  Afganistan’a ek kuvvet gönderme hazırlığı
  Kadınlar mücadele ile özgürleşir!
  2007’ye girerken/4
  Programlanmış felaket! - Mumia Abu-Jamal
  GOİ, NATO ve Türkiye -
A. H. Yalaz
  Eylem ve etkinliklerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Darbelerde “son gülen” olmak isteyen patronlar demokrasiden söz ediyorlar!

Demokrasi işçi sınıfının dişe diş mücadelesiyle kazanılacaktır!

Patronlar kulübü TÜSİAD yine gündemdeki yerini aldı. Önce, mutat “demokratikleşme raporu”nu güncelleştirip açıklayarak, ardından da başkanlığa bir kadın patron seçerek, demokrasi havariliğini tescillemiş oldu. Üstüne üstlük faşist partilerden birinin başındaki Devlet Bahçeli’nin pek ‘sert’ eleştirileri ve ‘büyük’ basının kimi köşelerinden gelen övgülerle bu tescil iyice pekişti.

TÜSİAD’ın demokratlığına şıracı şahitlerden biri, Milliyet’in Hasan Cemal’i. Ancak, rapordaki demokrasi numunelerini sıralarken övdüm sandığını gerçekte yerin dibine batırıyor. Çünkü bu yorumlarla ortaya koyduğu, aynı zamanda kendinin de benimsediği bir ‘demokrasi’ anlayışıdır. Bu ise, burjuva demokrasisini bile anlatmıyor.

Sadece iki örneği üzerinden bile bunu görmek mümkün. “Örneğin” diyor Hasan Cemal, “yargıdaki bozuk düzen, Türkiye’ye daha çok yabancı sermaye akışını engelleyen nedenlerin başında geliyor. Yargı reformu bunun için şart.” Yani TÜSİAD’ın yargı reformundan kastı yabancı sermaye akışını serbestleştirmekmiş. Kapitalisttir ve istemesi normaldir; bunun demokrasiyle alakası nedir diye ne soran var, ne de açıklayan....

Öteki yorumu ise eğitim reformu üzerine: “Eğitimde reform da öyle. Yetişmiş, vasıflı insan gücünün yetersizliği de bir başka engel çünkü…” Görüleceği gibi yorum, yorum gerektirmeyecek kadar açık. TÜSİAD’ın arzuladığı eğitim reformunun tercümesi -ki bunu her fırsatta tekrar edip duruyorlar- kalifiye işgücü ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Başka hiçbir şey değil.

Oysa demokrasi ile hak ve özgürlükler etle tırnak gibidir. Birbirlerinden ayrı düşünülemez, ele alınamaz, yorumlanamaz, hele hele uygulanamaz. Yargıda demokratik reformdan söz edilecekse, düşünce, söz, basın, örgütlenme, gösteri vb. özgürlüklerden mutlaka söz edilmek zorundadır. Yabancı sermayeye kolaylık sağlanmasının bu tanımda hiçbir yeri yoktur.

Benzer bir biçimde, eğitimde demokratikleşmeden söz edecekseniz; eşit, bilimsel, anadilde, demokratik, parasız vb.’nden mutlaka söz etmek zorundasınız. Burada da burjuvazinin kalifiye eleman ihtiyacından bahsetmenin imkanı yoktur. Eğitim hakkı çocukların, gençlerin, yetişkinlerin, toplumu oluşturan tüm bireylerin öğrenme, yetişme, gelişme hakkıdır. Burjuvaziye ucuz işgücü hakkı değil.

Kulüp üyelerinin bir kadını başkan seçmelerinin de demokrat olmalarıyla ilgisi bulunmuyor. Kendilerinin de belirttiği gibi, TÜSİAD tarihinde ilk kez bir kadın başkan görüyor. Bu ‘ilk’lik bile durumu yeterince anlatıyor. Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti de tarihinde “ilk” ve tek kez bir kadını başbakan yapmıştı. Ne oldu? Kirli cinayetlerde tetikçilik yapanların şerefli ilan edildiği bir “demokrasi”ye kavuştu bu ülke!

Kaldı ki, TÜSİAD’ın demokrasi anlayışı böylesine demokrasiyle alakasız olmasa bile, yayımladıkları demokrasi raporları, bilinen, genel kabul gören bir demokrasi anlayışıyla yüklü olsa bile, demokrasi konusunda sicili bu kadar kirli bir kulübün aklanma ihtimali bulunmuyor. TÜSİAD’ın sicilini kanla kirleten tarihi orta yerde duruyor.

Bu ülkede demokrasinin yeşermesi, yerleşmesi, gelişmesi için, ne zaman toplumsal bir mücadele gelişti ve yükseldi ise, bu mücadelenin önü kanlı darbelerle kesilmiş, ülke her seferinde faşizmin karanlık sularına itilmiştir. Her darbe ile demokratik hak ve özgürlükler biraz daha daraltılmış, zemin TÜSİAD baronlarının azgın sömürüsü için adeta dozerle düzeltilmiştir. Sendikaları kapatan, sınıf ve kitlelerin örgütlenme/hak arama yollarını tıkayan darbelerin arkasında, dışta ABD emperyalizmi, içte ise TÜSİAD lordları durmaktadır. 12 Eylül darbecileri, Pentagon’da “bizim oğlanlar başardı!” alkışlarıyla övülürken, patronlar kulübünde de “gülme sırası bizde” sevinciyle karşılanıyordu.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, hala 12 Eylül anayasasının gölgesi altında inlemekteyken, darbe destekçisi patronların “demokratikleşme” masallarıyla avunacak değil elbette. Onlar, demokratik hakların raporlarla, yasalarla, bahşedilerek kazanılmayacağını, hak ve özgürlükler için kıyasıya bir sınıf savaşımının ne kadar gerekli ve zorunlu olduğunu biliyorlar. Bu bilgiyi, kanlı darbelerle, hukuksuz yargılarla, yüzlerce şehitle öğrendiler. Yani, öyle kolay unutulacak cinsten bilgiler değil bunlar. Sınıf mücadelesi tarihine kanlarıyla yazıldı. Ve akan o kanlarda en az darbeci generaller kadar TÜSİAD lordlarının da suçu ve sorumluluğu vardır.

Bu ülkede demokrasi, patronların bağışlaması sayesinde değil, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dişe diş mücadelesi sayesinde kazanılacaktır. Bu nedenle, demokratik bir yaşam isteyen herkes, işçi sınıfının iktidar mücadelesine destek vermek durumundadır.


ABD ile nükleere karşı işbirliği kimi hedef alıyor?

ABD ile Türkiye 14 Haziran 2005’te “kitle imha silahlarının yayılmasını önleme” konusunda işbirliği anlaşması imzalamıştı. Yürürlüğe girmesi için 7 aydır meclis onayını bekleyen anlaşma, 24 Ocak’ta onaylandı.

Anlaşmanın yürürlüğe girmesine vesile olan yasa tasarısına göre amaç; “Taraflar arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesi. Türkiye’nin kitle imha silahları, füze fırlatma sistemlerinin ve bağlantılı çift-kullanımlı malzeme ve teknolojisinin yasadışı ticaretinin engellenmesi, caydırılması, tespit edilmesi ve önlemesine hazırlık yapması. Bu çerçevede Türkiye’nin ulusal ihracat kontrol sistemini, kolluk uygulamalarını ve sınır güvenliğini takviyeye dönük çabalarının ABD tarafından desteklenmesini sağlamak”tır.

Kamuoyuna verilen bilgide ülke adı zikredilmese de, bu anlaşmanın İran’a karşı, emperyalist/siyonist güçlerle işbirliğini pekiştirmeye yönelik bir hazırlık olduğu ortada. Sözü edilen sınır bölgelerinin Türkiye-İran sınırına işaret ettiğini ise hatırlatmaya bile gerek yok. “Sınır güvenliğini takviyeye dönük çabalar” ise, belli ki ABD-İsrail ikilisinin İran’a karşı casusluk faaliyetlerini daha da yaygınlaştırma ihtiyacını karşılamaya dönük bir düzenlemedir.

Anlaşma başlığının “kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi” şeklinde açıklanması kaba bir riyakarlıktır. Zira ABD emperyalizminin kitle imha silahları tüm dünya halkları için ciddi bir tehdittir. İkincisi, İncirlik Üssü’ne 90 atom bombası stoklayan ABD ile Ankara’daki uşaklarından başkası değil. Üçüncüsü, herkes biliyor ki, Ortadoğu’nun silah deposu İsrail’dir. Bu ülke ise, ABD, Türkiye ile “şer ekseni”nin üçüncü ayağıdır. Demek ki, Ortadoğu halklarını tehdit eden kitle imha silahları ABD-İsrail-Türkiye üçlü “şer mihveri”nin denetimi altındadır. Bu durumda Ortadoğu’da nükleer silahların yayılmasına karşı çıkmanın ilk adımı, öncelikle üçlü “şer mihveri”nin denetimindeki silahların ortadan kaldırılmasını talep etmektir. Oysa ABD-Türkiye anlaşmasında tam tersi yapılıyor.

Nükleer silah peşinde koşan İran’ın Türkiye’den değil, Rusya, Çin gibi ülkelerden teknoloji/yardımcı malzeme aldığı bilinmektedir. Yani bunun Türkiye-İran sınırı ile bir ilgisi yok, ama hazırlık bu sınır etrafından yapılıyor. Bu da asıl niyetin sınır güvenliğini güçlendirmek değil, emperyalist/siyonist güçlerin İran’a karşı olası bir saldırısı için hazırlık yapmaktır.

Göründüğü kadarıyla Türkiye’nin egemen sınıflarıyla komuta ettikleri savaş makinesi, ABD-İsrail saldırganlarından yana aldıkları tutumu pekiştiriyor. Komşu halklar şahsında insanlığa karşı işlenecek ağır suçlara ortak olmamak için anti-emperyalist-anti-siyonist güçlerin de savaş tellallarına karşı mücadeleyi daha da yükseltmeleri gerekiyor.