15 Aralık 2006 Sayı: 2006/49 (49)
  Kızıl Bayrak'tan
   AB aldatmacasına karşı “işçilerin birliği, halkların kardeşliği”!
  Devrimci dayanışmanın kaynakları ve birleşik mücadelenin geleceği üzerine
  Faşist devlet terörüne karşı birleşik devrimci direnişi büyütelim!
  Devlet terörüne geçit vermeyelim, birleşik direnişi geliştirelim!
Faşist devlet terörüne karşı omuz omuza!
Asgari ücret kampanyası çalışmalarından...
Yapı-Yol Sen’den iş yavaşlatma eylemleri...
 Üç kapan ve devrimci sınıf hareketi - Haluk Gerger
  Gençlik geleceğine sahip çıkıyor!.. Sermayenin kölesi, diplomalı işsiz olmayacağız!
  Faşizmi protesto eylemine 500 öğrenci katıldı.....
  İLGP’den Erdal Eren’i anma haftası...
  Gençlikten...
  12 Eylül sonrasında MHP ve sendikacılık - Yüksel Akkaya
  Nepal Komünist Partisi/Maoist ile hükümet arasında sorunlar
  Bitmedi, sürüyor o kavga!..
  Kanlı diktatörün sonu!
  Irak Çalışma Grubu hezimetin raporunu açıkladı
  İran: Emperyalistler arası çekişme arenası
  AB üyeliği masalının çöküşü! - Yüksel Akkaya
  Irak Çalışma Grubu’nun raporu ve Güney Kürdistan - M. Can Yüce
  Asıl mahpusluk, esareti dışarıda
yaşamaktır!
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

AB üyeliği yolunda tren durdu, kölece boyun eğiş ise devam ediyor!..

AB aldatmacasına karşı “işçilerin birliği, halkların kardeşliği”!

Üyelik yolunda bir arpa boyu yol alamayanlar daha fazla köşeye sıkışıyor!

AB-Türkiye ilişkilerinde bir süredir herkes tarafından dile getirilen bir gevşeme, görüşmelerde bir yavaşlama yaşanıyordu. AB içinde Türkiye’nin üyeliğine karşı olan cephenin son dönemlerde sesini daha da yükseltmesi nedeniyle zaman zaman tansiyon yükseliyor, kimi ülkeler açıktan (Avusturya ve Fransa), kimileri ise örtülü ifadelerle ve dolambaçlı yollarla (Almanya, Belçika ve Hollanda) Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ilan ediyor, bu tutumlarını bir dizi gerekçeye dayandırıyorlardı. Öne sürülen temel gerekçelerin, aynı anlama gelmek üzere dayatılan koşulların başında ise, Türkiye’nin bir AB ülkesi olan Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni tanımaması geliyordu.

Geleneksel Kıbrıs politikasını terketmek anlamına geldiği için Türkiye’nin egemenleri bu koşulu kabul etmekten kaçıyor, bunun yerine Kıbrıs sorununa AB içinde değil, BM çatısı içinde bir çözüm bulunmasını istiyordu. Bir yandan da adım atmak için Kuzey Kıbrıs üzerindeki izolasyonun kaldırılması koşulunu öne çıkarıyordu. Deyim yerindeyse Türkiye-AB ilişkileri bir tür köşe kapmaca oyununa dönüşmüştü. Yaşanan gerilimlere ve sorunlara rağmen her iki taraf bazı pürüzler olsa da aslında ilişkilerin yolunda gittiği görüntüsünü vermeyi de ihmal etmiyordu.

Son iki haftada yaşanan gelişmeler bu görüntünün ne kadar aldatıcı olduğunu gösterdi. Önce AB Dışişleri Komisyonu, 29 Kasım’daki toplantısında gereklerini ve koşullarını yerine getirmediği için Türkiye’nin AB üyeliğini dondurmak anlamına gelecek bir öneri taslağı hazırladı. Ardından geçen hafta bir araya gelen AB dışişleri bakanları, Komisyon’nun önerilerini benimseyeceğinin sinyallerini verdi. Etekleri tutuşan AKP hükümeti, Türkiye’nin üyeliğini tek taraflı olarak askıya almak-dondurmak anlamına gelen önerilerin karar olarak çıkmasını engellemek için son anda AB’ye bir liman ve bir havaalanının Rumlara açılması önerisini sözlü olarak iletti. AB yetkilileri ise bu öneriyi “gecikmiş ve net olmayan bir jest” olarak değerlendirdi ve ciddiye almadı. Sonuçta AB dışişleri bakanları, komisyonun hazırladığı taslak doğrultusunda temel 8 başlıkta Türkiye ile sürdürülen görüşmelerin dondurulması yönündeki önerilerini kamuoyuna deklare ettiler.

15-16 Aralık’ta toplanacak olan AB zirvesinde bu öneriler resmi bir karara dönüştürülecek. Bu kararları ana hatlarıyla şöyle özetlemek mümkün: Türkiye ile sürdürülen 35 müzakere başlığından 8’nin askıya alınması; 26 müzakere başlığının açılması, ancak kapatılması için Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmesi; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerindeki izolasyonun kaldırılması konusunun Ocak 2007’den itibaren görüşülmeye açılması; Türkiye’nin Kıbrıs Rum kesimine liman ve havaalanlarını açması için 3 yıl süre verilmesi vb., vb.

Bu kararlarla birlikte ilişkilerdeki gevşeme, yerini temel başlıklarda süren görüşmelerin tek taraflı olarak askıya alınması, bir başka ifadeyle ilişkilerin dondurulmasına bırakan yeni bir eşiğe dayanmış bulunuyor. Böylece şimdiye kadar Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir arpa boyu mesafe alamadığı bir kez daha açığa çıkmış oluyor. Alamadığı gibi, yumuşak karnı olan Kıbrıs üzerinden gitgide daha fazla köşeye sıkıştırılan Türkiye’de egemen kesimler arasında Kıbrıs ve AB üyeliği konusundaki çatlaklar daha açık biçimde gün yüzüne çıkıyor.

AB’nin üyelik için salladığı Kıbrıs sopası ve
egemen klikler arasındaki çatlaklar

AKP hükümetinin AB’nin Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı tanımamakta diretmesi nedeniyle müzakereleri askıya alma tehditleri karşısında son anda yaptığı manevra, Avrupa cephesinde hiçbir karşılık bulmadığı gibi, içerde cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle devletin zirvesinde öteden beri süregelen gerginliklerin beklenenden daha erken bir evrede açık bir çatışmaya dönüşmesinin de vesilesi oldu. Daha da önemlisi, bu açılım Kıbrıs ve AB konusunda egemen sınıflar arasında var olan çelişki ve çatışmaları da açığa çıkardı. Ordu, devlet politikasından bir sapma olarak tanımladığı liman ve havaalanlarının açılması önerisinin kendilerine danışılmadan-haber bile verilmeden yapılmasını büyük bir probleme dönüştürdü. Ordunun arkasında saf tutan CHP ve diğer düzen partileri, mal bulmuş mağribi gibi Kıbrıs konusundaki tartışmaların üzerine atılmakta gecikmediler. AKP boy hedefi haline getirildi ve tartışmalar bir anda cumhurbaşkanlığı seçimlerine kaydırıldı. Tekelci medya hala da mevcut durumu bu çatışma ekseni üzerinden yansıtmaya özel bir önem veriyor. Seçimlerle bağlantılı olduğu ölçüde bu doğal karşılanabilir. Oysa, ne cumhurbaşkanlığı konusundaki çatışma yenidir, ne de Kıbrıs bu çatışmanın ana konusudur.

Bilindiği gibi cumhurbaşkanlığı konusunda AKP ile Ordu arasında öteden beri süren çatışmanın öne çıkan simgesi türbandır. Tartışmalar hep türban simgesi etrafında dönmekte, türbanlı bir cumhurbaşkanı eşinin, devletin laiklik ilkesine karşı bir saldırı ve tehdit olup olmadığı tartışılmaktadır. Tekelci medya son çatışmaları özellikle buraya bağlayarak, Kıbrıs konusunda ortaya çıkan çatlağı gizlemeye çalışmaktadır. AKP jest amacıyla ve sözlü olarak olsa AB’ye karşılıksız olarak Türkiye’nin bir limanını ve bir havaalanını Güney Kıbrıs’a açması önerisini iletmesi, basit bir manevra olmanın ötesinde belli bir kesimin Kıbrıs ve dolayısıyla AB konusundaki yaklaşımını ifade etmektedir. Yani AKP bu yaklaşımda yalnız değildir. En başta Kıbrıs Rum Kesimi’ne ‘limanları açma’ kararını “olumlu ve yapıcı bir karar” olarak gören ve bu açılımı nedeniyle AKP’ye yüklenen muhalefeti eleştiren TÜSİAD ve liberal bazı çevreler de bu yaklaşımın arkasındadır. Ve bu yaklaşımı nedeniyle TÜSİAD’a dönük hala da tek bir eleştiri yöneltilmemiştir. Dahası TÜSİAD’ın bu açıklaması ve yaklaşımı sıradan bir haber şeklinde sunulabilmiştir.

***

Bir tren kazası olmasındansa trenin dur(durul)masına sevinenler, trenin nereye gittiğini, rayların kimin üzerinden geçtiğini özenle saklamaya çalışadursunlar, bazı konular giderek bir netlik kazanıyor. Son iki haftada yaşanan gelişmeler de göstermektedir ki, AB üyeliği sevdasıyla girdiği bu yolda Türk burjuvazisinin elinde fazla bir seçenek bulunmuyor. Gerek dışardan artan basınç, gerekse içerde uç veren çatlaklar nedeniyle Kıbrıs’ta geleneksel politikasında ısrar etmesi, her geçen gün daha da zorlaşıyor. Fakat AB üyeliği yolunda Kıbrıs politikasında vereceği tavizlerin de bir garantisi bulunmuyor.

Öte taraftan, AB üyeliği serüveninin sonucu ne olursa olsun Türk burjuvazisi, Kıbrıs gibi Ortadoğu’ya bir taş atımlık uzaklıktaki stratejik ve coğrafi bir konuma sahip bir adanın bir kısmı üzerinde tek başına söz sahibi olma ayrıcalığını bundan böyle peyderpey yitirmekle yüz yüzedir. Daha önce Kürt sorununu öne çıkaran AB emperyalizminin son yıllarda çözümü konusunda tek bir adım atmamasına rağmen Kürt sorununu şimdilik bir kenara bırakıp, üyelik konusunda Kıbrıs sopasına sarılmasının nedeni tam da emperyalizmin bölge üzerindeki hesapları nedeniyle Kıbrıs’ın öneminin artmış olmasıdır.

Bundan böyle sermaye devletini, Irak’tan sonra Kıbrıs’ta da kırmızı çizgilerin giderek pembeleşeceği bir süreç bekliyor. AB serüveninden vazgeçmeyi, emperyalizmle ilişkileri koparmayı göze alamayacak kadar ona kul köle olanlar, çıkarlarını ABD ve AB’ye hizmette görenler, bu sonucu da sindirmek zorundadırlar. AB’nin son kararları, “bu sonucu sindirmeye hazır olun” uyarısından başka bir anlama gelmiyor. Başbakan Erdoğan partisinin TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada “Reform sürecimiz aynı kararlılıkla sürecektir... Ek protokol meselesinde Türkiye’ye haksızlık yapılmıştır, AB’nin de yerine getirmediği sözleri var” diyerek, daha şimdiden bu son kararların sindirilmeye başlandığını göstermektedir.

Türkiye’nin onlarca liman ve havaalanının ABD’nin hizmetine sunulmasının hesabını veremeyenlerin “Kıbrıs’ı satanı biz de satarız”, “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” “ Türkiye’nin güvenliği Kıbrıs’tan geçer” ya da “Kıbrıs milli meselemizdir” diyerek hamasi nutuklarla bu kölece boyun eğişi utanmazca çarpıtıp daha fazla gizleyebilmesi ise mümkün değildir. Onların milli mesele dediği eninde sonunda sermayenin çıkarlarıdır. Ve işbirlikçi sermaye tercihini ne yönde yaparsa yapsın, bu işçilerin ve emekçilerin sosyal yıkımı anlamına gelmektedir.

İşçi ve emekçiler AB üyeliğinin emperyalizme daha fazla bağımlılık, AB’nin genişleme ve ABD’nin GOP projelerinin tüm halklar ve emekçiler için yıkım olduğunun farkına vararak ayağa kalkmalıdır. Halkların halklara kırdırıldığı, emekçilerin sermayeye kurban edildiği bu emperyalist dayatmalara karşı şiarımız, “her milliyetten işçilerin birliği, halkların kardeşliği” olmalıdır.


AB ile ilişkiler düzen cephesindeki çatlağı derinleştiriyor

AKP hükümetinin limanlarla ilgili teklifinin “AB’yi ikiye böldüğü” iddia ediledursun, asıl ikiye bölünen Ankara oldu. Düzen politikası, bir kez daha, hükümet ve diğerleri olarak cepheleşmiş durumda. Epeyce zamandır her fırsatı hükümeti yıpratma amaçlı kullanmayı iş edinmiş olan, Genelkurmay merkezli ırkçı “muhalefet” için hükümetin bu son adımı, bulunmaz fırsat oldu. Çankaya’dan ve Genelkurmay’dan “bilgilendirilmedik” açıklamaları gecikmedi. Ama asıl söz düellosu yine CHP ve Cumhuriyet gazetesine düştü. Baykal’ın ağzı, Cumhuriyet’in kalemleri yine makineli gibi tarrakaya başladı.

Ağız birliğiyle, “bu devlet politikasından sapmadır” diyor, başka bir şey demiyorlar. İş başındaki hükümet adeta devlet karşıtı ilan ediliyor. Devletin politikası değişecekse, bu, seçilmişlerce değil atanmışlarca yapılır, demeye bile getirmiyor, resmen söylüyorlar. Hürriyet’in konuya ilişkin sorularını yanıtlayan Genelkurmay başkanı Büyükanıt, “Bugüne kadar bizim resmi görüşümüz devletin resmi görüşüydü” diyor ve ekliyor, “Silahlı Kuvvetlerin başındaki insan böyle bir kararı televizyondan öğrenmemeli. Orada 40 bin askerini bulunduran bir kurumun, böyle önemli bir karardan haberdar edilmesi, görüşünün alınması gerekmez mi?”

Başbakan’ın “Sözlü süreci Çankaya’ya mı soracağız?” tepkili söylemine rağmen, Çankaya’dan ve Genelkurmay’dan yapılan bu “bilgilendirilmedik” açıklamalarına Dışişleri’nden ‘bilgilendirdik’ yanıtı verildiğine göre, birileri yalan söylüyor. Fakat sorun kimin yalan söylediğinde değil. Sorun, merkezdeki bu politik çekişmenin faturasının, olaylara ilişkin en küçük sorumluluğu dahi bulunmayan işçi sınıfı ve emekçi kitlelere kesilecek olmasıdır.

En basitinden, düzen politikası cephesinde böyle her çekişme ekonomiye olumsuzluk olarak yansıtılacak, ve bu yansımanın faturası işçi ve emekçilere kesilecek. Fakat daha önemlisi, “devlet” cephesinin hükümet cephesine karşı geliştirdiği söylemlerin buram buram şovenizm kokması ve bu pis kokuların sınıfı ve emekçi kitleleri zehirlemesidir.

Her iki tarafın da, bu cepheleşmeyi bilerek isteyerek yarattığı ortadadır. 7 Aralık’ta, televizyonlar sabah saatlerinden itibaren hükümetin teklifinden bahsettiği, Dışişleri’nin bu haberleri doğruladığı bir süreçte, saat 14.00’te Çankaya’da “Milli Komite” toplantısında biraraya gelen tarafların konuyu hiç gündeme getirmemeleri -eğer getirmedilerse, ki açıklamalar getirmediklerini gösteriyor- ilginçtir. Diyelim Başbakan “danışma” ihtiyacı duymadı, peki, zaman yitirmeksizin “bilgilendirilmedik” açıklamaları yapacak denli “hassas” oldukları bir konuyu Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı niye sormadı, konuşmadı? Onların neden ihtiyaç duymadığı sonrasındaki tutumlarında görülüyor. Bir kez daha fırsat değerlendiriyorlar.

Artık gün saymaya başlayan Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce “hükümet sorunu”nu çözmenin, ipleri koparacak denli germekten başka yolu kalmadığını düşünüyor olmalılar. Belki de geçtiğimiz haftalarda ABD’den doğru yapılan “darbe hazırlığı” yorumu bu bağlamda bir anlam kazanıyor.

Çatışmanın işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde yaratacağı hasar, hükümetin “tankların nezaretinde” devrilmesiyle daha da büyüyeceği ise tartışma götürmez. Zaten halihazırda çeşitli bahanelerle “hak ve özgürlükler” çiğneniyor. Her gün yeni bir sudan bahane ile demokratik kurumlar basılıyor, dağıtılıyor, yağmalanıyor. Medyanın yansıttığı gibi “terör örgütleri”ne değil, “yasal” demokratik kurumlara savaş açılmış durumda. Bu kapsamda sadece devrimci yayınların hazırlandığı kurumlar değil, sendikalar da basılıyor, sendikacılar gözaltına alınıp tutuklanıyor.

Elbette bu yaşananlardan işçi ve emekçilerin çıkaracağı ders, asker gelmesin de hükümet kalsın olamaz. Seçildiğinden bu yana yaşananlar, işbaşındaki hükümetin de işçi ve emekçi düşmanı olduğunu çoktan kanıtladığına göre, iki seçenek de sınıftan ve emekçilerden uzak olmalıdır. Sermaye düzeninin kendi içindeki çatışmalar, sınıfı ve emekçileri tek bir şekilde ilgilendirebilir; bu soygun düzenine karşı mücadelede bu çatışmalardan yararlanmak. Bunun için de saldırıların hak ve özgürlükler mücadelesini yükselterek yanıtlanması gerekiyor.