15 Aralık 2006 Sayı: 2006/49 (49)
  Kızıl Bayrak'tan
   AB aldatmacasına karşı “işçilerin birliği, halkların kardeşliği”!
  Devrimci dayanışmanın kaynakları ve birleşik mücadelenin geleceği üzerine
  Faşist devlet terörüne karşı birleşik devrimci direnişi büyütelim!
  Devlet terörüne geçit vermeyelim, birleşik direnişi geliştirelim!
Faşist devlet terörüne karşı omuz omuza!
Asgari ücret kampanyası çalışmalarından...
Yapı-Yol Sen’den iş yavaşlatma eylemleri...
 Üç kapan ve devrimci sınıf hareketi - Haluk Gerger
  Gençlik geleceğine sahip çıkıyor!.. Sermayenin kölesi, diplomalı işsiz olmayacağız!
  Faşizmi protesto eylemine 500 öğrenci katıldı.....
  İLGP’den Erdal Eren’i anma haftası...
  Gençlikten...
  12 Eylül sonrasında MHP ve sendikacılık - Yüksel Akkaya
  Nepal Komünist Partisi/Maoist ile hükümet arasında sorunlar
  Bitmedi, sürüyor o kavga!..
  Kanlı diktatörün sonu!
  Irak Çalışma Grubu hezimetin raporunu açıkladı
  İran: Emperyalistler arası çekişme arenası
  AB üyeliği masalının çöküşü! - Yüksel Akkaya
  Irak Çalışma Grubu’nun raporu ve Güney Kürdistan - M. Can Yüce
  Asıl mahpusluk, esareti dışarıda yaşamaktır!
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

F tipi bir ülkenin günlüğünden...

Asıl mahpusluk, esareti dışarıda yaşamaktır!

Hapishane duvarlarının dili olsaydı eğer, kim bilir nasıl da haykıracaktı demir parmaklıkların arkasında yaşanan vahşeti. Ya da yüreği olsaydı eğer hapishane duvarlarının, utancından mutlaka yıkılırdı. İçerde yaşanan zulme daha fazla seyirci kalamadığı için... Hapishaneler; yani bu topraklarda her daim seri katliamların yapıldığı taş duvar, demir kapı, kör pencere, yastık, ranza, zincir, hücre ve işkence motifli şiir şiir, türkü türkü, barikat barikat bestelenen direniş ve onurlu yaşam mekanları… Hiç kuşkusuz kurtarılmış adacıklarıydı oralar paylaşımın, dostluğun ve insanca yaşama dair ne varsa herşeyin. Tel örgülerle çevrili bir ülkenin, tel örgüler içindeki özgür bir ülkesi yani…

Bu yüzden “içerisi teslim alınamadan dışarısı teslim alınamaz” diye fetvalar verildi hep. Çünkü onların gelecek korkularının canlı örnekleriydi “yarin yanağından gayrı herşeyin paylaşıldığı” hapishaneler. Sömürü düzeninin çarklarının, yoz kültürünün olmadığı tek bir yer, tek bir iz, tek bir umut ışığı kalmamalıydı. Her taraf bu düzen gibi karanlık olmalıydı. Bundandı işte bir gece yarısı, 2000 Aralık ayının 19’unda topla, tüfekle, kimyasal silahlarla ölüm kusmaları. 4. günün sonunda ise, teslim alınamayan bir gelecek umudunun 28 ayracı iliştirilecekti tarihin en aydınlık sayfalarına. Zaptedilmiş olsa da içerisi, dışarısı yine sefalete mahkum olacak, değişen sadece daha da artacak olan yoksulluk olacaktı. Ve sonra, bu düzenin devamı için yeni yalanlar bulunmaya devam edilecekti. Hapishanelerse, burçlarında kızıl bir bayrak gibi dalgalanan delik deşik edilmiş bedenlerle bu ülkeyi anlatacaktı. Ancak bu fırtına dindiğinde, bu zulüm tufanı sona erdiğinde doyasıya yaşanılabilecek olan bu ülkeyi…Bu yüzden karanlıktan aydınlığa doğru açılan bir pencereyi daha kapatmaktı amaçları. Fakat yine de yokedilemeyecekti gelecek güzel günlere dair umut ve inanç. Çünkü; “öldürülseler de hep ışığı taşıyanlar, her seferinde başkaları almaktaydı yerlerini.”

Evet, hapishane duvarlarının dili yoktu, içeride yaşananları herkese anlatamadılar bu yüzden. Peki ya sizin? Ne zaman lal oldu sizin diliniz; Maraş’ta mı, Çorum’da mı, Sivas’ta mı kaybettiniz sesinizi? Yoksa 12 Eylül’de mi dağlandı? Suskunluğunuz bundan mı? Ve susmak bir erdem değil gerçekte. Yani sırf sustuğumuz için bile, masum değiliz hiçbirimiz.

Doğru, duvarların yüreği de yoktu. Belki de bundandı, kan gölüne dönen hapishanelerin ardından sadece anaların ağlaması ve bir de yalnızca yoldaşlarının, gözyaşlarını yumruklarının içinde sımsıkı saklamaları. Peki ya sizin? Yoksa sizin de yüreğiniz taştan ve demirden miydi? Duyarsızlığınız bu yüzden mi?

Haklısınız, duvarların gözleri de yoktu, göremediler talan edilişini düşlerimizin. Peki ya sizin? Sadece korkuyor musunuz gerçekleri görmekten. Fakat tarihin adalet terazisinde korkakların da hiçbir ayrıcalığı olmadı.

Hapishane duvarlarının çoğalmasını seyrettikçe kendi etrafımızda da yükseldi duvarlar. Farkında olmadan yarı-açık bir cezaevinin gönüllü tutsağı olduk hepimiz. İM(F) tipi bir ülkenin tutsak vatandaşları yani... Beyhude aramayın, bileklerinizde kelepçe bulamayacaksınız. Beynimize çoktan pranga vurulmuş, yüreğimiz çoktan nasırlaşmış olacak. Etrafınızda taşlarla örülü duvarlarda aramayın. Karanlık çoktan çevirmiş olacak çevremizi. Ve dokunacak sıcacık bir insan eli bile bulamayacaksınız. Sevinçlerinizi ve acılarınızı yatıracağınız bir dost omuzu bile…

Bakın! Suskunluğunuzda o duvarların sağırlığını göreceksiniz. Yani geleceğimize dair, yaşama dair kendi duyarsızlığımızı ve yalnızlığımızı... Sevgi sözcüklerini izlediğimiz dizi filmlerden duymaya alıştıkça aşklarımız da, gözyaşlarımız da bize ait olamayacak. Renkli ekranların kahramanlarıyla ağlayacak, onlarla birlikte gülmeye başlayacağız. Bedenlerimiz, gerçek olmayan bir alemden gelen, dokunamadığımız, tenlerinin sıcaklığını asla hissedemeyeceğimiz sahte sembollerin esiri olacak. Biz yüreğimize, yüreğimiz bize yabancılaşacak. Ve sonra biz, biz olmaktan çıkacağız. Kalabalıklar içinde kendi yalnızlığını yaşayan, biçare insan yığınıyla dolacak koca bir ülke. Sokaklarda karşılaşıldığında kimse kimseyi tanımayacak belki ama, herkes tek tip insan etiketini taşıyacak, yüz hatlarının o gerçek olmayan tebessümlerinde. Aynı makinenin seri üretiminden çıkmış, farklı ambalajlardaki aynı model ürünler gibi, birbirimizi farketmeden dolduracağız caddeleri… Kapitalizmin insanlığa son armağanı, son icadı işte bu yeni halimiz olacak. Aynı pazarda buluşacak, satacak ve satılacağız. Stadyumlarda bile birbirini şuursuzca boğazlayan insanların, “özgür” bırakıldıkları arenalarda linç meydanları kurarak, sözde “vatan savunmasında” yanyana getirilmelerine de şaşırmayacağız.

Neden açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edildiğimizi ve bizler yoksullaştıkça neden birkaç kişinin sürekli zenginleştiğini hiç anlayamayacağız. Duvarların arkasına bakamayacağız. Nazım’ın söylediği gibi “dünyanın en tuhaf mahluku” olmaya devam edeceğiz ve “kabahatin çoğu da bizim” olacak.

Bir gün; yakın bir gelecekte tarih kitaplarını okuyan çocuklarımız duvarların arkasını da görebilecekler. Ve kendi topraklarımızdaki yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, alınterimizin nasıl bu kadar kolayca yağmalanabildiğini, ve yine kardeş halklarımızın topraklarının, emperyalist tekellerin çıkarı uğruna nasıl bu kadar kolayca işgal edilebildiğini gördükçe şaşıracaklar. Tarih bizden “aynı anda” suskun kalmayı başarabilen garip bir insan nesli olarak bahsedecek. İşte o zaman çocuklarımız, tüm bu yaşananlar boyunca etraflarına örülen duvarlardan başka bir şey görmeyenleri düşünecekler. Ve geçmişte; taş duvarlar kadar kör, sağır, dilsiz, soğuk ve duyarsız kalmayı başarabilen insanların (bizlerin) yaşamış ve kendilerine böyle utanç duyulacak bir miras bırakmış olmalarına öfkelenecekler. Kendi topraklarında sürgün hayatı yaşayanların çaresizliğini kimse anlamayacak. Biz; yüzyılımızın gönüllü kölelerinden, yeni çağa, kafalarımızın içindeki prangalar kalacak.

F tipi tabutluklarda 19 Aralık’tan bugüne kadar 6 yıl içinde 122 tutsak, insanın bir başka insan tarafından sömürülmediği özgür bir gelecek uğruna ölümsüzleştiler. Onlar istiyorlardı ki, kendilerinden sonra gelecekler “demir parmaklıklardan değil, asma bahçelerinden seyretsinler bahar sabahlarını, yaz akşamlarını”. Onlar istiyorlardı ki; bir gün, gün batımını izleyenler, o anın doyumsuz güzelliğine bakabilsinler sadece. Ve o an içlerinde ne bir kuşku, ne bir tasa-keder olsun yarına dair. Onlar, bu yüzden son 6 yıldır, inatla, anılarıyla çizdikleri bir ışık hüzmesi bırakmaktalar bize.

Peki ya siz? Etrafınıza örülen duvarların arkasından sızan ışık demetini hala göremiyor musunuz? Hala göremiyor musunuz; bu karanlığın uzun sürmeyeceğini, yaşanmakta olanın sadece kısacık bir güneş tutulması olduğunu. Sizleri ışığa, yani aydınlığa ulaşmak için karanlığa karşı hep birlikte yürümeye ve etrafımızdaki duvarlardan bir tuğla daha sökmeye çağırıyoruz. Şairin dediği gibi; “Yolun düşerse kıyıya bir gün/ve maviliklerini enginin seyre dalarsan/ dalgalara göğüs germiş olanları hatırla/selamla yüreğin sevgi dolu/çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar/eşit olmayan savaşta/ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden/sana liman gösterdiler uzakta”.

Gelecek nesillere sadece onurlu bir gelecek bırakmak için değil, onurlu bir mazi bırakmak için de fırtınalı denizlere açılmanın tam vaktidir. ‘Bugün’ erken değil ama ‘yarın’çok geç olabilir. Tercihimiz, gelecek nesiller tarafından nasıl hatırlanmak istediğimizi gösterecek; ya gururla ya da nefretle… Tercih sizin… Ne yaşananları ne de yaşanacakları asla unutmayın!.. Kendi özgürlüğünüz için…

Etrafınıza bakın, yeni duvarlar örülmeye devam ediliyor. Asıl mahpusluk, esareti dışarıda yaşamaktır.

H. Eylül