15 Temmuz 2006 Sayı: 2006/27
  Kızıl Bayrak'tan
   Filistin halkıyla dayanışmanın anlamı
  İsrail ordusunun vahşi yıkım ve katliamları sürüyor...
  Irak’a komşu ülkelerin Dışişleri Bakanları Tahran’da toplandı...
  Filistin halkıyla devrimci dayanışmayı yükseltelim!
  İMF’ye yeni bir niyet mektubu daha gönderildi...
  Kıdem tazminatının gaspı ve bölgesel asgari ücret uygulaması yine gündemde...
AB’ye azalan destek ve yükselen milliyetçilik
Eylemlerden, direnişlerden...
KESK’in “dönemsel mücadele programı” üzerine
İstanbul İşçi Kurultayı Hazırlık Komitesi ile kurultay üzerine konuştuk…
Kapitalist hayata karşı koyuştan teslimiyete, teslimiyetten nereye? - III Yüksel Akkaya
  Faşist baskı ve terör yasasına karşı mücadeleyi yükseltelim!
  Sermaye iktidarı TÜBİTAK ortak yapımı yeni teknolojiler yolda...
  Meslek liseleri sermayenin talanına açılıyor
  Uluslararası hareket
  İsrail kanlı savaşı tırmandırıyor / Rohan Pearce
  Bir kara bayrak / Gideon Levy
  Hapishanelerde işkence devam ediyor
  AKP hükümeti patronlara uşaklıkta sınır tanımıyor…
  Uzun soluklu olmak…
  Rıfat Ilgaz: Toplumun karanlığını yırtan bir aydınlık
  TUYAB tutsak yakınlarının katılımıyla piknik düzenledi
  Radikal Jest-Bir Örnek
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Kapitalist hayata karşı koyuştan teslimiyete, teslimiyetten nereye? - III -

Yüksel Akkaya

IV. Ekim Devrimi, büyük korku ve çürüme

Kapitalist hayata ve çalışma koşullarına karşı koyan Ludist harekete, Rus emekçiler yaklaşık yüzyıl sonra görkemli bir devrimle selam verdiler. Çarlık Rusyası’nda başlattıkları devrim rüzgarını Asya’nın bozkırlarına, steplerine, Kafkaslar’a yaydılar. Üç günlük Lyon Komünü ve yetmiş günlük Paris Komünü’nden sonra işçi sınıfı bir kez daha “iktidara” geliyordu. Bir devrim çağına çağrı olan görkemli başlangıca ilk ihanet edenler ne yazık ki, kapitalizmin rüşvetine bulaşmış, “mevzuatiçi sendikacılığı benimsemiş” olan işçiler oldu. Bu tutumları ile adeta çürümeye başlayan bir yapının kokusunu saldılar. Ne var ki koku yeterince keskin değildi ve iyi koku alamayanlarca algılanamadı. İstisnaları olmakla birlikte, genelde işçi sınıfı, kapitalizmin teklif ettiği rüşvete teslim oldu. Dünyayı istemek yerine kırıntıları ile yetindi. Yirminci yüzyılda işçi sınıfını düzenle bütünleştirmek ve kontrol altına almak için artık merkezi örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (UÇÖ/ILO) Ekim Devrimi’nden hemen iki yıl sonra kurulmuş olması bu nedenle tesadüf olarak kabul edilmemeli. Tersine, işçi sınıfına haklar sağlamak adına kurulduğu ileri sürülen bu örgütün temel işlevi, işçi sınıfını düzen içinde tutmak oldu. İşçi sınıfındaki büyük çürümenin/çürütmenin asli kurumu oldu bu örgüt. Burjuvazi arasındaki kirli rekabeti, emek üzerinden elimine etmeyi de benimsemiş olan bu örgüt, izleyen yıllarda da bu işlevini layıkı ile yerine getirdi.

Ekim Devrimi ile büyük korkuya kapılan kapitalist sistem, hızla ortaya çıkacak bir potansiyel tehlikeyi ortadan kaldırmak için emekçilere “haklar” adı altında ardı arakası kesilmeyen “rüşvet” tekliflerinde bulundu. Sosyal güvenlik, daha iyi çalışma koşulları, daha kısa çalışma süreleri, hafta tatilleri, yıllık ücretli izinler, gelir düzeyinin yükselmesi, işçi sınıfının düzen içinde kalmak koşulu ile yürüttüğü mücadeleler sonucunda hızla yaygınlaştı.

II. Dünya Savaşı kapıyı çaldığında, işçi sınıfı büyük ölçüde teslim alınmıştı. Ancak, Sovyetler Birliği’nin bu savaştan büyük bir prestij ile çıkması, yeni bir paniğe ve bunun sonucunda daha farklı hamlelere yol açtı. Avrupa’nın doğusunu kaybeden kapitalist dünya, hızla işçi sınıfını sendikalar aracılığı ile sistemin bir parçasına dönüştürmeye yöneldi. Bu yeni bir aşama idi. Sistem içinde kalmaya iknadan, sistemin bir parçası olmaya çağrı vardı. Bu çağrı, bu rüşvet teklifi, ihanete davetten başka bir şey değildi. Ne yazık ki, bu davet kabul edildi. İzleyen yıllar, düzen ile uyumlu, sadece çalışma yaşamı ile ilgilenen, tek derdi refahtan biraz daha pay almak isteyen sendikaların ve işçi hareketinin tanığı oldu. Çürüme yaygınlaşmış, koku dayanılmaz olmuştu.

Kuşkusuz bunda, yakın zamanlarda Bush’un Türkiye için söylediği Marşal Planı çerçevesindeki yardımın da payı vardı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’yı komünistlere teslim etmek istemeyen ABD, hızla işçi sınıfının örgütleri olan sendikalara CIA aracılığı ile müdahale etti. Geçtiğimiz yıllarda, yerleştiği Paris’te ölen I. Brown bu organizasyonun baş mimarı oldu. 1945-1980 döneminde, sarı sendikacılık yerini, işbirlikçi, korporatist bir sendikacılığa terketti. Sistem ile bütünleşen sendikalar, pek çok konuda karar alma süreçlerine dahil ediliyor, sonra da bu kararlara uymaya çağrılıyordu. Sendikalara bazı ödüller veriliyor, karşılığında ödünler isteniyordu. Endüstriyel demokrasi, katılımcılık, sosyal diyalog, toplumsal uzlaşma adı altında başlatılan bu ilişkiler 1980’lere gelindiğinde işçi sınıfını çürütmüş, bırakın sistemi değiştirmeyi düşünmeyi, pek çok yerde yüksek ücret istemekten bile uzaklaştırmıştır.

Şimdi, sermayenin has örgütü olan UÇÖ/ILO bu korporatist ilişkileri sosyal diyalogu yaygınlaştırmak adı altında her yere önermektedir. Ne yazık ki, işçi sınıfı bu büyük tuzaktan kaçamamış, ihanete çağrıya koşarak gitmiştir. Sonuçta, ne kapitalist sisteme karşı koyma, ne devrim düşü kalmıştır. Kafka’nın hamamböceklerine dönüştürülmüş, sabah işe giden, akşam eve gelip, televizyon izleyen, düşünmeyen yaratıklar ortaya çıkarılmıştır. İki yüzyıllık bir süreçte, işçi sınıfı büyük bir başkaldırıdan, uysal, burjuvazi ile bütünleşmiş bir topluluğa dönüştürülmüştür. Bu büyük dönüşüm ve ihanette, kapitalist sistemin yeteneği ve becerisi kadar, işçi sınıfını örgütleyenlerin de hainliğinin payı vardır. İşçi sınıfının mücadele araçları olan, güven sağlayan kaleleri olan sendikaları birer ihanet kurumlarına dönüştürenler tarihin büyük yargısından kurtulamayacak olsalar bile, geriye bıraktıkları “enkaz” ve tahribat çok büyük olmuştur. Sorun bu tahribatın nasıl üstesinden gelineceği ile ilgilidir. Marx’ın hayatı kapitalizmi anlamak ve açıklamak ile geçmişti. Lenin, bu teorik açıklamalara bir pratik ile katkıda bulundu. Denilebilir ki, 19. yüzyılın ikinci yarısı “marksize olma” zamanıdır.* Yirminci yüzyılın başı ise, Leninist olma dönemidir, ki Ekim Devrimi ile taçlanır. Ne yazık ki, sosyalist hareket açısından son çeyrek yüzyıl “uzun sürmüş” bir “marksize” olma dönemidir. Emperyalizm kavramını unutan sol, “küreselleşme” olarak ifade edilen süreci anlamak için büyük efor sarfetmiştir. Bu tutum, “yeni” bir durumu anlamak için “anlaşılır” bir çaba kabul edilebilir. Ancak, “marksize” aşamadan, Leninist olma aşamasına çoktan gelinmiş bulunmaktadır. Şimdi, kapitalizme meydan okuma ve değiştirme zamanıdır, bu nedenle Leninizm zamanıdır.

Bir sonraki yazıda Türkiye işçi sınıfının bu tarihsel serüvendeki yerini tartışmaya çalışacağız.

* Marksist olma değil, kapitalizmin işleyiş mekanizmasını çözme, kurallarını bulma çabası anlamındaki olgudur “marksize” kavramı ile ifade etmek istediğimiz.

--------------------------------------------------------------------------------------

Ankara Hilton otelinde işçi kıyımı

Ankara Hilton patronu otel bünyesindeki çamaşırhane bölümünü taşerona devretmiş, bölümde çalışan 12 işçiyi atmıştı. OLEYİS Sendikası konuyla ilgili olarak 30 Haziran tarihinde işverene noter aracılığıyla bir ihtarname çekti. İhtarnamede şunlar söylendi:

“İşyerinde mevcut Toplu İş Sözleşmesinin yetkili tarafı olan Oleyis Sendikası olarak, sendikamızdan gizlenerek yapılan bu tek yanlı eyleminizi şiddetle kınıyoruz.

Kapattığınız çamaşırhane birimi otel işyerinin ana unsurlarından biri olup, taşerona devredilemez. Bu nedenle haksız ve yasadışı olan bu kararınızı geri almanızı istiyoruz.

İşyerinin ana unsurlarından birini sendikamıza dahi haber vermeden kapatarak bu işleri başka firmalara vermenizi, işyeri barışını bozmaya yönelik kötü niyetli bir yaklaşım olarak değerlendiriyor ve bu kararınızı yeniden gözden geçirerek iptal etmenizi bekliyoruz.

Aksi halde, taşeronlaştırma hareketi olarak kabul ettiğimiz bu kararınıza karşı her türlü yasal hakkımızı kullanacağımızı ihtar ederiz.”