Amerikancı medya arsızlıkta sınır tanımıyor...
Emperyalist savaş ve sömürge basını Yaklaşan Irak savaşı karşısındaki tutumuyla Amerikancı medya, Kurtuluş Savaşı yıllarının mütareke basınını bile aratıyor. Artık bunlara Türk basını demek mümkün değil. Medyada yazılıp-çizilenlere, savunulanlara bakıldığında, sanılır ki Amerikan basınını izliyoruz. Olay tümüyle Amerikan emperyalizminin çıkarları, istekleri, emelleri doğrultusunda ele alınıp yorumlanıyor. Yani, tam bir emperyalist anayurt savunusu söz konusu. Amerika dışında hiçbir ülke ve halkın (Türkiyenin ve saldırı hedefi Irakın ve halklarının) hiçbir önemi yoktur onların gözünde. Varsa yoksa ABD çıkarları. Savaşın faturası bile ABD üzerinden hesaplanıyor. Ne kadar asker kaybedecek, ne kadar para harcayacak vb., vb... Amerikan saldırısının Irakta kaç sivilin ölümüne yol açacağı, evleri, okulları, hastaneleri, fabrikalarıyla baştan başa yıkılacak bir ülkenin yeniden inşasının bu halka ne bedeller ödettireceği hiç gündeme getirilmiyor. Aynı şekilde,Amerikan askeri olmasını hararetle savundukları Türk ordusunun, Amerikan çıkarlarını savunmak üzere gireceği komşu bir ülkenin topraklarında kaç genci bırakacağı da hesaba katılmıyor. Buradan bakışla Amerikancı medyanın, mütareke basınına baskın çıkan (çünkü aynı kapıya çıksa da onlar manda, yani koruma istemeyi savunuyorlardı; bunlar ise katıksız birer sömürgecidirler) müstemlekeciliği insanın midesini bulandırmaya yetiyor. Zaten böyle dönemler kimin ne olduğunu, neyin ve kimin hizmetinde olduğunu ve bu hizmete onları iten etkenleri de olanca çıplaklığıyla ortaya döker. Durumdan sebeplenme yarışında birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemekten de kaçınmazlar. Nitekim, 18 Aralık tarihli Radikalde yayınlanan Medyaya Bush rüşveti başlıklı haber bizim medyadaki Amerikan aşkının sebeplerine ışık tutması açısından önem taşıyor. Bu haberde Amerikanın, imajını düzeltmek için dost ülkelerdeki gazetecilere rüşvetle haber yazdırmayı da içeren propaganda atağına kalkacağı söyleniyor (vurgular bizim). New York Timesten aktarılan haberin devamında ise, ABD lehine haber yapmaları için gazetecilere rüşvet vermek dışında, ABD politikalarını destekleyecek gösteriler düzenlemeleri için Pentagonla açıktan bağlantılı olmayan taşeronlar tutmak, camilerin ve dini okulların nüfuzuna darbe vurmak için, müttefik ülkelerde ABDnin finansal desteğiyle ılımlı dini okullar kurmak gibi faaliyetler de bulunacağı söyleniyor. Hatırlanacağı gibi, bu tür faaliyetler kontr-gerilla operasyonları kapsamında Amerikanın çeşitli ülkelerde hep uygulayageldiği şeylerdir. Bir süredir, halklardan gelen tepkiler yüzünden kimi ülkelerde ya kontra örgütlere yönelik kovuşturmalar başlatılmış ya da yine aynı nedenle faaliyetlerine ara verilmişti. Amerikada da yalan haber/kara propagandadan görevli OSI (Stratejik Nüfuz Bürosu) faaliyetleri açığa çıktığı için kapatılmıştı. Şimdi, 11 Eylülden beri, Amerikanın dışa yönelik saldırganlık kadar içerde de baskı yasalarının yanı sıra ülke içinde ve dışında kontra faaliyetlerini artırdığı görülüyor. Savaş koşullarında Türkiyede de durumun farklı olmayacağı, her türden hak gaspının yanı sıra kontra faaliyetlerin de yeniden gündeme geleceği açık. Hele medyadaki kontra kalemlerin bgünden faaliyeti yoğunlaştırdığı gözönüne alınırsa. Medyadaki Amerikan uşaklarının tek görevi kendi kalemlerini efendilerinin hizmetinde çalıştırmak da değil. Onlar herkesin kendi hizalarına gelmesi için de gayret gösteriyorlar. Örneğin; Milliyetin Washingtondan Yasemin Çongarı, 30 Aralık 02 tarihli nüshadaki köşesinde herkesi, özellikle hükümeti açık konuşmaya davet etmekle kalmıyor, açıkça ifade edilmesi gereken görüşleri de Washingtondan dikte ettirmeye çalışıyor. Körfez coğrafyasında, Irak diktatörünün zararını, cümle aleme açıkça anlatma lüksüne sahip birkaç ülkeden biri, Türkiye imiş. Ve, Bush yönetimi Saddam gitmedikçe, Irakı silahsızlandırmanın mümkün olmadığı kanısında imiş. Bağdat ise, BM kararlarını hayata geçirmeyi reddettikçe Washingtonın eline koz veriyormuş. Açıktır ki bu görüşler tümüyle Amerikanın görüşleridir. Dünya halklarının ağız birliği halinde Amerikayı saldırganlıkla suçladığı ve Irak halkının yanında (Saddamın değil) yer aldığı bir dönemde, Amerikanın ağzıyla konuşup yazmanın tek bir açıklaması olabilir; kalemini emperyalizmin hizmetine sunmak, daha doğrusu satmak. Ama burada Çongarın kalemini kaça kiraladığı ile değil, Türk medyası üzerinden üstlendiği görevlerle ilgileniyoruz. Aynı çerçevede Çongarın yazısından birkaç alıntı daha yapmakta fayda var. Çongar, kendisi gibi satılık kimi kalemlerin bu vesileyle bir şeyler koparma kirli pazarlığına dahil olmasına da karşı. O, diğerlerinin aksine, Körfez savaşında kaybetmedik, kazandık diyor. Kazançlarımız arasında ise İMF yıkım programlarnı saymakta bir sakınca görmüyor. Yazısını hükümete akıl veren iki paragrafla tamamlayan Çongara göre hükümet, Bağdatın silahsızlandırılmasında (Saddamın devrilmesinde) Türkiyenin çıkarını görüyorsa ve Saddam sonrası konusunda söz sahibi olmak istiyorsa bu görüşlerini hepimizle paylaşmalı imiş. Bu görüşler dediği de hükümetin benimsemesini istediği kendi görüşleri oluyor. Amerikanın kimbilir kaça satın aldığı bu kontracı kalemlerin temel argümanlarından biri Saddamın diktatörlüğü. Kimin desteğiyle diktatörlük kurabildiği ve yine kimin/kimlerin destek ve katkılarıyla kimyasal silahlara sahip olabildiği, doğal olarak gündem dışı bırakılıyor. Çünkü bu konulara girildiğinde suçun ve sorumluluğun adresi yine Amerikan emperyalizmine çıkacak. Bu yüzden doğal olarak kaçınıyorlar. Bugün Amerikan literatürüyle diktatörlüğe küfür/demokrasiye övgü yağdıran ve Bağdatın silahsızlandırılmasını hararetle savunan bu kalemlerin, Kürt halkının başına kimyasal silahlar yağarken, mazlum bir halk toplu kırımdan geçirilirken, Saddamın diktatörlüğünü akıllarına bile getirmemiş olması da Amerika için üstlendiklri rolü ortaya koyan bir gerçek. Söz konusu olan kalemini kontr-gerillanın hizmetine sunmak olunca, medyanın farklı organlarından farklı kalemler de tek bir kalemmiş gibi aynı fikirleri aynı argümanlarla zerketmeye çalışıyorlar. Çongarından yaptığımız alıntıların çokça benzeri görüşler, Radikalde İsmet Berkan ve Gündüz Aktanın kalemlerinden de akıyor. Berkan 28 Aralık 02, Aktan ise 1 Ocak 03 tarihli gazetelerdeki köşelerinde hemen hemen aynı olan görüşleri savunuyorlar. Medyada böyle düğmeye basılmışçasına tek ses-tek görüş yayınlara artık aşinayız. Düğmeye, ister geçmiş pek çok olayda olduğu gibi içerden, isterse bugün olduğu gibi dışardan basılmış olsun, sonuçta kontr-gerilla medya üzerinden de olsa varlığını açıkça duyuruyor. İsmet Berkan söz konusu yazısında savaş zararları konusunu işliyor. Ama o da bu savaştan zararlı değil kârlı çıkacağımız görüşünde. Gündüz Aktan ise bununla da yetinmiyor, tam bir yüzsüzlükle, Amerikan saldırısının Irak halkının da menfaatine olduğundan bahsediyor. Aktana göre, Saddam iktidarda kaldıkça ekonomik ambargonun kalkması, petrol üretiminin eski düzeye çıkması, ekonominin büyümesi, biz dahil dış dünyayla ticaretin başlaması, çocukların ilaçsızlıktan, halkın yoksulluktan kurtulması yani Irakın bölge ve dünya ile ilişkilerinin normalleşmesi imkansızmış. Elbette, saldırının Iraklı çocukları ambargonun yarattığı açlıktan kurtaracağı bir gerçek. Ölü çocuklar şeker bile yiyemez ki!.. Milliyetin Mehmet Y. Yılmazı da Aktanla aynı iğrenç demagojiyi kullanmaya çalışıyor. Gazetesinin 1 Ocak tarihli sayısında yayınlanan köşe yazısında, Saddamın İran ve Körfez savaşlarında harcadığı paraların dökümünü verdikten sonra, Iraklı çocukların süt ve ilaç bulamadığı için ölmesini, uygulanan (Saddama değil bu halka) ambargodan önce söz konusu giderlere bağlıyor. Sonuçta da, Saddamın oradan uzaklaştırılmasını sadece Bushun ve ABDnin bir kaprisi olarak görmek isteyenlere yeniden düşünmeleri için bu tabloyu verdiğini ve Saddamın gidişinin, bütün bölgenin refahı için atılmış bir ilk adım olacağını söyleyerek görevini tamamlıyor. M. Y. Yılmazın ve tüm kontracı kalemlerin görevi, açıktır ki, emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı çıkan, dolayısıyla Irak halkının yanında tutum alan halk kitlelerinin yanıltılmasını, Amerikan müdahaleciliğini desteklemese bile sessiz kalarak onaylamasını sağlamaktır. Ancak, bunu sağlamalarının imkansız olduğunu, Türkiyede ve Ortadoğuda Amerikan uşağı olmanın bedelinin ise çok ağır olacağını pek yakında onlar da görecektir. Bundan kuşku duyulmamalıdır. |
|||||