26 Ocak 2007 Sayı: 2007/03(03)

  Kızıl Bayrak'tan
   Ermenilerin yüz yıllık yalnızlığında bir gedik açıldı... Gerisi mutlaka getirilmelidir!
  Hrant Dink’i uğurlama
töreninden yansıyanlar
  Cinayetin gerisinde devletin kirli ve karanlık odakları var!..
  Güvercin Kasapları’nın sefaleti - Haluk Gerger
Onbinler Hrant Dink’i uğurladı...
Yurtdışında Hrant Dink’in katledilmesi protesto edildi...
Mecliste Irak ve Kerkük için gizli oturum
 “Tecriti kaldırın, ölümleri durdurun!”
  Devlet sonunda geri adım atmak zorunda kaldı....
  Sınıf hareketi...
  Latin Amerika: 2006 yılından kesitler...
  Sendikal hareketin durumu/1
  İran emperyalist-siyonist saldırıya
karşı hazırlanıyor!
  Güney Irak’ta işgalcileri hedef alan saldırılar artıyor
  Küçükçekmece Emekçi Kadın Komisyonu 8 Mart’a doğru adımlarını hızlandırıyor…
  Bir emperyalist yeniden yapılandırma projesi: Geniş Ortadoğu İnisiyatifi-2
  2007’ye girerken/3
  Kendi uşağını asmak!
Mumia Abu-Jamal.
  Burjuva eğitim sistemi gençliğin gelecek özlemini öğütüyor!
  Havaya inat şarkı söylemek...
Bertolt Brecht
  Ruh halimin güvercin tedirginliği - Hırant Dink
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Latin Amerika: 2006 yılından kesitler...

Kapitalizmin neoliberal saldırılarına karşı emekçilerin direnişi sürüyor

E. Bahri

Kibirli dünya jandarması ABD emperyalizmi, son yıllarda yalnızca Ortadoğu’daki gelişmeleri değil, fakat “arka bahçesi” saydığı Latin Amerika’daki süreci de kaygıyla izliyor. Gerçi Latin Amerika henüz Ortadoğu gibi bataklık sayılmıyor, fakat “arka bahçe”de denetimini yitirmesi halinde, saldırgan dünya jandarmasının ciddi bir güç ve prestij kaybına uğrayacağı da kesin. Bundan dolayı Ortadoğu’da savaş makinesinin açtığı yoldan ilerlemeye çalışan savaş kundakçıları, Latin Amerika’da sarsılan hegemonyalarını sürdürebilmek için işbirlikçilerini hazırlama faaliyetine de hız vermiş bulunuyorlar.

Neoliberal saldırının ilk uygulama alanı olan kıta ülkeleri, her yönüyle vahşi kapitalizmin ortalığı kasıp kavuran yıkıcılığına maruz kaldı. Ekonomik şiddet işsizlik, yoksulluk, sosyal halkların ortadan kaldırılmasına yol açarken, CIA’nın organize ettiği faşist askeri darbelerle başa geçen Amerikancı generaller yönetiminde kıta adeta mezbahaya çevrildi. Bu süreç bir kez daha gösterdi ki, neoliberal ekonomik şiddet ile faşist askeri şiddet, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Birinin varlığı diğerini zorunlu kılıyor.

Fütursuz bir oligarşik azınlığın denetiminde ve hizmetinde olan gerici-faşist rejimlerin ABD güdümünde yürüttüğü çok yönlü saldırılar, kuşkusuz ki bu toplumların bünyesinde önemli tahribatlara yol açtı. Bu boğucu ablukaya karşın Latin Amerika halkları, kaderlerine razı olmayı reddederek çok yönlü saldırıya karşı direndiler. Ekmek, toprak, su, tohum, doğal kaynaklar, eşitlik, demokratik hak ve özürlükler uğruna sergilenen kararlı direniş sayesindedir ki, son yıllarda tabandan gelen ve tüm dünyada ilgiyle izlenen “sol dalga”yı yaratıp sürdürdü kıta halkları.

Latin Amerika’da “solcu/sosyalist” adayların seçimlerden galibiyetle çıkabilmeleri, tabandan gelen kitle hareketi, onun ifadesi sosyal hareketlerin desteği ve yarattığı atmosfer sayesinde mümkün olabilmiştir. Nitekim toplumsal hareketlerin yaygın olmadığı Peru ve Guatemala gibi ülkelerde (buna kısmen Meksika da örnek verilebilir) sağcı adayların kazanması, toplumsal hareket/sol yönetim ilişkisinin tersten bir doğrulanması olmuştur.

Seçimler: ABD’nin desteklediği adaylar hezimete uğradı

Kıtada 2005 yılı, Evo Morales’in Bolivya seçimlerinden zaferle çıkmasıyla kapanmıştı. Hugo Chavez’in üçüncü kez seçilmesiyle kapanan 2006 yılında da seçimler önemli bir yer tuttu. Venezüella’nın yanısıra Şili, Kosta Rika, Brezilya, Nikaragua, Ekvador seçimleri “solcu/sosyalist” adayların zaferiyle sonuçlandı.

2 Temmuz 2006’da gerçekleştirilen Meksika seçimlerini ise, Amerikancı aday Felipe Calderon’un kazandığı açıklanmış, ancak bu sonuca itiraz eden yüzbinlerce kişinin katılımıyla haftalar süren protestolar yapılmıştır. Amerikancı adayın kazanmasını sağlamak için yolsuzluk yapıldığını söyleyen “halkçı” aday Manuel Lopez Obrador liderliğindeki parti, uğraşlarına rağmen seçimleri iptal ettiremedi, ama Felipe Calderon’un başkanlığının gayri meşru olduğunu ilan ederek “alternatif kabine” oluşturdu.

Seçimler sonucunda başa geçen kişilerle temsilcisi oldukları siyasal oluşumların “solcu/sosyalist” kimliği/çizgisi pekçok yönden tartışılmaya açık. Zaten başkanlık koltuğuna oturanlardan sadece Ekvador’un yeni lideri Rafael Correa belli iddialar taşıyor. Sol dalganın başkanlık düzeyindeki temsilcileri kabul edilen Hugo Cahevez-Evo Morales ikilisine yakın olduğu söylenen Correa, yoksullara yardım programlarına ve sanayiye öncelik verileceğini, bunun için gerekirse dış borçların ödenmeyeceğini, ABD’nin Manta Askeri Üssü’nün de anlaşma süresi bittiğinde kapatılacağını açıklayarak işe başladı. Diğerlerinin verili durumdaki “sol” çizgileri ise, Amerikan emperyalizmi ile iyi ilişkiler geliştirmeye engel olmayacak cinsten.

Seçim sonuçları açısından asıl önemli olan, ABD tarafından desteklenen ve seçim propagandalarında neoliberal politikaları savunan adayların hezimete uğramasıdır. Küstahça tutumlarıyla seçimlere müdahale eden ABD büyükelçilerinin (bunların CIA ajanı olduğundan kuşku duymamak gerek) tehditlerine rağmen emekçiler, özellikle neoliberalizme ve Amerikan emperyalizmine karşı olduğunu düşündükleri adaylara destek verdiler.

Kamulaştırmada yeni hamleler

Venezüella ve Bolivya yönetimlerinin kamulaştırma alanında attığı adımlar, geçen yılın bir başka önemli gelişmesiydi. Petrol, doğalgaz kaynaklarının kısmen de olsa kamulaştırılması ve sınırlı kalan toprak reformu, bu ülkelerdeki burjuva sınıfları rahatsız etmiş, bu girişimleri engellemeye çalışan gerici güçler, çeşitli provokasyonlara başvurarak dişlerini göstermiştir. Ancak bu girişimler, emekçilerin kitle desteğine dayanan yönetimlere geri adım attıramadı. Yeni Ekvador lideri Correa’nın da, kamulaştırma konusunda Chavez-Morales’in izinden gideceği yönünde beklentiler var.

Yapılan kamulaştırmalar rağmen henüz özel mülkiyetin “kutsallığı”na el sürülmüş değil. Mevcut kamulaştırmalarla tekeller ile yerli işbirlikçilerinin yağmacılığı ancak kısmen gemlenebilmiştir. Yine de, kutsal özel mülkiyeti tartışılır hale getirmesi ve zenginliğin halka ait olduğu fikrinin yaygınlaşması açısından yapılan kamulaştırmalar önemlidir.

Bu noktada dikkat çekici olan, Venezüella ve Bolivya dışındaki “solcu/sosyalist” başkanlar tarafından yönetilen ülkelerden kamulaştırmaya gösterilen tepkilerin içeriğidir. Kamulaştırma, temel işletmelerden ibaret olduğu, dahası hiçbir kapitalistin özel mülküne el sürülmediği halde “solcu” yönetimler, Venezüella ve Bolivya’da olanları korkuyla izliyorlar. Örneğin, kamulaştırma gibi bir “tehlike”nin ülkesinde yaşanmayacağının garantisini veren Arjantin İçişleri Bakanı Anibal Fernandez, “2001’de böyle bir tehlike vardı. Ama artık yok. Arjantin kapitalist bir ülkedir” diyor. Bu açıklama, “solcu” yönetimlerin sınıfsal yapısı hakkında yeterli açıklıkta bir fikir vermektedir.

Kamulaştırma alanında atılan adımlar kapitalistlerin özel mülkiyetine uzanabilirse eğer -ki ancak o zaman asıl niteliğine kavuşacaktır-, sınıf çatışmalarının farklı bir evreye sıçraması kaçınılmaz olacaktır. Bolivya burjuvazisinin Morales yönetimine köstek olmak için gösterdiği pervasızlık, buna karşı emekçilerin alanlara inerek karşılık vermesi, bugünden keskinleşmesi kaçınılmaz olan sınıf çatışmalarının işaretini veriyor.

Yerlilerin tarih sahnesine yeniden çıkışı

Zapatistalar’ın 1994’te başlattığı ayaklanma ile kıtanın kadim sakinleri tükenmediklerini, tüm zulümlere/kıyımlara rağmen ayakta olduklarını göstermişlerdi. Kıta boyunca yerlilerin politik alanda aktif şekilde yerini alması, “sol dalga”nın kabarmasıyla daha da pekişti. Tabii yoksul yerlilerin uzun yıllara yayılan mücadelesi de, “sol dalga”nın kabarmasında önemli bir rol oynadı. Zira geçmişte sol akımlara mesafeli duran yoksul yerliler, artık sol/sosyalist hareketlerle ortak amaçlar etrafında birleşerek toplumsal mücadelede etkin bir rol oynayabiliyorlar.

Bolivya’da Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) lideri Evo Morales’in seçilmesinde, özellikle yoksul yerlilerin önemli rolü olmuştu. Chavez-Morales çizgisinde ilerleyeceğini söyleyen Rafael Correa’nın seçim zaferi de, Ekvador yerlilerinin destek vermesi sayesinde mümkün olabildi. Chiapas’taki Zapatista hareketinin yanısıra, Oaxaca’da eğitim emekçilerinin başlattığı, fakat emekçilerin yaygın desteği ile aylar süren direnişe yerliler de güçlü destek verdiler. Böylece 500 yıl boyunca ırkçılık, yoksulluk, baskı ve zulüm altında inletilen kıtanın kadim sakinleri, yeniden mücadele alanına çıktılar.

Geçerken belirtmek gerekiyor ki, Küba halkı ve yönetiminin ABD emperyalizmine karşı direnmesi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküntüye rağmen ayakta durması, kıta halklarına güç ve moral aşılamıştır. En zor şartlarda emperyalist kuşatmaya karşı direnmenin mümkün olduğunu kanıtlayan Küba, Latin Amerika’da toplumsal muhalefetin gelişmesinde etkili olmuş, tersinden ise toplumsal hareketin güçlenmesi ve bunun yönetimlere yansıması, Küba’nın kuşatmayı parçalamasına olanak sağlamıştır. Böylece devrimin gerçekleştiği 1959 yılından beri ABD saldırganlığına karşı irade savaşı veren Küba halkıyla yönetimi, emperyalist dünyanın kibirli ve küstüh jandarması karşısında önemli bir zafer kazanmıştır.

ABD karşı-devrimin güçlerini hazırlıyor

Kıtanın dört bir yanını saran toplumsal hareketler, bu hareketlerin yönetimler üzerinde oluşturduğu basınç, her ülkede kendine özgü bir gelişim seyri izlese de, emekçileri harekete geçiren temel etmenler özünde aynıdır: Neoliberalizmin ekonomik, gerici rejimlerin askeri şiddetine duyulan tepki. Bu iki temel silah, aynı zamanda ABD emperyalizminin Latin Amerika üzerinde kurduğu hegemonyanın da temel araçlarıdır.

İşte “sol dalga”yı besleyen fırtına, ABD’nin temel dayanağı olan bu iki silahı, ekonomik ve askeri şiddet araçlarını fiilen etkisizleştirdi. Ekonomik şiddetin simgesi neoliberal politikaları savunan partilerin emekçilerden destek alması artık çok zor. Ekonomik şiddetin ordusu İMF ise, emekçilerin mücadelesi sonucu neredeyse kıtadan kovulmuştur. Artık ABD’yle iyi geçinen yönetimler bile İMF ile ilişkilerini alt sınıra çekmek zorunda kalıyorlar.

Meşru-militan zeminde gelişen toplumsal hareketler ise, ordu-polis zorunu etkisizleştirecek boyuta varınca, askeri şiddet araçlarının hükmü de sınırlanıyor. Öte yandan Latin Amerika’da toplumsal hareketlerin ordular üzerinde ayrıştırıcı bir rol oynaması da güç olmuyor. Ordu alt kademe subayları ve erlerin ezici çoğunluğunun emekçi kökenli olması, bunların halkla bağlarının devam etmesi, orduların toplumsal hareketler karşısındaki kırılganlığını pekiştirmektedir.

Bu durumun farkında olan Pentagon’daki savaş kurmayları, darbeci, işkenceci, ajan provokatör yetiştiren kirli savaş okullarında işbirlikçilerini eğitme programının kapsamını genişletti. Bu okullarda eğitilen Latin Amerikalı subayların sayısı son yıllarda hızla artmış, dahası bu subay kastını eğitmenin sorumluluğu Dışişleri Bakanlığı’ndan Pentagon’a devredilmiştir. Yani Pentagon, Latin Amerika’daki anti-emperyalist ilerici kabarışı ezebilmek için bir kez daha ajanlarını hazırlıyor.

Kazanımların kalıcılaşması kapitalizmin tasfiyesine bağlı

Venezüella’dan Arjantin’e, Bolivya’da Ekvador’a, Brezilya’dan Uruguay’a kadar Latin Amerika’da yaygınlaşan toplumsal muhalefet, bunun sonucunda gerçekleşen halk ayaklanmalarının yansımaları hayatın hemen her alanında hissedilir oldu. Bu sayede ABD emperyalizmi ile iç dayanağı olan kapitalist sınıfların gücü bir ölçüde törpülenebiliyor. Emekçilerin sürekli ayakta olması gerici güçlerin siyasal alan üzerindeki egemenliğini daraltırken, diğer yandan emekçilerin ekonomik, sosyal, siyasal kazanımlarını pekiştiriyor. Böylece sınıflar mücadelesi okulundan geçen işçi ve emekçiler giderek politize oluyor. “Sol/sosyalist” yönetimler bu politizasyon sayesinde kurulduğu halde, emekçilerin temel sorunları yerli yerinde duruyor. Örneğin en radikal önlemlerin alındığı Venezüella’da bile kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilere dayanan burjuvazinin ekonomik gücü yerli yerinde duruyor. Bazı kurumları reformdan geçirilse de, burjuva devlet aygıtı da parçalanıp dağıtılmış değil, tersine tüm temel aygıtlarıyla yerli yerinde duruyor.

Üçüncü defa başkanlığa seçilen Hugo Chavez, yemin töreninde yaptığı konuşmada, “Bolivarcı devrimden sosyalist devrime geçme” zamanının geldiğini söyledi. Buna bugünkü koşullarda ekonomik ve siyasal reformların kapsamının genişletilmesinden öte bir anlam yüklemenin bir olanağı yok doğal olarak. Sosyalist devrim, kapitalist mülkiyetin ve devlet düzeninin temellerine yönelmek, geleneksel burjuva devlet aygıtını parçalayarak yerine işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar organlarını geçirmek, bu temelde burjuvaziyi sınıf olarak tasfiyeye yönelmek demektir. Bugünün Venezüella’sında halen bunların hiçbiri yok, buna yönelik açık bir eğilim ve yönelim de yok. Olayların akışı elbette bunu zorlayabilir; fakat bu, Venezüella’da halihazırdaki tüm dengelerin ve kurumsal yapıların alt üst olması, daha açık bir ifade ile, devrimci bir iç savaş anlamına gelir. Kendi başına hiçbir yeni başkanlık seçimi ve bunu izleyen iyi niyet beyanları, bu çapta bir toplumsal altüst oluşu gerçekleştiremez. Gerçek sınıf ilişkileri alanında böyle mucizeler yoktur. Nitekim Venezüella’daki olayların akışı da er ya da geç bunu bütün açıklığı ile gözler önüne serecektir. Tüm dünyada özel bir ilgiyle izlenen Venezüella’daki olayların bugünkü nispeten sakin ve barışçı çizgide sürmesine olanak yoktur. Ya keskinleşen sınıf mücadelesi mevcut süreci devrimci bir mecrada derinleşmeye zorlayacak, ya da Amerikan emperyalizimin çok yönlü çaba ve oyunlarıyla karşı devrim bir noktada inisiyatifi ele alarak tüm süreci radikal biçimde tersine çevirecektir. Bunun ortası halihazırdaki durumdur, fakat bunun bugünkü seyir içinde uzun süreli olmasına da olanak yoktur.

Kapitalizme ölümcül darbeyi indirecek bir çatışmaya girebilmek, daha yaygın ve şiddetli bir sınıf savaşını göze almayı ve buna uygun bir hazırlığı gerektiriyor. Bütün mesele burada düğümleniyor. Zira işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul yerlilerin kazanımlarını güvenceye almak, daha önemlisi sömürü ve eşitsizliğe dayalı sınıf ilişkilerini ortadan kaldırmak ve böylece emperyalizmin iç dayanaklarını da yıkmak için bu hesaplaşma şarttır. Böylesi bir hesaplaşmanın gerektirdiği bir hazırlık yapılmadığına göre, hâlihazırda toplumsal muhalefeti kontrol eden güçlerin burjuvaziyle/kapitalizmle köklü bir hesaplaşmaya girmek gibi bir perspektiflerinin bulunmadığını söylemek, bu konuda gittikçe güç kazanan reformist-parlamentarist hayallere hiçbir biçimde prim vermemek özel bir ilkesel ve politik önem taşıyor.

Bu “denge” durumunun uzun süre devam etmesi mümkün görünmüyor, bunu yineliyoruz. Siyasi alandaki etkisi sınırlanan burjuva sınıflar ise, karşıdevrim faaliyetine ara vermemekle birlikte, taktik gereği sert bir hesaplaşma sürecine girmekten halen kaçınıyorlar. Fakat içten içe hazırlandıklarına kuşku yok. Gidişattan son derece rahatsız olan kapitalist sınıflar ile dış dayanakları olan emperyalistler elverişli gördükleri ilk fırsatta karşı saldırıya geçeceklerdir (Nitekim fiyasko üzerine fiyasko yaşadıkları halde Venezüella’da bunu defalarca denediler. Bolivya’da da farklı düzeydeki denemeler sürüyor). İşte gerçek saflar ve konumlar kadar tayin edici sınıfsal çatışma ve hesaplaşma da o zaman ortaya çıkacak ve sonucu belirleyecektir.

Toplumsal muhalefetin meşru-militan mücadele çizgisinin, sol yönetimlerden beklenti içine girildiği ölçüde kısmen törpülenmesi mümkündür. Ancak çelişkiler yerli yerinde dururken, işçi ve emekçiler mücadelenin eşsiz okulunun eğitim sürecinden geçmişken, ABD ile ajanlarının saldırılarına kolayından boyun eğmeleri de olası görünmüyor. Sert bir çatışma, toplumsal hareketin reformist önderliği aşıp, devrimci önderliği oluşturabilmesinin zeminin de yaratacaktır.

Çatışmanın gündeme gelmesi kaçınılmaz olan bu belirleyici eşiğinde, işçi sınıfı ve emekçiler için kritik halka, devrimci önderlik boşluğunu dolduracak bir örgütlülük sorunudur. Devrimci önderlik misyonunu yerine getirecek olan partinin ise, yalnız anti-emperyalist değil, aynı zamanda anti-kapitalist olması, burjuvaziyle siyasal, ekonomik, askeri, bürokratik her alanda hesaplaşabilecek devrimci bir perspektif ve kararlılıkla mücadele etmesi gerektiği açıktır. Mevcut kazanımları pekiştirip güvence altında almak da ancak bu mücadelenin toplumsal bir devrimle taçlandırılmasına yönelmek ölçüsünde olanaklı olabilecektir.