1 Şubat '03
Sayı: 05 (95)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaşa ve saldırılara karşı sınıf savaşını yükseltelim!
  Yasağa rağmen binler Beyazıt Meydanı'ndaydı...
  Emperyalist savaşa karşı kitle hareketi ülke çapında büyüyor
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden...
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden..
  Savaş karşıtı eylem ve etkinliklerden...
  Emperyalist savaş üzerine İstanbul ÇHD Başkanı ile konuştuk...
  BM Silah Denetçileri raporu ABD'nin istediği doğrultuda...
  Sermayenin önündeki "mayınları temizlemek"!..
  Tuzla Carmen Çuval direnişte!
  Ciddiyetsizliğin son perdesi/6
  İsrail seçimleri ve Filistin soykırımı
  İslamcı basın hükümetin savaşa karşı olduğu yanılsaması yaratıyor...
  AKP hükümeti rüstünü ispatlıyor!
  Dünya Ekonomik Formu'nun Davos toplantısı kitlesel gösterilerle protesto edildi
  KADEK ve ABD
  Köln'de savaş karşıtı kitlesel gösteri
  İşçi Kültür Evi Bülteni'nden...
  Sabiha Gökçen hava limanı ABD emperyalizminin üssü olamaz!
  Trakya Üniversite'sinde polis terörü
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
AKP hükümeti misyonunu tüm açıklığıyla ortaya koyuyor:

Sermayenin önündeki “mayınları temizlemek”!..

Sermaye uşaklığı açıkça itiraf ediliyor

Önceki hafta TÜSİAD’ın onur konuğu olarak katıldığı yemekli toplantıda konuşan Başbakan Abdullah Gül, “Her yerde tekrar ediyoruz, özel sektörün önündeki mayınları temizleyeceğiz” dedi. Aslında “Türkiye’nin önündeki mayınları temizleyeceğiz” anlamına gelen bu sözler patronları epeyce hoşnut etti. Gül’ün konuşması, birkaç hafta önce hükümeti eleştirmiş olan TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan tarafından tatmin edici bulundu. Sermaye medyası ise bu toplantıyı, hükümetle TÜSİAD arasındaki buzların eridiği yönlü haberlere konu etti.

Gül’ün konuşması bir kararlılık beyanıdır da. Hükümet yeni iş yasasını çıkarma kararlılığını her vesileyle vurguluyor. İşçi-işveren tarafları arasında uzlaşma sağlamak için, neredeyse haftalık periyotlarla toplantı örgütlüyor. Bu toplantılarda sadece İş Kanunu’nun değil, Sendikalar Yasası ile TİS, Grev ve Lokavt Yasası’nın birlikte değiştirilmesi üzerine mutabakat sağlandı. Bunun için üç akademisyenden yeni bir “Bilim Kurulu” oluşturuldu. Bu kurul 20 Ocak’tan beri çalışma yürütüyor. Ne tür düzenlemeler yaptıklarını, daha doğrusu saldırı planlarını elbette kitlelerden gizliyorlar. Fakat tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. “Esnek üretim” yasa tasarısını hazırlayan önceki “Bilim Kurulu”nun eksiklerini tamamlıyorlar. Ya da sermayenin önündeki tüm mayınları-engelleri ortadan kldıracak yasa tasarıları hazırlıyorlar.

Hükümet, işçi sendikaları ve işveren temsilcilerinin katıldığı toplantılarda ise bu düzenlemeler üzerinde yeniden duruluyor. Bu toplantıların amacı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı M. Başesgioğlu’nun belirttiğine göre, taraflar arasında uzlaşma sağlamak. Halbuki “Bilim Kurulu”nun oluşturulması ve tasarılar üretilmesi, sermaye ile sendika bürokrasisi arasında bir uzlaşma olduğunu zaten gösteriyor. Yeni İş Yasası’nın çıkarılmasını sermayeden çok, sendika bürokrasisinin Bilim Kurulu’na atadığı temsilciler istediğine göre, hükümet tarafından örgütlenen toplantıların mizansenden öteye bir anlamı yoktur. Olsa olsa sınıf ve emekçi kitleleri oyalamak gibi bir amacı olabilir. Ya da görüntüyü kurtarmak adına yapılıyordur. Zira başbakan ve Başesgioğlu her fırsatta, taraflara uzlaşma için 15 Şubata kadar süre tanıdıklarını, bu tarihe kadar uzlaşma sağlanamazsa “esnek üretim” yasasını olduğu gibi meclisten geçireceklerini tekrar edip duruyorlar. Böylece sınıfa yönelik bu yıkıcı saldırının sorumluluğunu hükümetin payına hafifletmeyi hesaplıyorlar. Kısaca AKP hükümeti yasayı çıkarırken işçi ve işveren taraflarını dikkate aldığını, uzlaşma sağlamak için üzerine düşeni yaptı¤ını söyleyip çıkacak işin içinden.

Sendika bürokratları tam bir ihanet içindeler

Sendika bürokrasisi, sermaye uşağı olduğunu açıkça dile getiren AKP hükümetine yardımlarını esirgemiyor. Neticede kendisi de bir sermaye uşağı. Ayrıca “esnek üretim” saldırısının planlayıcıları arasında bizzat kendisi de var. Yasa tasarısı açıklandığından bu yana, sınıf içinden gelişebilecek tepkileri bloke etmeyi başardı. Bomboş ve daha yürürlüğe girip girmeyeceği bilinmeyen İş Güvencesi Yasası’nı abartılı bir şekilde önemli göstererek, “esnek üretim saldırısı”nın yolunu düzledi. İşçi kitleleri öylesine manipüle edildi ki, 15 Mart’ta belki yürürlüğe girecek olan İş Güvencesi Yasası’nın içeriğini bile doğru düzgün bilmiyor. Sendika bürokrasisi, sermaye sınıfı ve hükümet üçgeninde süren danışıklı döğüşe aldanıp, bu yasanın sani gerçekten bir güvence getireceğini sanıyor. Oysa İş Güvencesi Yasası bir güvence sağlayabilseydi bile, “esnek üretim” yasası kabul edilir edilmez bunun bir anlamı kalmayacaktı. Bu gerçekler orta yerde duruyorken, işçi sınıfı sendika bürokrasisinin ağzına bakmanın dışına çıkabilmiş değil. Bunu bilen ağalar da İş Güvencesi Yasası üzerinden atıp tutmaya devam ediyorlar. Örneğin Türk-İşBaşkanı Kılıç, İş Güvencesi Yasası’nın yürürlüğe girmesine kimsenin engel olamayacağını söyleyerek prim yapmaya çalışıyor.

Bu arada yer yer “esnek üretim” yasa tasarısına karşı keskin çıkışlar yapmayı da ihmal etmiyorlar. Örneğin Hak-İş Başkanı Uslu, yasayı bu haliyle desteklemeyeceklerini ve çıkmasına izin vermeyeceklerini söyleyebiliyor. İyi de sormazlar mı, “sen bugüne kadar izin vermemek adına ne yaptın?” Ama ağaların sözleri, soru sormayı gereksiz kılacak kadar tümüyle bomboş sözlerdir. Bu saatten sonra sendikal ihanet şebekesinin çıkışları kaale alınabilir mi? Üç işçi konfederasyonunun üçü de tasarının hazırlanması sürecine bizzat katıldılar. Kaldı ki söylem planında kaldığı halde karşı çıktıkları da “esnek üretim” yasa tasarısı değil, bu tasarıda fazlasıyla göze batan ve sırıtan bazı maddelerdir.

Sendika ağalarının aylardır gündemde olan, sermaye tarafından ille çıkarılması istenen, tehditlere konu edilen “esnek üretim” yasası çerçevesinde yaptıkları tek şey, sermayenin ekmeğine yağ sürmek oldu. Bu davranış, tasarının meclise gitmesine sayılı günlerin kaldığı bugün bile hayasızca sürdürülmektedir. Taban toplantıları örgütlemek, işçileri saldırı karşısında bilinçlendirip harekete geçirmek yerine, patron örgütleri ve hükümetle elele toplantılar, bir takım paneller yapmaya devam ediyorlar. İşçi sendikaları, işçi aidatlarından sağlanan olanakları sermayenin çanak yalayıcısı profesörlerin hizmetine sunarak, işçi sınıfına yönelik saldırının en iyi planını çıkarmaya çalışıyorlar. (En son örneklerden biri olarak Yol-İş’in “Nasıl Bir İş Yasası” konulu sempozyumuna bakılabilir. İş&ccedi;i sendikalarını temsil eden “bilim” adamları, “esnek üretim” yasasının çıkması için kraldan daha kralcı bir tutum içerisindeler.)

İşçi örgütlerini felce uğratmış sendikal ihanet şebekesinin bugüne dek gerçekleştirdiği ihanetlerin haddi hesabı yok. O yüzden artık yaptıkları hiçbir şey şaşırtıcı değil. Sendika ağaları elbette ki organik parçası oldukları sermaye sınıfı için saldırı planlamalarına doğrudan katılacaklardır. Garip ama aynı ölçüde de içler acısı olan durum, işçi kitlelerinin buna seyirci kalmasıdır. Hatta sendikal örgütlülüğün olduğu birçok işletmede “öncü”lük misyonunu yüklenen temsilcilerin, sendikal bürokrasinin bir parçası gibi hareket etmeleridir.

“Temizlenmesi gereken mayınlar” emekçilerin
tarihsel kazanımlarıdır

İşçi sınıfı daha neyi bekliyor? Sınıfın ileri kesimi, öncü-bilinçli işçiler sorumluluklarına ne zaman sahip çıkacaklar? Sermaye iktidarı adına Abdullah Gül, TÜSİAD yemeğinde açık ve pervasız bir savaş ilan ediyor: Özel sektörün önündeki mayınları temizleyeceğiz! Yani özelleştirilmemiş tek bir kamu kurumu, hizmet sektörü bırakmayacaklar. İMF yıkım programını sadakatle, hatta İMF heyetlerini şaşırtacak bağlılıkla uygulayacaklar. TÜSİAD’ın talimatları ve elbette çıkarları için ABD’nin Irak saldırısına ortak olacaklar. Sınıf örgütlülüğü, hakları adına ortada hiçbir şey bırakmayacaklar. AKP hükümeti iki de bir kararlılık beyan etmeyi de unutmuyor.

İşçi sınıfı ve emekçi kitleler Başbakan Gül’ün sözleri üzerinde dikkatle düşünmelidir; “özel sektörün önündeki mayınlar kimdir, nedir, nasıl temizlenecektir!”

Abdullah Gül aslında sadece bir gerçeğe, egemenlere göre işçi ve emekçilerin nasıl görüldüğüne işaret etmiştir. Onlara göre Türkiye demek sermaye demektir, TÜSİAD demektir. Türkiye kavramının içinde işçi sınıfına, ezilen kitlelere yer yoktur. Kitleler sömürülmek, ezilmek için vardır. Türkiye’nin gelişmesinden anlaşılan tek şey, kapitalistlerin kasalarının dolmasıdır, TÜSİAD kodamanlarının palazlanmasıdır.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin kağıt üzerinde de kalsa tüm hakları, işlevlerini yitirmiş olsalar da tüm örgütlülükleri, “temizlenmesi gereken mayınlar”dır.

AKP hükümeti sermaye iktidarının geleneklerine yeni halkalar ekleyerek, kitleleri bilinçsiz, örgütsüz, insani tüm değerlerini yitirmiş yozlaşmış yığınlara dönüştürmek istemektedir. Bu, AKP hükümetinin ideolojik mantalitesiyle de örtüşmektedir. Bu dünyanın nimetleri sadece tanrının “yürü ya kulum” demiş olduklarına, yani düzenin efendilerine aittir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelere düşen ise, öteki dünyanın nimetlerinden yararlanabilmek için “ümmet”in uysal köle mensupları olmaktır. “Esnek üretim” yasasını çıkarma kararlılığının gerisinde de, TÜSİAD’ın çıkarları uyarınca ABD piyonu olarak komşu bir halka yönelik savaşa katılmanın gerisinde de bilinen sınıfsal konum ve çizgi vardır.

Hükümetin, daha doğrusu iplerini tutan sermaye iktidarının bu denli pervasız olabilmesinin kaynağında, işçi sınıfının tepkisizliği var. “Esnek üretim” bir tasarı olarak açıklandığından beri doğru dürüst bir sokak gösterisi bile yapılmadı. Oysa gösterinin çok çok ötesinde eylemlere, üretimden gelen gücün kullanımına ihtiyaç var. Savaş gündemi üzerinden yaşanan gelişmeler bu açıdan yeterince öğreticidir. Toplumun ezici çoğunluğunun savaşa karşı olması, meydanlarda onbinlerle gösteri yapılması sermaye iktidarını yolundan alıkoymuyor. 26 Ocak eylemlerinin tozu daha havadayken, A. Gül, CNN Türk’e çıkıp Türkiye’nin savaşa katılacağını, zararların karşılanması için ABD ile gerekli anlaşmaların yapıldığını açıklayabildi.

İşçi sınıfının militan eylemlere geçmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Bir yandan tarihsel kazanımlara pervasızca el uzatıyorlar, diğer yandan da Türkiye’nin çıkarları diyerek TÜSİAD ve generallerin istemleri doğrultusunda Irak saldırısına ortak oluyorlar. Makineleri susturmak, elleri şalterlere uzatmak, grev halaylarına başlamak için, bunlardan daha haklı ve meşru gerekçeler olabilir mi? Öncü kesimlerin beklemesi, sorumluluğu sendika bürokrasisine havale etmesi, sermaye iktidarının bu tarihsel suçlarına seyirci kalması, dahası sessizlikle suç ortaklığı yapması anlamına gelecektir.



“İş Güvencesi Yasası” tartışmaları sürerken
Mensa’da işçi kıyımı yaşandı

Sabancı fabrikalarından işçi çıkarmaları aralıksız devam ediyor. Bossa fabrikalarındaki işten çıkarmaların ardından Mensa’da da işçi kıyımı gerçekleştirildi. Birbuçuk aydır 150’ye yakın işçi işten çıkartıldı. Mensa’daki işçi kıyımı tam da 1475 sayılı iş yasasında yapılacak değişikliklerin görüşüldüğü, toplantıda TİSK Başkanı R. Baydur’un “hiçbir işçinin burnunu kanatmayacağız, hiçbir işyerini kapatmayacağız” dediği bir zamanda gerçekleşti.

Mensa’da çıkartılan işçilerden bazılarının emekli olmalarına birkaç ay kalmıştı. 5-10 yıllık işçiler bu çıkışla birlikte sokağa atıldılar. İşveren, işten çıkartılan işçiler için hiçbir gerekçe göstermedi. İşten çıkartılan işçiler de neden işten çıkarıldıklarını anlamadıklarını ifade ediyorlar. İş güvencesi yasası yürürlüğe girene kadar işverenler, iş yasasında yapılmasını istedikleri değişiklerle kıdem tazminatını ortadan kaldırmak ve esnek çalışmayı yasallaştırmak istiyorlar. Başbakan A. Gül, TÜSİAD’a 15 Mart’a kadar iş yasasında istedikleri değişikliği yasallaştıracağına dair söz verdi. Dün Bossa’da yaşanan tensikatlara tepki göstermeyen sendika ağaları 15 Mart’a kadar bir şey yapamayacaklarını söylerken, aslında acizliklerini itiraf ediyorlar.

DİSK’in dağıttığı bir bildiride 15 Mart’ta yürürlüğe girecek olan iş güvencesi yasasının işçi sınıfı için tarihi bir dönüm noktası olduğu ifade ediliyor. Yasanın işçi sınıfına çok önemli kazanımlar sağlayacağı lanse edilmeye çalışılıyor.

1475 sayılı iş yasasında yapılmak istenen değişiklikler, yürürlüğe girecek olan sözde iş güvencesi yasasını boşa çıkarıyor. Yasadan yararlanacak işçi sayısı çalışanların ancak %15-20’sini kapsıyor. 10 işçiden az çalıştıran işyerlerindeki işçiler kıdem tazminatı ve iş güvencesinden yararlanamıyor.

Türkiye işçi sınıfı tarihsel kazanımlarının gaspedilmesiyle karşı karşıya. Bugüne kadar gündemde olan bu soruna karşı hiçbir şey yapmayan sendika bürokratları, iş yasasının yasalaşacağı şu günlerde göstermelik eylemler dahi örgütlemiyorlar. Bu saldırılar ancak işçilerin tabandan yükseltecekleri mücadele ile püskürtülebilir.

SY Kızıl Bayrak/Adana