21 Aralık '02
Sayı: 49 (89)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaş için son hazırlıklar
  Kapıda bekletilen Türkiye ve ABD-AB kapışmasının yansımaları
  AB'nin Kopenhag Zirvesi...
  Kopenhag Zirvesi'ne karşı protesto gösterileri...
  Düzen siyasetinde Kıbrıs sancısı
  Mali milat yasası uygulamaya sokulmadı...
  Kamu emekçilerini de işsizlik bekliyor
  Savaş hazırlıkları hızla tamamlanıyor
  Emperyalist savaşa karşı alanlara!
  Ekim Gençliği'nden...
  Filistin: İşgal, sürgün, katliam ve direniş
  Adana Öncü İşçi Platformu Girişimi Bülteni'nden...
  Venezüella'daki gelişmeler üzerine...
  Latin Amerika'da neo-liberal saldırıya karşı kitlelerin büyüyen öfkesi...
  Hüseyingazi İşçi Kültür Evi coşkulu bir şenlikle açıldı
  Tekstilde grev silahı vazgeçilmez seçenek olmalı
  19 Aralık katliamı protestoları...
  Feride Harman'ı şehit verdik...
  Düzendeki çok yönlü çürüme ve devrimci sınıf alternatifi
  19-22 Aralık katliamı ve direnişi
  Irak'ın tercümesi Venezüella
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
ABD’nin hizmetinde bir kurum: Üniversite

Başlangıcından bugüne üniversitenin işlevi

İlk üniversiteler kilise çevresinde kurulmuşlardı ve temel işlevleri, Ortaçağ’da feodal yapının sürmesi için gereken ideolojik argümanları üretmek, dinsel/teolojik argümanlarla sistemi meşrulaştırmaktı. Üniversitelerde eğitim gören ve bu işleri de gerçekleştirenler elbetteki buna ayırabilecek vakti ve parası olanlardı; yani aristokratlar ya da bir başka deyişle aylaklar sınıfı.

Üretici güçlerin, üretim koşullarının gelişmesi, burjuva devrimleri ve sınıf egemenliğinin değişmesi ile üniversitenin işlevi de yeniden tanımlandı. Egemenlik ilişkilerinin meşrulaştırılması görevini sürdüren üniversite ve genel olarak eğitim, bu işi artık teolojik argümanlarla değil, bilimsel ve teknik gelişmelerin koşulladığı rasyonalist dünya algılayışı ile gerçekleştirecekti. Ama burjuvazinin gericileşmesiyle burjuva biliminin de dogma haline geldiğini biliyoruz. Nitekim bugün de üniversitelerde bilim dogmalar yığını olma niteliği taşıyor.

Ancak üniversitenin yeni dünyada kazandığı işlev elbette bundan ibaret değil. Üniversite ya da genel olarak eğitim, mevcut sömürü düzeninin ihtiyaç duyduğu insanların yetiştirilmesi, kendini teknolojinin sürekli gelişimi üzerine oturtan kapitalizmin bu ihtiyacının karşılanması görevini de yüklenmiş durumda. Ayrıca gençlerin, özellikle bilimle uğraşan genç insanların özgürce düşünmesinin engellenmesi ve yaratıcılıklarının boğulması da üniversitenin görevleri arasında tanımlanmış durumda. Bunların dışında neo-liberalizmin yeniden şekillendirdiği üniversiteler artık kârlı birer yatırıma ve sermayenin farklı ihtiyaçlarının karşılandığı kapitalist işletmelere dönüştürülüyor.

İşte bugün bu işlevleri yüklenen üniversiteler ABD’nin savaş çığlıkları doğrultusunda göreve koşulmuşlardır. Emperyalizm çağında savaşların sona ermeyeceğini, dahası yağma ve talan için çoğu zaman tek seçenek olarak emperyalistlerin dünyayı kan ve barut kokusuna boğmaktan çekinmediklerini biliyoruz. Üniversite de bu doğrultuda diğer alanlardaki işlevinin yanı sıra, aynı zamanda savaş arabası olmaktadır.

Emperyalist ordulara asker yetiştiren üniversite

Bugün üniversitelerde bilgi üretiminin kıstası, insanlığın ortak yararı değil, kapitalistlerin çıkarlarıdır. Bu sebeple birçok üniversitede fen-edebiyat fakülteleri tasfiye edilirken, yerlerine daha işlevli ve kârlı oldukları düşünülen, teknik üretim kapasiteleri yüksek bölümler açılmaktadır. Örneğin işçilerin nasıl daha verimli çalışabileceklerinin (nasıl daha fazla sömürülebileceklerinin) hesaplandığı endüstri mühendisliği bölümleri bunlar içinde yer alıyor. F tipi cezaevi planlarının hazırlandığı mimarlık bölümleri, asli işlerini bir kenara bırakarak sermaye devletinin hizmetine girmiş durumdalar. Elbette mimarlığı bu düzeye getiren sermaye devleti, insanlığın yok oluşunu hazırlamaktan başka yararı bulunmayan nükleer silahların yapılabilmesi için nükleer enerji mühendisiklerini kurmaktan geri durmuyor. Buralarda tasarlanan silahların ezilenlerin yararına kullanılmayacağı çok açık. Öyleyse bu bölümlerdeki görevliler bizzat saldırganların ordularında askerlik yapmaktadırlar.

Sadece nükleer enerji mühendisliklerinde değil, fakat neredeyse tüm bölümlerde savaş malzemeleri ve savaş planları üretilmekte. ABD’deki Stanford Üniversitesi oluşturulan sanal ortamda ABD ordusu için savaş planları üretiyor. Bir sıcak çatışmada askerlerin nasıl en az kayıpla ilerleyebilecekleri, kara ordularının stratejilerinin geliştirilmesi, havadan atılan bombaların hedefi vurma başarılarının arttırılması bu çalışmalardan bazıları.

Eminiz askeri darbenin artığı YÖK de kendisini var edenlere borcunu benzeri çalışmalar yaparak ödüyordur. Ancak bu çalışmaların fazla açıktan yapılmıyor olması bunlara ulaşmamızı engelliyor. Fakat ODTÜ’nün TSK’ya askeri teçhizat üreten Aselsan ile yaptığı sözleşme ve bu doğrultuda ODTÜ’deki birçok bölümün bu işle meşgul olduğu herkes tarafından biliniyor. Yine İTÜ’de misket bombaları için yeni teknolojiler geliştirildiği, Hacettepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünün F-16’lar için özel boya ürettiği biliniyor. Bunlar gibi daha birçok örnek verilebilir, ancak sorunu ortaya koyması bakımından bu kadarı yeterli. YÖK’e bağlı üniversiteler ayrıca, ordunun ihtiyaç duyduğu teknik elemanları yetiştiriyor. Üniversite mezunlarının bir kısmı hr yıl TSK tarafından teknik eleman olarak üstteğmen rütbesiyle orduya alınıyor.

Bu durumda bizler, ya üniversitelerimizin asker yetiştirmek yerine bilim üretmelerini isteyeceğiz, ya da TSK için silah ve teçhizat geliştirmekle görevli akademisyenlerin ek askerlik görevinden muaf tutulmalarını. Ya bilimsel eğitim isteyeceğiz ve ABD’nin emperyalist savaşına karşı mücadele edeceğiz, ya da Amerikan askerleri olarak cephede ve laboratuvarlarda savaşacağız.

İnsanlığın yıkımını meşrulaştıran üniversite anlayışı

Her dönem egemenlik ilişkilerini meşrulaştırma işlevine sahip üniversite, bugün de emperyalist savaşı meşru ya da zorunlu göstermeye kalkıyor. ABD’de ünlü akademisyenlerin gazetelerde yazdığı yazıların bir kısmını günlük basından takip ediyoruz. Müthiş bir iştahla savaş çığlıkları atan bu akademisyenlerin iplerinin kimin elinde olduğu aşikar. Bizde de yapılan her MGK toplantısının ardından alınan kararlarla ilgili görevlendirme yapılırken YÖK’ün de unutulmadığı biliniyor. Ermeni soykırımının olmadığını, Kürtler’in aslında dağ Türkleri olduğunu konu alan tezlerin yazılması, bu doğrultuda açıklamaların yapılması bizzat MGK tarafından YÖK’e gönderilen bu görev kağıtlarında yazanlardan birkaç tanesi. Yine Ankara Üniversitesi bünyesinde oluşturulan Avrupa Topluluğu Uygulama Merkezi, emperyalist AB ile girilen s¨recin kitlelerin gözünde meşrulaştırılması için savaşıyor.

F-16’lara savaş boyası üreten Hacettepe Üniversitesi’nde kurulu bulunan İnsan Hakları Kürsüsü de yayınladığı yıllıklarında Mehmet Gazioğlu, Nusret Demiral gibi işkencecilere yazı yazdırarak asıl görevini gözler önüne seriyor.

Geçtiğimiz aylarda yapılan bir MGK toplantısında alınan karar gereği olsa gerek, Rektörler Komitesi toplantısının sonuç deklarasyonu Güney Kürdistan’daki gelişmelere değiniyordu. “Türk üniversiteleri, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti oluşumu anlamına gelebilecek herhangi bir şeyi, milli varlığımıza yönelmiş bir tehdit olarak görmekte. Bu konuda devletimizin yetkili organlarının alacağı her türlü önlem ve eylemin maddi tüm varlığımızla yanında olacağız.” Açıklamada bahsi geçen “Türk üniversitelerinin” gerçek sahipleri olan biz öğrenciler, “maddi tüm varlığın” bir parçası sayılıyoruz. Fakat YÖK’ü ve mevcut egemenlik ilişkilerini meşru görmediğimiz için alınacak “her türlü önlem ve eylemin” uygulayıcısı olmayacağız.

Gençliği baskı altına alan üniversiteler

Tümüyle burjuva ideolojisinin yeni kuşaklara empoze edilmesine dayanan bir eğitim veren mevcut eğitim kurumları içerisinde üniversite özel bir yer tutuyor. Öğrencilere bilimsel gerçekleri değil Türk devletinin ve Türk milletinin yüceliği anlatılıyor. Zaten YÖK Kanunu da bu doğrultuda şekillendirilmiştir. Bu kanunda yüksek öğrenimin amacı, "Öğrencileri Atatürk İnkılapları ve İlkeleri doğrultusunda Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren (...) vatandaşlar olarak yetiştirmekquot; olarak tanımlanmıştır.

Elbette öğrenciyi böyle yetiştirmeyi kendine görev edinmiş üniversitelerin, buna uymayarak yaşadığı toplumu ve dünyayı sorgulayan ve başka bir dünyadan yana olan öğrencilere hoşgörü göstermesi beklenemez. Bu nedenle okullara yerleştirilen polis ve jandarmaların yetersiz kaldığı yerde “akademisyenler” göreve koşuluyor. Öğrenci gençliğin haklı ve meşru taleplerinin karşısına soruşturmalarla çıkılıyor. Üniversiteler, efendileri emperyalist ABD’nin savaşına karşı çıkan öğrencilere soruşturma açıyorlar. Geçtiğimiz yıl DTCF’de açılan soruşturmaların gerekçesi “Okul içerisinde ‘Emperyalist savaşa hayır’ ibareli afişler asmak” olabiliyor. Yine son 6 Kasım eylemlerinin soruşturmaları gelmeye başladı. Elbette emperyalist saldırganlığın tırmandığı, yerli işbirlikçilerin savaşa hazılandığı dönemlerde baskılar da katlanarak artacaktır. Özellikle Irak savaşı durdurulamazsa, önümüzdeki dönem “savaşa hayır” demek bir yana, Arap halkının olumlu niteliklerinden bahsetmek bile soruşturma konusu olacaktır.

Savaş bütçesine katkı yapan üniversite

Devlet bütçesinden üniversitelere ayrılan pay giderek azaltılırken, silahlanmaya ayrılan pay artıyor. Har(a)ç soygunuyla yetinmeyen sermaye devleti üniversiteleri tümüyle ticarileştirmeye çalışıyor. Kendi kaynaklarını kendisi yaratan bir üniversitenin bilimle uğraşamayacağı ve işçi-emekçi çocuklarına kapılarını kapayacağı ortadadır. Ama özellikle YÖK yasa tasarısıyla hedeflenen budur. Bunun dışında üniversitelerin ortalama döner sermaye gelirleri ‘90 yılında toplam gelirlerinin %18’i iken, bu oran ‘95’te %25’e, ‘97’de %35’e çıkmıştır. Har(a)çlar da hesaba katılırsa, üniversite devletten neredeyse hiç para almamaktadır. Sermaye devletinin buradan kestiğini kardeş halkların kanını dökecek silahlara yatırdığını bilen biz gençlik, “Savaşa değil, eğitime bütçe!” sloganıyla m&uul;cadele alanlarında yerimizi almalıyız.

YÖK’ün ve Amerika’nın askeri olmayacağız!

Öğrenci gençliğin son dönemde yoğun bir biçimde kullandığı “YÖK’e ve emperyalist savaşa hayır!” şiarının özel önemi üniversitelerin bu savaşta oynamaya soyundukları rolden ileri gelmektedir. Bugün YÖK’ün varlığını hedef almadan “savaşa hayır” demenin bir anlamı olmadığı gibi, emperyalist savaşa ve saldırganlığa karşı çıkmadan özgür bir üniversite ya da bilimsel bir eğitim istemenin de bir kıymeti harbiyesi yoktur. “YÖK’süz bir üniversite” ve “savaşsız bir dünya” talepleri birlikte ele alınmalıdır. Kendi görevlerini bu perspektife ele alan genç komünistler, önümüzdeki dönemde de parasız, bilimsel, demokratik eğitim talebini sömürü düzenini yıkma hedefine bağlayarak işleyeceklerdir.

(Ekim Gençliği’nin 15 Aralık ‘02-15 Ocak ‘03 tarihli 56.
sayısından alınmıştır...)



Savaş karşıtlığı mı, devrimci sınıf savaşı mı?

Savaş karşıtlığı, özellikle vicdani-ret tartışması son dönemde Mehmet Bal’ın tutumuyla gündeme geldi. Irak’a yönelik bir müdahalenin yaklaştığı bu günlerde bu tavra dair bir şeyler söylemek zorunludur.

Mehmet Bal, askerliğini sürdürdüğü sırada “Savaşa, savaş eğitimine ve aygıtlarına hayır!” diyerek askerliği reddetmiş; birliğine askerlik kimliğini, eşyalarını teslim etmiş ve cezaevine atılmıştır. Cezaevinde birçok baskılara maruz kalmış, işkence görmüştür. En son serbest bırakılan Bal, birliğine teslim olmayacağını söyledi.

Bal’ın tavrının her ne kadar savaşa karşıtlık üzerinden belli bir anlamı olsa da, komünistler tarafından nasıl bir bakışaçısıyla değerlendirilmesi gerektiği tartışılmalıdır. Vicdani ret gerçekten militarizme ve savaşa karşı kararlı ve tutarlı bir mücadele yolu mudur?

Komünistler emperyalist savaşların ancak emperyalist-kapitalist sistemin yıkılmasıyla durdurulabileceğini bilirler. Bu asalak sınıf devrilip yerine işçi sınıfının iktidarı kurulmadan savaşlar yeryüzünden silinmeyecektir. Ancak o zaman mutlak bir barış yaşanabilir. Peki burjuvaziyi devirmek için ne gerekiyor? Elbette ki sınıf savaşımını yükseltmek ve keskinleştirmek gerekiyor. Sınıf savaşımının doğal sonucu ise bir devrimdir, bu bir iç savaşı gerektirir. Ancak en kaba reformistler bunun aksini savunabilirler.

Yalnızca “Savaşa hayır!” demek, haklı savaşlar olabileceğini reddetmek anlamına gelir. İç savaş da bir savaştır ve emperyalist savaşları önlemenin tek yolu olan sosyalist işçi-emekçi iktidarını kurabilmek için bu yoldan geçmek zorunda kalınacaktır. Devrimciler böyle bir savaşa karşı olamazlar. Gerçekten tutarlı bir şekilde savaşa karşı olmak isteyenler de burjuvaziye karşı verilecek böyle bir savaşı desteklemek durumundadırlar. Ayrıca ulusal kurtuluş mücadeleleri de haklı savaşlardır. Yanıbaşımızda Kürt ulusu ulusal eşitlik ve özgürlük için yıllar süren bir savaş vermiştir. Ulusal baskı ve sömürüye karşı yükseltilen bu savaşı haksız olarak değerlendirebilir miyiz? Son olarak, yarın sosyalist bir işçi-emekçi cumhuriyeti kurulduğunda, kendisini emperyalist ülkelerden korumak durumunda kalacaktır. Emperyalizmin sosyalist bir ülkeye saldırması halnde o ülkenin kendini koruması gerekecektir. Bu da bir savaştır; ama “yanlıştır” demek, “emperyalizme teslim ol” demektir. Bu yüzden “Savaşa hayır!” sloganı tek başına ilerici değil gerici bir slogandır.

“Savaş eğitimine hayır!” ise sorunun diğer bir yönüdür. Bugün gençlerin birçoğu askere alınıyor ve savaş eğitiminden geçiyorlar. Ordunun gerici karakteri bir gerçekliktir, gençleri burjuvazinin piyonu olması için eğitiyor. Ama kitleleri silah kullanmayı öğrenmekten mahrum bırakmak da her türlü gericiliğe karşı çaresiz kalmaktır! Tutarlı bir devrimcinin şu an için temel görevi burjuvaziye karşı silahlanacağı ve savaşacağı günleri hazırlamaktır. Biz silah kullanmayı burjuvazinin kolluk gücü olmak için değil, onu tarihin çöplüğüne gömmek için öğrenmek durumundayız. Çünkü devrim kitlelerin silahlı zor gücünün eseri olacaktır.

Sonuç olarak, komünistlerin savaşa karşı tavrı boykotçuluk değildir. Savaşa karşı “ben gitmiyorum!” diyerek mücadele edilemez. Orada binlerce insan ölürken, tek başına konulan bireysel tavrın ufku son derece dardır. Bu tavır ile gerçekten savaşsız bir dünya kurulamaz. Tek çare sınıf savaşımını yükseltmek ve işçi-emekçilerin bulunduğu her yerde “Savaşa karşı sınıf savaşı!” ekseninde faaliyet örmektir. Açıktır ki bu düzende bireysel kurtuluş mümkün değildir. Biz insanlara “örgütlenin; burjuvaziye ve onun emperyalist savaşına karşı her yerde; fabrikada, okulda, mahallede, sokakta, siperde mücadele verin”, demek durumundayız.

Lenin’den bir alıntı yapmak konuyu daha iyi açıklayacaktır:

“Proleter kadın buna nasıl karşı çıkacaktır? Yalnızca bütün savaşlara ve askeri olan her şeye söverek ve silahsızlanmayı isteyerek mi? Ezilen ve gerçekten devrimci bir sınıfın kadını, bu utanç verici rolü asla kabul etmeyecektir. Bunlar oğullarına şöyle diyeceklerdir: ‘Yakında delikanlı olacaksın. Eline silah verilecek. Silahı al ve askerlik sanatını iyice öğren. Proleterler, bunu, bugünkü savaşta olduğu gibi ve sosyalizmin düşmanlarının sana söyledikleri gibi kardeşlerini, öteki ülkelerin işçilerini vurmak için öğrenmezler. Bunu, kendi ülkelerinin burjuvazisine karşı savaşım vermek, sömürüye, sefalete ve savaşa bir son vermek için öğrenirler.” (Sosyalizm ve Savaş, Lenin, s.66, Sol Yayınları, 4. Baskı )

(Ekim Gençliği’nin 15 Aralık ‘02-15 Ocak ‘03 tarihli 56.
sayısından alınmıştır...)