ABD-AB kapışmasının yansımaları Hükümeti, medyası ve egemen sınıflarıyla Türkiyenin tüm çabalarına rağmen, Avrupa Birliğinin oyalama taktiği değişmedi. 12 Aralık Kopenhag zirvesinde Türkiyeye Aralık 2004te belki gecikmeksizin müzakere tarihi veririz demek anlamına gelen bir karar çıktı. Yaklaşık olarak böyle bir kararın çıkacağı daha 12 Aralıktan önce belli olmuştu. Hükümet Kıbrıs ve AGSP kozlarını oynayarak ve sırtını ABD ve İngiltereye daha sağlam dayamış olarak, sonuçta daha makul bir karar çıkarabileceği hayaline kapılmıştı. Nitekim birbuçuk aylık pazarlık trafiğinde, Kıbrıs ve AGSP kozları ile Bushun arka çıkmaları etkin olarak kullanılmaya çalışıldı. Almanya ve Fransanın ortak önerisi olarak 2005 tarihinde tarih vermeyi görüşmek konusunda AB içinde bir mutabakat sağlandığı açıklanana kadar, Türkiye yönetenler iyimser ve yumuşak havalarını korudular. Fakat durum yavaş yavaş belli olunca, Erdoğan ve Başbakan Abdullah Gülün sert ve o ölçüde de gülünç açıklamaları gündeme oturdu. Neticede ne Türk heyetinin tepkisi, ne de efendisi Bushun telefon diplomasisi etkili olabildi. Hatta dış ve iç basına yansıyanlara göre, Avrupa gazetelerine verilen ilanlar ve Erdoğanın kuru sıkı açıklamaları kadar, Bushun çabaları da Türkiyenin aleyhine oldu. Türk devleti bu kez sadece kapıda bekletilmekle de kalmadı; AGSP konusunda varılan anlaşma ve Güney Kıbrısın Kıbrıs olarak ABye alınmasıyla, elindeki pazarlık malzemelerini de yitirmiş oldu. AB konusundaki hayallerin canlı tutulması bir ihtiyaç Hükümet, verilen tarih konusunda yaşanan ilk şok atlatılır atlatılmaz, yeniden ılımlı söylemlere çark etmekte gecikmedi. AB zirvesinden çıkan kararın, beklentileri karşılamasa da olumlu bir sonuç olduğu, Kopenhag kriterlerinin esasta milletimiz için yerine getirileceği, böylelikle Türkiyenin durumunun Roma veya Selanik zirvelerinde görüşülerek müzakere tarihinin öne alınabileceği dillendirildi. Bunu yapmak zorundalardı; zira hem ABD uşaklığının gerekleri, hem de kitlelerde yaratılan beklenti havasının devam ettirilmesi için, müreffeh Avrupaya dahil olmak hayalini canlı tutmaları gerekiyordu. Türkiye toplumunda yaratılan Avrupa hayali, sermaye iktidarına küçümsenmeyecek kolaylıklar sağlıyor. İMF-TÜSİAD yıkım programları ile yoksulluğun, işsizliğin cenderesi altında bunalan işçi-emekçi kitlelerin öfkesi Avrupa hayaliyle yatıştırılıyor. Demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması bir mücadele sorunu olmaktan çıkarılmış oluyor. Kitlelerde Avrupaya girilince ekonomik, sosyal, siyasal tüm sorunların çözüme kavuşacağı inancı yaratılıyor. Türkiyedeki zorlu sınıf mücadelelerinin gerektirdiği bedeli göze alamayan, demek oluyor ki bir parça tutarlı bir demokrasi mücadelesi için bile takati kalmamış ilerici kesimler, böylece AB hayaliyle avutulup yedekleniyor. Ekonomik ve siyasi olarak yapısal bir bunalımın pençesinde kıvranan sermaye iktidarı, tüm bunlar sayesinde yönetmek planında olsun, kitlelerdeki öfkenin eylemli tepkilere dönüşmesini engellemekte olsun fazla zorlanmıyor. Öte yandan ise baskı ve yasakları, F tipi terörünü ABye uyum maskesiyle ağırlaştırıyor. Türkiyenin ABye üyelik sürecinin gündeme girmesinden bu yana egemen güçler, Avrupa hayalini, yönetmenin önemli bir olanağı olarak kullanmasını bildiler. ABnin manevralarına rağmen şimdi hâlâ yapılan da budur. ABD desteğinin anlamı: ABD uşaklığı ise AB üyeliğini zorlamayı dış politika çizgisi açısından gerektiriyor. Zira Türkiyenin dış politikası esasta Amerikan çıkarları doğrultusunda, bizzat ABD tarafından çiziliyor. ABD ise, Avrupa emperyalizminin kendi karşısına güçlü bir blok olarak çıkmasını engellemek, hiç değilse olabildiğince geciktirmek için, AB içindeki gücünü pekiştirme siyaseti güdüyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunun 89daki çöküşünden bu yana geçen 13 yıllık sürecin gelişmelerine bakıldığında, ABD için bunun önemi kendiliğinden anlaşılır. Çöküşün ardından Sovyetler Birliği karşısında yek vücut hareket etmek gibi bir ihtiyaç ve zorunluluk kalmayınca, emperyalist dünya içinde pazar kapışmaları ve hegemonya savaşı da düşük yoğunluklu olarak başlamış oldu ve giderek şiddetlendi. Cezayir, Somali, Ruanda, Balkanlar, Afganistan vb. bir dizi bölge kan gölüne dönüştürüldü. Bu bölgesel savaşlarda emperyalistlerin birlikte hareket etmesi, aralarında çatışma olmadığı anlamına gelmiyor. Nitekim ABDnin son Ortadoğu politikası ve Irak başta olmak üzere bölge ülkelerine yönelik saldırgan emelleri üzerinden, emperyalistler arası kapışma dışa vurmuş da oldu. ABDnin üstünlüğü, bugün emperyalistler arası kapışmanın somut biçimlere bürünmesini bir ölçüde engelliyor. İşin özünde, insan hakları ve demokrasi kılıfıyla yapılan kıyımlar, ABDnin emperyalist hegemonyasını sürdürmek için. Bu arada Avrupa emperyalizmi de kendi payına, ABD üstünlüğünü kabullenerek de olsa, mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor. ABD bir yandan 11 Eylülle birlikte AB emperyalizminin çıkışını da yavaşlatacak saldırgan dünya siyaseti izlerken, bir yandan da AB içindeki gücünü pekiştirmeye çalışıyor. Bu birliğin ortak çıkarlar temelinde kendi içinde entegre olmuş bir güç olarak karşısına dikilmesini istemiyor. ABD, halihazırda birlik içinde İngiltere başta olmak üzere, İtalya, İspanya, Yunanistan gibi bir dizi müttefike sahip. Daha sadık bir uşak olarak Türkiyeyi de ABye dahil etmek uzun vadeli çıkarları için gerekli. Yoksa tek başına Türkiyenin Irak savaşına katılması karşılığında verilen bir destek değil Bushun telefon trafiği. Aslında Türk egemenleri ABnin Türkiyeye ilişkin taktiğin pekala farkındalar. AB, özellikle de Almanya ve Fransa, iliklerine dek ABD uşağı olan bir Türkiyeyi birliğe dahil etmek istemiyor. Mevcut haliyle üyeliğe alınacak bir Türkiye, Amerikanın AB üzerindeki denetimini güçlendirmek anlamına geliyor. Zaten bunu Türkiyeye atfen yapılan Truva atı tanımıyla da açık açık belirtiyorlar. Ne var ki Türkiye gibi kapıları Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslara açılan, Orta Asya ile tarihi-kültürel bağları olan, jeo-politik öneme sahip bir ülkeyi, tümüyle ABDnin kucağına itmemeye de özen gösteriyorlar. Türkiyeye yönelik izleye geldikleri politikanın özünde, özellikle Türk ordusu üzerinden bariz bir şekilde görülen ABD uşaklığını törpülemek yatıyor. AB genel olarak ordunun siyasete müdahalesine değil, fakat bunun genel olarak ABD çıkarları doğrultusunda yapılıyor olmasına karşı. O iliklerine dek Amerikancı olan bir ordunun iktidarda bu denli etkin olmasından rahatsızlık duyuyor, bunu kendi çıkarlarına uygun bulmuyor. Türk ordusu Pentagona bu denli tek yanlı olarak bağlı ve bağımlı olmasaydı, kuşku duyulmasın, AB liderleri generallerin siyaset üzerindeki etkisini o zaman fazlaca dert etmezlerdi. Sermaye iktidarına ve emperyalist Dünya ölçüsündeki gelişmeler AB-Türkiye ilişkilerinin seyrini farklı biçimlere büründürebilir, ama mevcut durum devam ettiği sürece, Avrupanın Türkiyeyi kapıda oyalama taktiği değişmeyecektir. Dolayısıyla sorun hiç de Türkiyenin ekonomik ve özellikle de siyasi kriterleri yerine getirmesi, kültürel farklılık vb. değil. Kültürel farklılık AB içinden birçok çevrenin işaret ettiği ve Türkiyenin de öne sürdüğü gibi, bir dezavantaj değil, ABnin islam ülkeleri ve Türki cumhuriyetlerle ilişkileri açısından önemli bir imkandır. Üstelik bu AB ülkelerini heveslendiren de bir olgudur. Ötesinde ABnin demokrasi, azınlık hakları vb. gibi bir derdi yoktur. Emperyalist rekabetin giderek kızışması ve bunun gerekleri AB ülkelerini, düne kadar bir parça kabullenilmiş işçi-emekçi haklarını tırpanlamaya yöneltmiş bulunuyor. Hem iktisadi-sosyal alanda bir hak budama dalgası var, hem de polis devleti uygulamaları yaygınlaştırılıyor. Bugün Türkiyede karşı çıkılan yasaların mimarı olan 12 Eylül cuntası da zamanında AB ülkeleri tarafından desteklenmişti. Bu destek, devrimci yapılara yönelik terör ve yasaklamalar söz konusu olduğunda, 19 ralık katliamlarında, F tipi uygulamalarında da görüldüğü gibi bugün de sürüyor. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, Türkiyenin AB üyeliğini, esasta AB-ABD çatışmasının seyri belirleyecektir. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler, emperyalistlerin kıskaca alma politikalarının kendilerine yansımalarını giderek daha fazla yoksullaşarak, hak ve özgürlüklerden daha fazla mahrum kalarak seyredemezler. Hiçbir emperyalist güç, dünya halklarına özgürlük ve demokrasi bahşetmez. Tersine, emperyalistler eldeki kazanımların yok edilmesi için işbirlikçi iktidarlara her türlü desteği sunmaktan geri durmazlar. Türkiye için de olan budur. O halde bir kez daha yinelemek gerekir ki, en küçük bir hak elde etmenin olduğu kadar, gerçek kurtuluşun yolu da sermaye iktidarına ve arkasındaki emperyalist güçlere karşı dişe diş bir mücadeleden geçiyor. |
|||||