1 Şubat '03
Sayı: 05 (95)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaşa ve saldırılara karşı sınıf savaşını yükseltelim!
  Yasağa rağmen binler Beyazıt Meydanı'ndaydı...
  Emperyalist savaşa karşı kitle hareketi ülke çapında büyüyor
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden...
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden..
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden...
  Emperyalist savaş üzerine İstanbul ÇHD Başkanı ile konuştuk...
  BM Silah Denetçileri raporu ABD'nin istediği doğrultuda...
  Sermayenin önündeki "mayınları temizlemek"!..
  Tuzla Carmen Çuval direnişte!
  Ciddiyetsizliğin son perdesi/6
  İsrail seçimleri ve Filistin soykırımı
  İslamcı basın hükümetin savaşa karşı olduğu yanılsaması yaratıyor...
  AKP hükümeti rüstünü ispatlıyor!
  Dünya Ekonomik Formu'nun Davos toplantısı kitlesel gösterilerle protesto edildi
  KADEK ve ABD
  Köln'de savaş karşıtı kitlesel gösteri
  İşçi Kültür Evi Bülteni'nden...
  Sabiha Gökçen hava limanı ABD emperyalizminin üssü olamaz!
  Trakya Üniversite'sinde polis terörü
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Emperyalist savaşa ve saldırılara karşı
sınıf savaşını yükseltelim!

Emperyalist savaş için son hazırlıklar

Silah denetçilerinin hazırladığı rapor hafta başında açıklandı. Beklendiği gibi Blix ve ekibinin hazırladığı rapor, ciddi kanıtlara dayanmayan ve Irak yönetimini zan altında bırakan iddialarla dolu. Kendilerinden beklenen de buydu. Kanıt bulamazsan bile sahte kanıtlar yarat, suçla, saldırıyı meşrulaştıracak her türlü çirkef yola başvur! Basın karşısına çıkan denetçibaşı Blix’in argümanları tam da bu içerikteydi. Nükleer silahları denetlemekle görevli El Baradey “nükleer silahların bulunduğuna ilişkin elimizde somut kanıt yok” demesine karşın, kimyasal silahların denetlenmesinden sorumlu Blix, saldırgan bir üslupla bir dizi suçlamada bulundu, adeta saldırıya davetiye çıkardı. İddiasına göre Irak yönetimi silahsızlanmayı kabul etmiş gibi görünmüyormuş, denetçilere zorluk çıkarıyormuş, daha önce verdiği 12 bin sayfalıkdökümanda boşluklar varmış; olması gereken 6500 savaş başlığı ve 300 tesis ortalıkta yokmuş vs vs.

Özetle CİA ajanlarıyla dolu Blix’in ekibi, hiçbir somut kanıta ulaşamasalar da ellerindeki ip uçlarının Irak yönetiminin kitle imha silahlarına sahip olduğunu göstermeye yeterli olduğu iddiasıyla çıktılar kamuoyu karşısına. Haydutbaşı Bush yıllık “ulusa sesleniş” konuşmasında bu kadarının bile saldırmaya yeterli olduğunu açıkladı.

Gazeteci Umur Talu, bir TV programında ABD’nin aslında ‘91 yılına kadar Irak’a verdiği silahların peşinde olduğunu, fakat şimdi kamuoyu karşısına çıkıp bunu itiraf edemediğini, “şunları şunları verdim, şimdi bunlar nerede?” diye açık açık soramadığını ifade ederken, aslında meseleye bir başka noktadan dikkat çekiyordu. ABD kendi imalatı olan bu silahları dile getiremiyor; zira bunu açıklaması, İran savaşında ve Halepçe katliamında Irak’la suç ortaklığı yaptığını itiraf etmesi anlamına geliyor.

Muhtemeldir ki, Irak’ın elinde ABD’nin aradığı türden bir dizi silah mevcut. Yalnızca Irak’ta değil, bugün nerdeyse orta gelişmişlik düzeyindeki bütün ülkelerde bu silahlardan ziyadesiyle var. Eğer buradan bakılacak olunursa, bütün ülkelerde kitle imha silahlarının denetlenmesi konusu gündeme getirilmeliydi. Eğer böyle olsaydı, en başta emperyalist haydutlara uluslararası bir yaptırım uygulamak gerekirdi. Oysa mesele karşımıza böyle çıkmıyor. Mesele, kendisinden sonraki ilk 20 ülkenin silahlarının toplamı kadar bir silah gücüne ve kanlı bir sicile sahip ABD’nin, kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesiyle Irak’a saldıracak olmasını arsızca ve ikiyüzlüce meşrulaştırmaya ve kamuoyunu yanıltmaya çalışmasıdır.

Artık yeterince biliniyor ki, mesele Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olup olmaması değil, ABD’nin bir takım gerekçeler öne sürüp Irak ve bölge üzerinde egemenlik savaşı başlatma kararıdır. Tıpkı Afganistan saldırısı için Bin Ladin ve Taliban yönetiminin gerekçe olarak kullanılması gibi, Saddam ve kitle imha silahları da yalnızca bir gerekçedir ve bu silahlar bizzat kendileri tarafından verilmiş olup, Saddam bizzat kendileri tarafından desteklenmiştir. Pentagon’dan zaman zaman yapılan açıklamalar, ABD’nin saldırmak için aslında ne somut kanıtlara, ne de BM kararına ihtiyaç duyduğunu gösterir niteliktedir. ABD, eğer gerçekten BM’den çıkacak kararı dikkate alıyor olsaydı, daha denetimler sürerken 100 bin askerini peşinen bölgeye yığmazdı. Bir ay içinde 250 bin askerle Irak ve bölge kuşatmasını tamamlayacak olması, hiçbir uluslararsı kararı takmadan savaşı başlatacağının dolaysız kanıtıdır. ABD’nin asıl derdi, imkanlar el verdiği ölçüde saldırısına bir kılıf yaratmaya çalışırken bu arada da tüm savaş hazırlıklarını tamamlamaktır.

Diğer taraftan ABD’nin BM’den bir müdahale kararı çıkarması, saldırısına hukuki bir kılıf yaratmasının yanı sıra Avrupalı rakiplerine bu saldırıyı kabul ettirmesi, onlara boyun eğdirmenin bir biçimi ve vesilesi olarak büyük bir önem taşıyor. ABD’nin rakipleri karşısında parça parça kaybetmeye başladığı üstünlüğünü yeniden kazanmasıyla, bölgeye dönük saldırıları ve saldırgan politikaları arasında dolaysız bir ilişki olduğunu her vesileyle vurgulayageldik. Nitekim, bu savaşı kendi çıkarlarına uygun görmeyen Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, sunulan denetim raporlarının Irak’a karşı güç kullanılmasını gerektirmediği yönünde bir tutum belirlediler.

ABD, şimdi BM’den çıkabilecek böyle bir karara karşı NATO’nun 5. maddesini devreye sokmaya hazırlanıyor. İşbirlikçi, uşak ruhlu Türk sermaye iktidarı, sözde Irak’tan gelecek saldırılardan korunmak amacıyla dolaylı destek sağlamak üzere NATO’ya başvurmaya hazırlanıyor. Eğer BM’den müdahale kararı çıkarılamazsa, ABD emperyalizmi müttefiki Türkiye’yi Irak’ın saldırılarından korumak için(!) savaşı başlattığını ilan edecek. Böylece saldırısına bir kulp bulmuş olacak.

Tutarlı, kararlı ve soluklu bir anti-emperyalist mücadele

Ne CİA ajanlarının ‘denetçi’ sıfatıyla sunacağı rapor, ne gerçekte Irak’ın bir takım kitle imha silahlarına sahip olup olmaması, ne de BM’in şu ya da bu yönde vereceği karar… Asıl üzerinde durulması gereken konu, haydutbaşı ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik saldırganlığının ne pahasına olursa olsun engellenmesidir. Gün sayılan bu saldırıyı engellemek üzere sokaklara taşan kitle gösterilerinin her açıdan güçlendirilmesi, daha kitlesel daha militan eylemlerin örgütlemesidir. Bu savaş ve saldırganlığı ABD emperyalizminin ve onun uşak takımının yenilgisine dönüştürmek için bölge ülkelerindeki emekçileri uzun soluklu ve çetin bir mücadele süreci bekliyor. Bu süreçten emperyalizmin yenilgiyle, bölge halklarının ise kazanımla çıkabilmesi için mevcut güç ve olanakların en iyi biçimde değerlendirilmesi, görevlerin tam olarak yerine getirilmesi ve zaafların aşılması bir zorunluluktur.

En başta da politik önderlik sorunuyla karşı karşıyayız. Dünya ölçüsünde büyüyen savaş karşıtlığının belki de en temel ve en kritik sorunu, bu hareketi anti-emperyalist temelde gelişen bir sınıfsal rotaya oturtmak ve onu devrimci bir önderlikle buluşturabilmektir. Bunun bir anda ve kolayca gerçekleşemeyecek olması, olası bir savaşın daha başlangıçta bu temel zaafla karşılanacak olması böyle bir temel görevin, bu konudaki iddialı, ilkeli tutumun önemini daha da artırmaktadır. Biliyoruz ki, böylesi dezavantajlı bir durum, devrimci bir iddia ve duruştan yoksun olan savaş karşıtı bir kesimi “nasılsa engelleyecek gücümüz yok, bekleyelim sonuçlarını görelim” pasifist çizgisine itecektir. Bir kısmı zaten bu ruh haliyle hareket etmektedir. Yalnızca pasifist ve reformist savaş karşıtı kesimler değil, devrimci olmak iddiasındaki bazı çevreler de bu türden bir savrulmaya çık durumdadırlar. Kuşkusuz ki, savaş karşıtı ilkeli ve devrimci bir tutum, iddiasına uygun bir pratikle birleşebilirse eğer, önderlik konusunda mevcut zaafların aşılabilmesinin bir güvencesini oluşturabilir. Böyle bir pratiğin güvencesi ise her şeyden önce tutarlı, devrimci bir politikanın kendisidir.

Emperyalizm ve bölgesel suç ortakları
bir arada hedeflenmeli

Bilindiği gibi bölge ülkelerinin ezici bir çoğunluğu ABD’nin suç ortağı olarak bu savaşta yer almaya hazırlanmaktadır. Eğer son hazırlıkları yapılan bu savaş engellenmek, ya da emperyalizmin yenilgisiyle sonuçlandırılmak isteniyorsa, işbirlikçi, uşak devletler hedefe çakılmak; anti-emperyalist savaş karşıtlığı buradan temellendirilip güçlendirilmek durumundadır. Savaşın engellenmesi ya da emperyalizmin yenilgisi, aynı zamanda, bölge ülkelerinin savaşın destekçisi ve aleti olma konum ve tutumlarından geri adım attırılmasına da bağlıdır. Amerikan ve İngiliz emperyalizminin en büyük avantajı bir dizi işbirlikçi bölge ülkesini savaş arabasına bağlamış olması, buradan güç almasıdır. Bu da işçi ve emekçilerin ABD emperyalizmiyle hesaplaşmak için aynı zamanda kendi egemen sınıflarıyla hesaplaşma içine girmesi demektirve bunu gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda, genel bir savaş karşıtlığının savaşın kaderi üzerinde ne ölçüde etkisiz kalacağının bir göstergesi olarak da anlaşılmalıdır.

Geçen hafta, Türkiye de dahil olmak üzere, hemen tüm bölge ülkelerinde bir dizi kitle gösterileri gerçekleşti. Türkiye’de kitlesel katılım açısından nispeten zayıf ancak oldukça yaygın olarak (20 ayrı ilde) gerçekleşen bu kitle gösterilerinde göze çarpan en temel zaaflardan biri de buydu. Taşınan pankartlarda ABD emperyalizminin yanında, sermaye iktidarını hedef alan, emperyalist saldırıya suç ortaklığı yapmasını mahkum eden sloganların nerdeyse hiç olmaması, bu içerikteki sloganların (olduğu kadarıyla komünistlerin kortejlerinde atılığını da belirtelim) çok sınırlı kalması dikkate değerdir. Bunun basit bir dikkatsizlik ürünü olmadığı açıktır. Savaş karşıtı propaganda ve çalışmada da bu zaaf göze çarpmaktadır. İslami kesimleri ve reformistleri bir yana bırakırsak, devrimci kesimlerdeki bu zaafiyetin arka planınd, emperyalizme karşı mücadele konusundaki çarpık anlayış yatmaktadır. Emperyalizme karşı mücadelede olsun savaşa karşı tutum alma ve politika belirlemede olsun, geniş kitlelerle hareket etmek, en geniş cepheyi örgütlemek kaygısıyla “orta yol”cu bir tutum almanın bir yan sonucu ve yansımasıdır bu.

Karşımızda hükümetiyle, patron örgütleriyle, tekelci medyasıyla, ordusuyla ve onların değirmenine su taşıyan sosyal şovenleriyle, adım adım yaklaşan savaşta Amerikan emperyalizmine hizmet için bir araya gelen sermayenin savaş bloku var. Bu blok, özellikle hükümet kanalıyla yapılan bir takım yanıltıcı açıklamalarla kamuoyunu oyalarken, savaş hazırlıklarını bütün hızıyla tamamlamakta, kendilerine verilen görevleri peş peşe ve eksiksiz olarak yerine getirmektedir. Daha şimdiden Kuzey Irak’a binlerce asker sokulmuştur. Irak sınırına devasa askeri ve lojistik yığınak yapılmaktadır. Akdeniz sularında 27 savaş gemisi ABD hizmetine verilen Türk limanlarına yanaşmak için gerekli tamiratların tamamlanmasını beklemektedir. 35 bin ABD askerini taşıyan 20 savaş gemisi yoldadır. Buna en kısa zamanda havaalanları katılacak ve böylece 100 bine yakın Amerikan askeri ülkemiz üzerinden geçiş yapacak, önemli ir kısmı da (20-25 bin) sürekli olarak Türkiye’de kalacaktır.

Tutarlı bir savaş karşıtlığı, tüm bu hazırlıkları dikkate almak, ABD’nin yanı sıra işbirlikçi savaş blokunu da karşısına almak durumundadır. Tutarlı bir anti-emperyalist mücadele, emperyalizmin bu temel dayanağını da hedef almak zorundadır. Emperyalist saldırganlığın teşhirini ve emperyalizmin mahkum edilmesini sermaye iktidarının teşhiri ve mahkum edilmesiyle birleştiremeyen, tekelci sermaye devletini hedef almayan bir anti-emperyalist mücadele eksik ve zaaflıdır, stratejik açıdan ise hiç bir başarı şansı yoktur.

Savaş karşıtı mücadeleye sınıf eksenli
çalışma üzerinden yüklenmeliyiz

Kuşkusuz ki bu zaaf, işçi ve emekçilerin mücadele gündemi ile emperyalist savaş ve saldırganlığın oluşturduğu gündemi başarılı bir şekilde birleştirememe sorunu olarak da ele alınabilir. Küçük-burjuva akımların bu gerçeği görmesi ve sınıfsal karşıtlık temelinde bir anti-emperyalist mücadele örgütlemesinin programatik ve ideolojik engelleri ve sınırları var. Sınıf devrimcileri açısından ise güçlük, ajitasyon ve propagandanın içeriğinde ve çalışmanın yönelim alanlarında değil, fakat temel politikaları ısrarlı, isabetli ve çok yönlü bir sınıf çalışmasına konu edebilmek alanındaki yetersizliklerden çıkıyor.

Emperyalist savaş karşıtı mücadelenin dayandırılması gereken sınıf, en başta işçi sınıfı ve onun emekçi müttefikleridir. Kitlesellik sağlanacaksa her şeyden önce bunun gövdesini emekçiler oluşturacaktır. Ve emekçi yığınları savaş karşıtı mücadeleye kazanmak ile onları sermayenin saldırılarına karşı harekete geçirmek arasında köklü bir bağ vardır. Tutarlı ve kararlı bir anti-emperyalist mücadele, yalnızca, sermayenin savaş politikası ile sınıfa saldırıları arasındaki bağı kavramaya, kendi cephesinden bunun sınıfsal gereklerine uygun biçimde seferber olmaya en yatkın sınıf olan işçi sınıfı tarafından sonuna kadar götürülebilir. Savaş öncesinde zayıf kalan bu yöndeki müdahelenin savaş koşullarında iyice zorlaşacağının bilinciyle, emekçi yığınlara dönük bütünlüklü bir siyasal ve örgütsel çalışmaya tüm gücümüzle etkili bir biçimde yüklenmeliyiz.