13 Eylül günü saat 13:00de SES Edirne Şubesinde TTB, TMMOB, KESK ve DİSK tarafından bu hafta içinde dünyada ve Türkiyede meydana gelen olayları protesto etmek amacıyla bir basın açıklaması düzenlendi. 11 Eylül Şili darbesi, 12 Eylül faşist askeri darbe ve 10 Eylül 2003de Meksikada Dünya Ticaret Örgütünün 5. Bakanlar Kurulu Toplantısı, yapılan basın açıklamasıyla protesto edildi.
Basın açıklamasında şu görüşlere yer verildi:
11 Eylül, Şilide Salvador Allende yönetiminin 1973 yılında Amerikancı faşist Pinochet cuntası tarafından devrildiği tarihin yıldönümü olması bakımından dünya halkları ve özgürlük hareketleri için önemli bir tarih. Aynı zamanda 2001 yılında ABDnin yeni saldırgan politikasını uygulamaya koymak için gerekçe saydığı ve aydınlatılamamış saldırının da tarihi.
12 Eylül ise, Türkiyede 1980de gerçekleşen bir askeri darbenin başka bir deyişle özgürlüklerin yanı sıra, emekten, barıştan, demokrasiden yana olanların baskı altına alınması, sendikaların yasaklanması, sendikacıların idam cezalarıyla yargılanması da dahil olmak üzere demokrasi adına varolan, kazanılan her türlü değerin altüst oluşunun tarihi.
Bugün 13 Eylül 2003 ve dünya halkları bu kez hepsini kapsayacak küresel bir darbenin eşiğinde. Dünya Ticaret Örgütü 5. Bakanlar Konferansını 10 Eylül günü Meksikada başlattı ve konferans yarın 15 Eylülde sona erecek.
DTÖnün Meksikadaki 5. Bakanlar Konferansının resmi gündemine alınan en önemli konu başlığını 4 yeni anlaşma oluşturuyor: Yatırımlar, rekabet, ticaretin kolaylaştırılması, hükümet satın almaları başlıklarını taşıyan anlaşmalar.
Bu anlaşmalarla 1997 yılından beri karşısında küresel ölçekte mücadele verilen MAI (Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) yeni bir biçimde dayatılıyor. Egemen sermaye güçleri, emekçileri yoksul halkların ellerinin bağlanmasını, köleleştirilmesi, kuralsızlaştırma, örgütsüzleştirme, vergi yüklerini halkın sırtına yıkma, daha fazla kâr için herşeyin geçerli sayıldığı bir ortamın yaratılmasını amaçlıyor. Yani emekçinin, çalışanların, halkın, kazanılmış haklarının ellerinden alınarak sermayenin sınırsız, kuralsız ve vahşi egemenliğine terkedilmesinin koşulları yaratılmak isteniyor. Kamunun sermayeye yardımcı olması ama bütün alanlardan çekilerek, eşitlik adına eşit olmayan koşullardaki ulusal işletmelerin çökertilmesine zemin yaratılmak isteniyor. Tüm bu yollarla yoksullaşacak ve hatta işsiz kalacak milyonlarca emekçinin akıbeti onları hi&ccdil; ilgilendirmiyor.
Dünyaya hükmetme noktasına gelen uluslararası tekellerin ve emperyalist çıkarları için ellerinde tuttukları iktidarların yeni bir saldırısıyla karşı karşıyayız. Adımıza katılan hükümet temsilcilerinin bu toplantılarda başta ABD olmak üzere emperyalistlerin dayatmalarına boyun eğiyorlar. Onlar halklarının değil bir avuç azınlığın çıkarlarını temsil ederek toplantılarda yer alıyorlar. Bu kararlar dünyanını her bir köşesinde yaşayan emekçilere hizmet etmiyor. Tüm bu kararlar uluslararası tekellerin güçlerini pekiştirmeye, dünyanın en ücra köşesine kadar iktidarlarını yaymalarına hizmet ediyor.
Bu kararlar yalnızca ticari değil artık içiçe geçmiş askeri yayılmacılığa da hizmet ediyor. Afganistanın, Irakın, Filistinin işgali ve Filistinlilerin kıyımında bu kararların uzantılarıyla karşılaşıyoruz. İnsanların daha iyi yaşaması için değil, daha çok ve daha kolay nasıl öldürürüz hesabıyla çalışan silah tekellerinin insanlık tarihine çaldıkları kara lekelere tanık oluyoruz.
Emekçiler ve sermaye arasındaki sınıflar mücadelesinin artık uluslararası ölçekte ve kıyasıya bir biçime dönüştüğünün bilincindeyiz. İşçi sınıfının tarihsel deneyim ve birikimleri bize yol gösteriyor.
Meksika caddeleri 7 Eylülden beri onbinlerce işçi-köylü-memur-öğrenci ve yoksulun enternasyonel protesto gösterilerine tanıklık ediyor.
Onlar yanlız değil. Çünkü bugün dünyanın tüm ülkelerinde yürekler Meksikadaki bu örgütlü ve yiğit kitleler için çarpıyor.
Meksika hükümeti 60 isimden oluşan bir sakıncalılar listesi yayınlayarak eylemcilerin gözünü korkutmaya çalışıyor. Buna karşın uluslararası ölçekte Benim adımı da listenize ekleyin kampanyasıyla yanıt veriliyor.
Biz milyarlarcayız, biz dünya halklarıyız.
Biz dün Amerikada, Çek Cumhuriyetinde, İtalyada, Yunanistanda, Fransadaydık.
Bugün Meksika ve heryerdeyiz.
Iraka asker gönderme konusunda, tayin edici günlere girmiş bulunuyoruz. Hükümetin kafası ise, hala karışık görünüyor. Geçen hafta cuma gecesi Türk-Amerikan İşadamları Derneğinin (TABA) yemeğinde bir konuşma yapan Başbakan Tayyip Erdoğanı dinlediğim vakit, hükümetin kafa karışıklığını daha iyi fark edebildim. Şu cümleler, Erdoğanın konuşmasından:
... Başta ABD olmak üzere görüşmelerimiz devam ediyor. ABD bizden talepte bulundu. Ancak başkalarının ajite ettiği gibi biz bu konuda kararımızı rasgele vermenin peşinde değiliz. Bütün bu görüşmelerimizin neticesinde müzakerelerimizi yapacak, gerekirse konuyu Meclise getireceğiz. Bunu yaparken biz jandarma ve polis gibi oraya girmek istemiyoruz.
Peki, giderse, Türk askerinin Irakın hangi bölgesine gitmesi söz konusu?
Sünni üçgeni olarak bilinen ve Amerikan askerlerine saldırıların en yoğun bulunduğu, Bağdatın batısı, kuzeyi ve kuzeydoğusunu kapsayan yarımay şeklindeki Orta Iraka. Bu bölgede Türk askeri konuşlanırsa, Mehmetçike saldırı ihtimali yok mu?
Bu soruyu bana Iraktaki koalisyon güçlerinin birinin büyükelçisi, başka bir biçimde, Irak halkı Türk askerini iyi karşılar mı? şeklinde sordu. Gerçi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, günde en az bir kez verdiği demeçlerinde, günlerdir Irak halkının Türk askerini çok istediği yolunda, muhtelemen, hem kendi tabanına ve hem de Amerikan tarafına bir siyasi mesaj göndermek istiyor ama bu, doğru değil.
Zaten, Irak halkı sözcükleri kendi başına bir anlam ifade etmiyor. Ne demek Irak halkı? Irak halkının yüzde 60 kadarı Şii. Hangi Şii, Irakta Türk askeri istiyor? Amerikan işgaline karşı direnme hesapları yapan militan Muqtada Sadrın yandaşları mı? En büyük Ayetullah Ali Sistani, Necefte böyle bir fetva mı yayınlamak niyetinde? Yoksa, bir suikasta kurban giden Ayetullah Muhammed Baghir el-Hekimin yerine geçen, Irak Yönetim Konseyi üyesi kardeşi Abdülazik el-Hekim mi? Yoksa, laik-Şiilerin eğilimlerini yansıtabilecek olan, Irak Yönetim Konseyinin şu sıra başkanlık koltuğundaki Ahmet Çelebi mi?
Ahmet Çelebi, geçen hafta Ankaradaydı. İstemediklerini alenen ilan etti. Ülke nüfusunun yüzde 20ye yakının temsil eden Kürtlerin, istemediği bir sır değil. Yeni Dışişleri Bakanı, Kürt kimlikli Hoşyar Zebari, yeni sıfatıyla ilk açıklamasında istemediklerini söyleyince; Türkiyenin çeşitli çevrelerinden Amerikalılara hitaben susturun şu adamı haykırışları yükseldi.
Türkmenlerin istediğini varsayabiliriz. Ama, Türk askerinin Irakın Türkmen-yoğun bölgesinde konuşlanması diye bir konu söz konusu değil.
Geriye kalıyor, nüfusun yaklaşık yüzde 17sini oluşturan ve Amerikan askerlerine yönelik saldırıların, bir başka anlamda ülkedeki güvenlik sıkıntısının sosyolojik zeminini temsil eden Sünni Araplara...
Bunları mı güvenmeliyiz?
İşin doğrusu şu: Irakta Türk askerini, Iraklıların büyük çoğunluğu istemiyor. Amerikalılar istiyor. Kaldı ki, (daha ziyade Abdullah Gülün bizi istediklerini kastettiği yüzde 17lik Sünni Arapların, şu anda silahlı eylemlerin başını çeken eski rejimin tabanı olduğunu da unutmayalım.
Bu nedenle, yukarıda sözünü ettiğim büyükelçiye, cevaben, Eski rejimin artıkları, Baas yandaşları, bir dizi istihbarat örgütünün işsiz mensupları ve Vahabiler dahil köktendincilerin, Türk askerini gördükleri vakit, saldırma planlarına Mehmetçiki de dahil etmemeleri düşünelemez dedim; Türk askerinin her burnu kanadığında, Türkiyede kıyamet kopacak, Bizim evlatlarımızın oradan ne işi vardı, bu kararı kim aldı diye. Türk askerlerine yönelik her saldırıda verilecek kararlar, hem Türk-Amerikan ilişkilerinde ve hem de Türkiyenin iç siyasetinde yeni çatlaklar yaratmaya kuvvetle aday... Bunun böyle olacağını, Irakı 35 yıl boyunca yönetmiş olan ve bugün Amerikalılara karşı direnişi örgütlemekle meşgul olanlar bilmiyor mu? Görmüyorlar mı? Onun için, eğer Türk aserine saldırma niyetleri yoksa bile, -ki olmadığı pek şüpheli- sırf bu sebeplerden dolayı saldırı planı yaparlar.
Dolayısıyla, Iraka asker gönderme kararı alınacaksa, bu tümüyle stratejik bir öngörü ile irtibatlı bir siyasi karar olmak zorunda. O takdirde, Iraklıların ne dediği, Türkiyeyi isteyip istemediği birinci derecede önemli değildir. Ayrıca, Orta Irakta görev yapılacaksa, Tayyip Erdoğan istemese de, evet, Türk askeri oraya jandarma ve polis gibi gidecektir. Başka yolu da yoktur.
Eğer, Pollyanna siyaset söylemiyle hükümet, ikide bir, Irak halkına yardımdan başka bir niyeti olmadığını söylüyorsa, üniformalı ve silahlı personel yani asker yerine, Ulaştırma Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı vs. personeli göndersin. Aksi, inandırıcı değil. Şu anda Irakta söz konusu olan barışı koruma (peacekeeping) misyonu değil; güvenliği sağlama yani daha ziyade bir barış kurma-(peacemaking) misyonu.
Hükümet, bir karara varırken, kendine ve kamuoyuna karşı da dürüst davranmalı. Aksi halde, sonuç, tezkere vakasından beter olabilir. Nitekim, şu sırada İstanbulda bulunan Washington Postun tanınmış köşe yazarı David Ignatius, Türk Kartı başlıklı yazısında şöyle yazdı:
Irak savaşının gizli bir kurbanı, Amerika ile Türkiye arasındaki stratejik ortaklık oldu... Şimdi iki ülke, ABD kuvvetlerinin hemen her gün saldırılara hedef olduğu Bağdatın kuzeybatısındaki vahşi savaş alanına 10.000 Türk askerinin gönderilmesi konusunda anlaşmaya varmak üzereler. Bu, Amerikan işgalini güçlendirebilecek ve hasar görmüş olan Türk-Amerikan ilişkilerini de yeniden canlandırabilecek cesur bir plan.
Ama aynı zamanda, Irakta Türk kartını oynamak, hem Amerika, hem de Türkiye için tehlikeli. Türk tahlilcilerindeki yaygın kaygı, kısa-vadedeki sorunlarını çözmek için acele eden iki ülkenin, uzun-vadede başlarına bela olabilecek sorunlar yaratıyor olabilecekleri...
Eski Türk-Amerikan ilişkisi Soğuk Savaştan artakalmıştı ve 1 Martta ölüverdi. Iraka ilişkin kararlarıyla, iki ülke, şimdi, yeni bir ilişkinin kurallarını yazıyorlar.
Yani, durum, artık imla hatasını kaldırmayabilir...