1 Şubat '03
Sayı: 05 (95)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaşa ve saldırılara karşı sınıf savaşını yükseltelim!
  Yasağa rağmen binler Beyazıt Meydanı'ndaydı...
  Emperyalist savaşa karşı kitle hareketi ülke çapında büyüyor
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden...
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden..
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden...
  Emperyalist savaş üzerine İstanbul ÇHD Başkanı ile konuştuk...
  BM Silah Denetçileri raporu ABD'nin istediği doğrultuda...
  Sermayenin önündeki "mayınları temizlemek"!..
  Tuzla Carmen Çuval direnişte!
  Ciddiyetsizliğin son perdesi/6
  İsrail seçimleri ve Filistin soykırımı
  İslamcı basın hükümetin savaşa karşı olduğu yanılsaması yaratıyor...
  AKP hükümeti rüstünü ispatlıyor!
  Dünya Ekonomik Formu'nun Davos toplantısı kitlesel gösterilerle protesto edildi
  KADEK ve ABD
  Köln'de savaş karşıtı kitlesel gösteri
  İşçi Kültür Evi Bülteni'nden...
  Sabiha Gökçen hava limanı ABD emperyalizminin üssü olamaz!
  Trakya Üniversite'sinde polis terörü
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Beyaz Perde’den damlayan kan:
Hollywood savaş filmleri

Bir sonbahar günü televizyonlarımızı açtığımızda gördüklerimiz hepimizi şaşkına çevirdi. “ABD’de kıyamet günü” diyordu haberler. Dünya Ticaret Merkezi’nin dev gökdelenleri milyonlarca insanın gözleri önünde yerle bir olurken insanlar, izlediklerinin gerçek mi yoksa büyük bütçeli bir savaş filminden bir sahne mi olduğu konusunda şüpheye kapıldılar. ABD Başkanı çıkıp televizyondan tüm dünyaya gözdağı vererek intikam yeminleri ettiğinde şüpheleri sonlandı ama bunun yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu düşünerek kaygılanmaya devam ettiler. Nihayet, daha enkazlar kaldırılmadan tüm dünyaya “sonsuz adalet” getirme iddiasıyla yeni bir savaşlar döneminin başlatıldığı ilan ediliyordu.

Hollywood içinse savaş 11 Eylül’ün çok öncesinde başlamıştı. 2. Dünya Savaşı Avrupa’yı yerle bir etti ve tüm bir yaşam gibi Avrupa sineması da yıkıma uğradı. Hollywood’un tüm dünyada sinema endüstrisine egemen olması bu yıllara denk düşer. Bu aynı zamanda ABD’nin dünya ekonomisinin süper gücü haline gelmesi ile de paralellik taşır. Sömürgelerin bir bir bağımsız devletler kurmaları ve yeni sömürgecilik devrinin başlaması, Hollywood’u ABD’nin siyasal yaşamının neredeyse vazgeçilmez bir dayanağı haline getirdi. Böylelikle hem bu ülkelere film satarak ciddi bir ekonomik gelir elde ediyor (sadece film endüstrisinden ABD’nin elde ettiği kâr, pek çok ülkenin yıllık bütçesini geride bırakıyordu), hem kendi kültürünü ve onun araçlarını (hamburger, Levis vs.) tüm dünyaya pzarlıyordu. Ama bunların hepsinden daha önemlisi pek çok ülke üzerinde bir ideolojik hegemonya kurmayı başarıyordu.

Özellikle soğuk savaş sırasında Hollywood, Amerikan ideolojisinin önemli bir mevzisiydi. “Komünizm tehlikesi”nin yaratılmasına paralel olarak bir komünist düşman tipi yaratıldı sinemada. Soğuk bakışlı, cani ruhlu, az konuşan ama dünyayı felakete sürüklemek isteyen bir karakterdi o. Karşısında ise güçlü, iyilerin dostu bir kahraman olurdu. Soğuk savaşın o atmosferine çok uygun olarak savaş, cephede verilmezdi. Şüphenin paranoyaya dönüştüğü o yıllarda ajan filmlerinin bu kadar iş yapması hiç şaşırtıcı değil. Bu filmlerde de Ruslar dünyayı yoketme peşinde koşar. ABD’li kahraman ise (J. Bond vs.) bir kahramanlık örneği göstererek canı pahasına dünyayı kurtarırdı. Bu filmler komünizm karşıtlığı özenle yedirilmiş, ABD’nin üstünlüğü daima vurgulanmış ve doğrudan hakim ideolojinin manifestolaı olmuş filmlerdi. Bir seri halinde çoğunun versiyonları (30’a yakın James Bond gibi) bugün de ekranları kaplıyor. Hollywood bu sistemi çok iyi özümsedi. Çünkü sistem aynı zamanda kendi varlık sebebiydi. ABD tekellerinin dünyanın her yerinde emeklerini sömürdüğü milyonlara komünizmi kötülemenin etkili ve kârlı bir aracı oldu Hollywood sineması. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu.

Soğuk savaş yılları boyunca dünyayı nükleer savaş ve komünizm tehlikesine karşı koruyan bir güç olarak kendisini dayatan, 42 yıl boyunca tüm siyasetini “komünist düşman”a göre belirleyen ABD, Sovyetler Birliği dağılınca kısa süreli sevinç çığlıklarının ardından bir bunalıma girdi. Bunalımı aşmak ve dünyaya hükmetme gücünü elde tutmak için yeni bir düşman bulmak gerekiyordu. Soğuk savaştan geriye, silah çöplüğüne dönmüş bir dünya ve anti-komünizm içerikli sayısız sinema filmi ve propaganda yayınları kalmıştı. Afrika kıtasında kişi başına düşen silah sayısı ekmek sayısından fazla olan ülkeler vardı. Kara mayınlar sorunu hala tüm gerçekliğiyle ortada duruyordu.
Böyle bir dünyada, ABD kendine yeni bir düşman bulmakta gecikmedi. Bizler bilgisayar oyunu izler gibi seyrederken yağan bombalardan dolayı, Irak’ta binlerce sivil hayatını kaybediyordu. Bir anda, Körfez Savaşı’na denk düşecek bir biçimde, Arap teröristlerin boy gösterdiği filmler türedi. Hollywood savaş filmlerinin ortak özelliği olan tek taraflılık, tarihi ve gerçekleri fütursuzca çarpıtma elbette yine değişmedi. Gerçekler saptırıldı. Bin Ladin’lerin eline silah verip Sovyetler’e karşı kullanan, yardımcı olsun diye Rambolar’ını Afganistan’a gönderen onlar değilmiş gibi, senaryo ihtiyaca bağlı olarak değiştiriliyor, dünün dost ve müttefik güçleri bugünün dünyayı ve ABD’yi tehdit eden en büyük düşmanları olarak hedefe konuyordu artık.

11 Eylül sonrası Pentagon-Hollywood işbirliği

11 Eylül’ün ardından kendine daha da rahat hareket imkanı bulan ABD “şer odaklarının” peşine düştü. Afganistan’la başlayan ABD’ye “sonsuz özgürlük” operasyonu, şimdi Irak’a sıçramış gözüküyor. Hollywood, bu yeni dönem için savaş filmleri üretmekte gecikmedi. Elbette bu filmler de, önceki dönemlerde olduğu gibi, Pentagon’un tavsiyeleri ve CİA’nın desteğiyle çekiliyor. Dahası ABD Savunma Bakanlığı 9 film projesini inceliyor ve beğenmediği bölümleri değiştiriyor ya da tümden çıkartıyor. Bunun karşılığında ise ordunun tüm imkanlarını Hollywood’un önüne seriyor. Örneğin geçtiğimiz yaz aylarında gösterime giren yönetmenliğini John Woo’nun yaptığı Windtakers filminde “dişçi” lakaplı bir deniz piyadesinin savaş alanınd Japon askerlerin cesetlerinden altın dişlerini sökmesi deniz piyadelerini kötü gösterdiği gerekçesiyle Pentagon’un itirazı üzerine filmden çıkartıldı. Bir diğer örnek de yine geçen yıl gösterilen, Ridley Scott’ın yönettiği “Kara Şahin Düştü” filminde, kadın ve çocukları korumaya çalışırken gösterilen ABD askerlerinden bir karakter ile ilgili. Filmin uyarlandığı kitapta (ark Bowden) gerçek adı John Stebbins olarak geçen bu askerin adı, Pentagon’un isteği ile John Grimes olarak değiştirildi. Bunun nedeni ise, bu askerin, Somali operasyonları sırasında 12 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etmekten suçlu bulunması ve halen hapiste olması. Benzer örnekler çoğaltılabilir.

Kuşkusuz Hollywood Pentagon ilişkisi yeni değil. 2. Dünya Savaşı yıllarında da benzer işlevi olan Enformasyon Bürosu kurulmuş ve savaş süresince Hollywood’da hangi tür filmlerin çekileceğini bu büro belirlemişti. Dikkatli gözlerden kaçmayacak bir gerçek, 11 Eylül sonrası bu bağların daha da sıkılaştığı. Son dönemlerde terör korkusunun işlendiği film sayısındaki artış, bu işbirliğinin bir sonucu.

Aslında bu filmlerle sürekli iç içeyiz. İşimizden yorgun argın eve geldiğimizde açtığımız televizyon filmlerinden şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda yolcular “sıkılmasın” diye gösterilen videolara, kıt kanaat bütçemizden güçlükle ayırarak hevesle gittiğimiz bir sinema filmine kadar her yerde karşımızdalar. Bizler bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu barut ve kan kokusunun içine çekiliyoruz.

Hollywood seri üretime geçmiş bir film makinası ve bu haliyle zaten sinemaya herhangi sanatsal bir yön kazandırmaktan oldukça uzak. Aslına bakılırsa böyle bir kaygının güdüldüğü de yok. Pentagon’un emirlerini başı önde onaylayan Hollywood’un sözde yönetmenleri, Nazi propaganda bakanlığındaki meslektaşlarını çoktan geride bıraktı. ABD’nin emperyalist saldırganlıkları devam ettiği sürece, Hollywood filmlerinde kan ve gözyaşları üzerinde dalgalanan ABD bayrağını görmeye devam edeceğiz.

Hollywood’dan savaş karşıtı sesler

Pentagon’un Hollywood’un dizginlerini iyice eline aldığı böyle bir dönemde dahi, Hollywood’dan savaş karşıtı yüksek sesler duyulmaya başlandı. Bunlardan ilki Washington Post gazetesine verdiği 56 bin dolarlık ilanla gündeme gelen ünlü ABD’li film yıldızı Sean Penn. Penn, Bush’a hitaben yazdığı açık mektupta ABD’nin savaşlarına karşı olduğunu dile getiriyor ve eleştiriyor. “Bush’un eleştirileri bir kenara ittiğini ve medyayı yönlendirerek korku saldığını” söyleyen Penn, “Amerikan askerlerinin ve masum sivillerin hayatlarını, egemen bir ülkeye karşı şimdiye kadar eşine rastlanmamış ölçüde kötüye kullanılan bir saldırıda feda etmenin” kalıcı bir çözüm olamayacağını dile getiriyor. Mektubunda “Bush’un savaştan tuhaf bir tebessümle sözettiğini ve adeta sırıttığını” söyleyen ean Penn, Hollywood’daki tek savaş karşıtı değil. Harrison Ford, Liam Neelson, Barbara Strissand, Susan Sarandon, Alec Baldwin ve Jessica Lange gibi ünlü oyuncular da ABD’nin saldırgan politikalarını eleştiri bombardımanına tuttular. “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”, “Müzik Kutusu” gibi filmlerin ünlü oyuncusu Jessica Lange, Yaşam Boyu Başarı ödülü aldığı San Sabastian Film Festivali’nde yaptığı konuşmada, rak’a yönelik saldırı çağrısının anayasaya ve ahlaki değerlere aykırı olduğunu savundu. Bush’tan nefret ettiğini dile getirdi ve “ABD’li olduğum için kendimi adeta aşağılanmış hissediyorum” dedi. Bir diğer muhalif ses, “Katil Doğanlar”, “İnce Kırmızı Hat” gibi filmlerle tanınan Woody Harrelson. Harrelson, Guardian gazetesi için yazdığı “Amerikan yalanlarından bıkmış bir merikalıyım ben” başlıklı yazısında şöyle diyor. “80’lerin sonlarında İran-Irak savaşı devam ederken, İngiltere’de bir Iraklıyla basketbol oynamıştım. O zamanlar ABD ve İngiltere’nin iki tarafa da silah sattığını bilmiyordum. Ona neden sürekli birbirleriyle savaştıklarını sormuştum, hiç unutamadığım bir yanıt vermişti bana: “Halklara kalmış olsa barış olurdu. Savaşı devletler yaratıyor.”

Yazısının devamında “Saraybosna’ya Hoşgeldiniz” filminin gösterimi için Beyaz Saray’a gittiğini anlatıyor. O günlerde gündemde Saddam’ın BM denetçilerini Irak’tan kovması varmış. Clinton’a ne yapacağını sorduğunda “Bombalamam lazım, ama tek bir masum insan dahi ölürse, bunun yükünü taşıyamam” yanıtını almış. Kendisi yazıya şöyle devam ediyor; “Gözlerine baktım ve ona inandım. O zamanlar Clinton’un tam da o sırada insani yardımları bloke ederek binlerce masum insanın ölmesine göz yumduğunu bilmiyordum.”

Irak’ta yapılması planlanan savaşa net bir karşı tutum alan Harrelson, Körfez Savaşı ve ambargolar nedeniyle ölen yarım milyon çocuğa ilişkin “Ben bir babayım ve ne kadar çok, ne kadar yoğun olursa olsun hiçbir propaganda yarım milyon çocuğun ölümünü ‘zaiyat’ olarak kabul etmeye ikna edemez beni” diyor. Öyle görünüyor ki, savaş tırmandıkça, savaşın kanlı yüzü açığa çıktıkça savaş karşıtı bu sesler de giderek yükselecek.
H. Ezgi

(İşçi Kültür Evi Bülteni’nin 3. sayısından alınmıştır...)



Haksız savaşlara karşı savaşan bir sanatçı, kan ve
barut kokularına bulanmış bir sanatsal duyarlılık;

Bertolt Brecht

1920 yılının başında Adolf Hitler önderliğinde “Nasyonal Sosyalizm” adıyla yeni bir parti kurulur. 10 yıl sonra kazanılan seçim zaferi ile Hitler’e yönetime katılma şansı doğar. 1933’te Reich’in yaşlı başkanı Hindenburg, Hitler’e şansölyeliği sunar ve sermaye çevrelerinin desteğiyle Hitler iktidara taşınır. İktidara gelir gelmez parasını sanayicilerin ödediği silahlar komünistlere, yahudilere doğrultulur, işçilere saldırılar başlatılır. Almanya’nın kültürel değerleri de tehdit altındadır. Kitaplar yakılır, kültür merkezleri kapatılır, edebiyatçılar iktidarın düşünceleri doğrultusunda yazılar yazmaya zorlanır. Faşizme karşı çıkan aydınlar katledilir, tutuklanır, sürgüne gönderilir.

Bu aydınlardan biridir Bertolt Brecht. Sanatını silahı yapmış, yazdığı oyunlarıyla, şiirleriyle egemenlerin karşısında, ezilenlerin mücadelesinin yanında olmuştur. II. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’nın sömürgeci /yayılmacı/ırkçı politikalarının karşısında net tutum alır. Aslında savaş onun için yeni bir şey değildir. Savaşın acılarını, yıkımını ilk olarak I. Dünya Savaşı’nda görür Brecht. Sağlıkçı olarak gönderildiği cephede hastanede görevlendirilir. Paramparça edilmiş bedenleri, kopmuş kol ve bacakları, cinnet geçiren askerleri görür. Savaşın gerçek ve soğuk nefesini hastanede solur. Bu yaşadığı süreç, bundan sonraki yaşamı için de sarsıcı olmuştur. Savaşın ve savaş sonrası yılların yıkımını, askerlerin memleketlerine döndüklerinde hissettiklerini, yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde eserlerinde yansıtır.

Nasıl bulacağım memleketim seni
Bombardıman arılarını izleye izleye
tutmuşum yolunu evimin.
Ama evim hani nerde?
Duman dağları görürüm, kocaman.
Aşağıda işte orda
evim, alevler içinde.

Nasıl karşılayacak memleketim beni?
Bombardıman uçakları varır benden önce,
yetişir ölüm sürüsü,
gider haber verirler dönüşümü.
Yangınlar beni geçer, yetişemem!

Toplumsal sistemi ve toplumsal değer yargılarını çarpıcı zekası ve yaratıcılığının ürünü olan kendine özgü tarzı ile eleştiren B. Brecht, 30’lu yıllardan sonra yaklaşan savaş felaketine karşı da açık ve net bir tutum alır. Savaşın sınıfsal ayrımları kafasında çok belirgindir. Ona göre savaş, yukarıdakiler için “zaferi” aşağıdakiler için “mezarı” anlatır. Savaşa katılan tüm halklar için bu böyledir. Yenen ülkenin de yenilen ülkenin de halkı açlıktan kırılır.

Brecht, çok yönlü bir sanatçı olmasına rağmen, aslolarak tiyatro kuramcısı ve yönetmeni yanıyla bilinir. 30’lu yıllardan sonra da savaşa karşı yer yer mizahi dille oyunlar hazırlar. 1934’te yazdığı “Yuvarlak kafalarla, sivri kafalar” oyunu da Hitler’in ve Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelişini anlatır. Oyunda İberin adlı kahraman (yani Hitler), kral naibi Missena tarafından önemli bir göreve getirilir. Emekçi devrimi engellenecektir. İberin kendi statüsünü korumak adına ırk kuramını ortaya atar. Halkı yuvarlak ve sivri kafalı olmak üzere ikiye ayırır. Bir tarafın geçici mutluluğu, öbür tarafın mutsuzluğuna bağlıdır. Oyunun sonunda İberin ve ekibinin yenilgisi kaçınılmaz olur.

“Arturo Ui’nin önlenemez yükselişi” Hitler’in yükseliş dönemini anlatırken, “3. Reich’in korku ve düşkünlüğü” ise Nazi rejimi altında Alman halkının yaşamını, acılarını, dramını anlatır.

B. Brecht’in savaşla ilgili oyunlarından biri de Schwayk. Bu oyunda Brecht savaşa farklı bir yerden, savaşın dışından, bir Çek gencinin penceresinden bakıyor. B. Brecht oyunda Stalingrad’a giden Alman askerlerine korkuyla bakan Çek genci Schwayk’a soruyor: “Ya Hitler’in orduları senin memleketini işgal etmiş olsaydı ne yapardın?”

Savaş varsa, zulüm varsa umut da var!

Nazilerin iktidara gelişinden bir süre sonra B. Brecht’in de sürgün hayatı başlar. Avrupa’nın bir dizi ülkesine geçer. Buralarda yaşamıyla, duruşuyla, eserleriyle Nazi faşizmine karşı mücadeleyi örgütler. Örnek tavır gösteren bir sanatçı olur.

B. Brecht’in sürgün yaşamında son durağı ABD olmuştur. ABD ülkesine gelen ilerici aydın ve sanatçılara bir dizi olanaklar yaratır. Onların rehabilitasyonunu hedefler. İdeolojik propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışır. Brecht ise bu oyuna gelmez, ABD’de kaldığı süre içersinde siyasal tutumunu kararlılıkla sürdürür. Kendisi gibi bir dizi aydına ajanlık suçlamasında bulunulur o dönemde. Yapılan sorgulamasında komünizmi açık ve net bir şekilde savunur. Bertolt Brecht ABD’de hiçbir zaman kalıcı olmayı düşünmez. Ülkesine dönebilmek için zorunlu ve geçici bir uğrak yeridir Amerika onun için. Ülkesine dönebilmek için sabırsızlanır. Daima özlemini canlı tutar.

Çivi çakma duvara
ceketini iskemlenin üstüne at gitsin,
Yarın geri döneceksin nasıl olsa,
değer mi uğraşmaya dört gün için,
Bırak sulama artık fidanı.
Ne diye başka ağaç dikeceksin?
Buradan gideceksin uça uça
o daha bir karış büyümeden.

B. Brecht’in savaşa karşı yazdığı ve yönettiği bir çok oyun 2. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’nın bir dizi ülkesinde hatta, Naziler’in işgali altındaki Almanya’da bir çok kez sergilenir. B. Brecht, işçilerin yalın dilinden yola çıkarak yaptığı eserlerde bir o kadar sade, bir o kadar akıcı bir dil kullanır. Günlük hayatın içinden çıkıp gelen anlatımlarla seyircisini düşünmeye, eleştirici gözle bakmaya, tavır almaya ve hatta eyleme çağırır.

İşte herşeye rağmen onu iyimser kılan yan da burasıdır. Brecht savaşa daha geniş bir tarihsel ölçekten baktığı ve devrimci bir sorumlulukla meseleye yaklaştığı için iyimserdir. Çünkü o, hiçbir zalim diktatörün, hiçbir kan emicinin halkın iradesini sonsuza kadar baskı altında tutamadığını, tutamayacağını bilir. Caniler, silahlarına, zorbalıklarına güvenirken Brecht, durmaksızın direnişin övgüsünü yapar.

ABD’nin Irak’a müdahaleye ve Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmeye çalıştığı bu günlerde, bu ülkenin aydınlarına büyük görevler düşüyor. Sanatı işçilerin emekçilerin elinde bayrak olan Brecht’in, paylaşım savaşları karşısında aldığı tavır ise bugünlere yol gösteriyor.

(İşçi Kültür Evi Bülteni’nin 3. sayısından alınmıştır...)