21 Aralık '02
Sayı: 49 (89)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaş için son hazırlıklar
  Kapıda bekletilen Türkiye ve ABD-AB kapışmasının yansımaları
  AB'nin Kopenhag Zirvesi...
  Kopenhag Zirvesi'ne karşı protesto gösterileri...
  Düzen siyasetinde Kıbrıs sancısı
  Mali milat yasası uygulamaya sokulmadı...
  Kamu emekçilerini de işsizlik bekliyor
  Savaş hazırlıkları hızla tamamlanıyor
  Emperyalist savaşa karşı alanlara!
  Ekim Gençliği'nden...
  Filistin: İşgal, sürgün, katliam ve direniş
  Adana Öncü İşçi Platformu Girişimi Bülteni'nden...
  Venezüella'daki gelişmeler üzerine...
  Latin Amerika'da neo-liberal saldırıya karşı kitlelerin büyüyen öfkesi...
  Hüseyingazi İşçi Kültür Evi coşkulu bir şenlikle açıldı
  Tekstilde grev silahı vazgeçilmez seçenek olmalı
  19 Aralık katliamı protestoları...
  Feride Harman'ı şehit verdik...
  Düzendeki çok yönlü çürüme ve devrimci sınıf alternatifi
  19-22 Aralık katliamı ve direnişi
  Irak'ın tercümesi Venezüella
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
AB’nin Kopenhag Zirvesi...

Hayaller, gerçekler ve ikiyüzlü gerekçeler...

12 Aralık’ta büyük güvenlik önlemleri ve kitlesel protestolar eşliğinde başlayan ve üç gün süren “tarihi” Kopenhag Zirvesi haftalarca süren tartışmalara konu oldu. AB genişleme sürecinin ele alındığı zirveye 15 üye ülkenin devlet ve hükümet başkanları ile aday ülkelerin heyetleri katıldı. “Doğuya doğru genişlemenin” sorunlarının görüşüldüğü zirvede tartışmanın başlıca konusu Türkiye oldu. Kopenhag zirvesi 10 aday ülkenin 1 Mayıs 2004’te üyeliğe davet edilmesiyle sona erdi. Bulgaristan ve Romanya’nın üyelik tarihleri 2007 olarak belirtilirken, Türkiye tarih için tarih almak sonucuyla yüzyüze kaldı.

Kopenhag zirvesi ve Türkiye

Bilindiği gibi Kopenhag zirvesi Türkiye için özel bir önem taşıyordu. Türkiye yıllardır sürdürdüğü AB’ye üyelik çabasını bu zirvede nihayet somut bir sonuca ulaştırmayı amaçlıyordu. Kamuoyuna da bu iyimser hava pompalanıyordu. Konu haftalarca ülkenin tek gündemi haline getirildi ve iç politika malzemesi olarak kullanıldı.

Türkiye üyelik müzakeresinin 2003’te başlamasını sağlamak yönünde adeta çırpındı. Bir taraftan AB üzerinde baskı uygulaması için efendisi ABD’nin kapısına koştu, öte taraftan bir ay boyunca Avrupa kapılarını aşındırarak tam bir diplomasi seferberliğine girişti. Avrupa başkentlerindeki diplomasi turlarında liderlere, önlerine konulan ev ödevlerinde katettikleri mesafeyi anlatıyor, uyum reformlarını sürdürme kararlılıklarını dile getiriyor, Türkiye’nin Avrupa için önemini hatırlatıyor, tüm bunların sonucu olarak erken ve kesin tarih almayı nasıl da hak ettikleri konusunda Avrupalıları ikna etmeye çalışıyorlardı. Aldıkları övgülere ek olarak Almanya ve Fransa’nın “AB 2004 yılının Aralık ayına kadar Türkiye’nin kriterlerle ilgili koşulları yerine getirmesini bekleyecek, bu karşılanırsa 2005 Temmuzun’da Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinebaşlanacak” önerisi ve devreye sokulan Bush’un telefon trafiği umutlu gelişmelerdi. Zira ABD’nin 100 bin dolayında askerinin Türkiye topraklarında konuşlandırılması, üsler, limanlar ve havaalanlarının açılması karşılığında ağırlığını kullanacaktı. AB dönem başkanı ve Danimarka’nın Avrupa işlerinde sorumlu bakanı Bertel Haarder’ın “Almanya ve Fransa AB’nin 15 ülkesinden ikisi, onların sunduğu plan AB’ni ortak görüşü anlamına gelmez” çıkışı ve ABD dayatmalarına boyun eğilmeyeceğinin anlaşılması ve elbette görüşmelerde çıkan sonuçlar üzerine umutlar yerini hayal kırıklığına bırakt .

Ne Türkiye’nin son ana kadarki pazarlıkları ve çırpınışları, ne de ABD’nin dayatmaları tatmin edici bir sonuç yarattı. 2004 yılının sonuna kadar ev ödevlerinde Türkiye’nin atacağı adımların yeni bir randevu tarihi için belirleyici olacağı söyleniyor. Şimdiye kadar atılan adımlar ve hükümetin reformları sürdürme kararlılığı AB tarafında övgü konusu edilip memnuniyetle karşılanmasının ötesinde özel bir anlam taşımıyor. Tam üyelik müzakeresinin tarihi için tarih verilmesi bunu anlatıyor

AB Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni karşılamaya yönelik adımlarını yeterli görmediğini, eksiklikleri salt yasal düzenlemelerle değil uygulama açısında da tamamlaması gerektiğini belirtiyor, sorunu böyle gerekçelendiriyor. 2004 Aralık ayında toplanacak olan AB Konseyi, AB Komisyonunun raporu ve önerisi temelinde Türkiye’nin kriterleri karşıladığına karar verirse, müzakerelere başlama tarihini saptayacağını açıkladı.

Gerekçeler ve gerçekler

AB Türkiye’nin bölgede tuttuğu çok özel konumun elbette ki farkındadır ve ilişkilerini fazlasıyla önemsemektedir. AB Türkiye ile ilişkilerini kendi politik çıkar ve amaçları doğrultusunda biçimlendirmek istemektedir. Buna rağmen Türkiye’yi oyalayıp kendi bünyesine almamasının gerisinde “demokratikleşme” alanındaki sorunlar değil, tersine dış politika sorunları ve ABD’nin Türkiye üzerinden AB’ye dönük hesapları vardır. Avrupalı emperyalistleri rahatsız ve tedirgin eden budur.

Türkiye gerek ABD’nin isteği gerekse de burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda AB emperyalizmiyle bütünleşmeyi arzulamaktadır. Bu amaçla bir takım uyum yasalarını görüşüp yasallaştırmakla kalmadı, yeni uyum paketlerini de zirve öncesinde gündemine aldı. Bu adımlar sadece “Aferin, yola devam” övgüsüne konu edildi. Çünkü AB için meselenin özünü bunlar oluşturmuyor. Türkiye’nin AB ile bütünleşmek çabasının arkasında (başka şeylerin yanı sıra) ABD’nin duruyor olması gerçeği, AB’yi Türkiye’nin üyeliği konusunda isteksiz kılıyor.

ABD’nin karşısına emperyalist bir güç odağı olarak çıkmayı hedefleyen AB, ABD emperyalizminin çıkar ve amaçlarının taşıyıcısı olabilecek bir ülkeyi bünyesine almayı politik tercihlerine uygun bulmuyor. ABD ise aynı nedenlerden dolayı Türkiye’nin üyeliği için AB’ye baskı uygulayarak sonuç almaya çalışıyor. AB tarafından Türkiye’ye karşı bir koz olarak ileri sürülen Kıbrıs sorununa zirve öncesinde ABD’nin BM üzerinden yaptığı müdahale, üyelik yolunun bir parça açılması amacını taşıyor.

Sonuçta Türkiye’nin üyelik sorunu AB ve ABD arasındaki ilişkilerle doğrudan bağlantılı bir içeriğe sahiptir. İleri sürülen “Kopenhag kriterlerin yerine getirilmesi” gerekçelerinin gerisindeki belirleyici gerçekler kabaca bunlardan oluşuyor. Zirvede çıkan sonuç Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratırken, ABD’de de “üzüntüye” neden oldu ve daha etkin bir müdahale ihtiyacı dile getirilmeye başlandı. The Washington Times 17 Aralık’ta “ABD boş boş oturup Türkiye’nin batıdan kopuşunu izlememelidir. ABD Türkiye’ye kesin ve çok uzak olmayan bir giriş tarihi vermeleri için AB ülkelerine baskı yapmalıdır. Çıkarlarımız bunu gerektiriyor” derken, ABD politikasına ve gerçeklere açıklık getiriyor.

AB ve demokrasi

Zirve’de Türkiye üzerine yürütülen tartışma daha çok Kopenhag Kriterleri çerçevesinde “demokratikleşme” hedefine bağlı olarak ortaya konuldu. 1993’te Kopenhag’da kabul edilen siyasi kriterler; demokrasiyi garanti edecek istikrarlı kurumlar, hukukun üstünlüğü, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve azınlıkların korunması maddelerinde oluşuyor. AB şefleri Türkiye’nin sözkonusu kriterleri yerine getirmek doğrultusundaki çabalarını ve bunun ifadesi uygulamaları takdirle karşıladıklarını belirtiyor ve “geriye kalan eksiklikleri salt yasal düzenlemelerle değil, uygulama açısında da tamamlaması” gerektiği uyarısında bulunuyorlar. Demek oluyor ki, Türkiye’den daha çok “demokrasi” isteniyor. Sosyal haklar ve refahın talep edilmesi de ihmal edilmiyor.
Kendi toplumlarında demokratik özgürlükleri ve sosyal hakları sistematik olarak budayan ve özelikle de 11 Eylül’den sonra saldırıyı daha da tırmandıran AB’li şeflerin Türkiye’den demokratik ve sosyal haklar alanında kapsamlı adımlar atmasını talep etmesi tam bir ikiyüzlülük örneğidir. Türkiye’deki rejim bunu yapabilecek imkanlardan yoksundur. Tersine o baskı aygıtlarını güçlendirmeye, mevcut hakları da gasp etmeye mecburdur. Çürümüş ve ekonomik kriz çukuruna gömülmüş Türkiye kapitalizminin başka bir seçeneği de yoktur.

Bu elbette en iyi AB emperyalistleri tarafından biliniyor. Zira bugün dünyanın en zengin kıtası olan Avrupa’da da burjuvazi benzer saldırılara yönelmiş bulunuyor. “Terörizme karşı mücadele” adı altında polis devleti uygulamaları ve gerici yasalar bizzat buralarda hayata geçiriliyor. Emekçilerin kazanımlarına yönelik saldırılar tırmandırılıyor. Bugün AB ülkelerinde 100 milyonu aşkın insan yoksulluk sınırı altında yaşamaya muhtaç hale getirilmiş, milyonlarca insan işsizliğe mahkum edilmiştir. Sermayenin saldırıları karşısında AB’nin işçi ve emekçileri mücadele yolunu seçmektedir. Mücadele eden kitlelerin karşısına AB emperyalistleri demokrasiyle değil ama baskı ve terörle çıkmaktadır, buna mecburdur. Emekçi halk kitlelerinin sonu gelmeyen saldırılar karşısındaki çıkışları ve mücadele dinamikleri baskı aygıtını güçlendirmenin ve özgürlükleri gaspetmenin dışında nasıl dizginlenebilir ki?

Tüm bu gerçekler orta yerde dururken, liberal solcu takımı, Türkiye’nin AB’ye girmesiyle demokratikleşeceği ve refah düzeyinin yükseleceği hayalleriyle emekçi kitleleri aldatıyor, bu gerici propagandayla onları düzene bağlamaya hizmet ediyorlar.