Kontr-gerillanın kirli savaş tarihinden bir sayfa:
6-7 Eylül olayları... A. Ersin 6-7 Eylül olayları olarak anılan vahşeti bugün bile kelimelere dökmek zordur. Zira yaşananları anlatabilmek, aradan geçen onyıllara rağmen kolay değil. Biz burada yaşananlar hakkında kabaca bir fikir vermeye çalışmakla yetineceğiz. Bugünden bakıldığında 6-7 Eylülün üzerine söylenecek olan, olayların Kıbrıs dolayısıyla çıktığıdır. Fakat bu yerleşmiş kanı gerçekliğin yalnızca küçük bir parçasıdır. Oysa ki bu iğrenç provokasyon yakın tarihteki birçok şeyi anlamak açısından anahtar rolü görebilecek önemdedir. 6-7 Eylülün gerçekliğini anlamak, o dönemin somutunda Türk burjuvazisinin düzen ve devlet gerçekliğini, emperyalizmle ilişkilerini ve Kıbrıs sorunundaki tutumunun arka planını anlamak demektir. Bu yönleriyle o günden bugüne de ışık tutacak nitelikledir. Basının katkısıyla hazırlanan provokasyon 1955te yaşanan olaylar esasta iki ilde meydana gelmiştir, İstanbul ve İzmir. İstanbulda yaşanan olayların fitili, (sahibi o zamanki adı MAH olan MİTin hizmetinde çalışan) İstanbul Ekspres gazetesi tarafından ateşlendi. Fakat geçmeden belirtelim, olayların zemini bir bütün olarak dönemin mehmetçik basını tarafından (özellikle Cumhuriyet, Tercüman, Hürriyet ve Yeni Sabah) önceden hazırlanmıştır. Yaratılan Rum karşıtı hava bilinçli olarak sokaklara da yansıtılmıştır. Olayların bir tek zamanı bilinmemektedir. Patlayacak bombanın fitili 6 Eylül tarihli İstanbul Ekspresin 2. baskısınca ateşlenir. Geçmeden ekleyelim, bu gazete normalde 20-30 bin basmaktadır, ancak bu sefer 290 bin basmıştır. Sonradan ifade edilenlere göre bu miktarda bir baskı o dönemin teknikleriyle birkaç günde gerçekleştirilebilirdi. Bu bilgilerin sonucu olarak 2. baskının daha önceden hazırlandığ sonucuna varabiliriz. Gazetenin manşet haberi Atatürkün Selanikteki evinin bombalandığıdır. Tabii ki bunu Yunanlıların yaptığı aşikardır! Kıbrıs bahanesiyle tansiyonun doruğa çıkarıldığı, İngilterenin daveti, Türkiye ve Yunanistanın katılımıyla gerçekleşen Kıbrıs Konferansının devam ettiği bir zamanda, böyle bir haber bardağı taşırmaya aday bir damla niteliğindedir. Manşetin altında ise yine istihbarat örgütünün içinde yuvalandığı iki örgütün yetkililerinin tehdit içeren açıklamaları vardır. Kıbrıs Türktür Cemiyetinin (KTC) Milli Amele Teşkilatı (MAH) Genel Sekreteri Kamil Önal, Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalı ödeteceğiz... Ödeteceğimizi söylemekte artık bir mahsur görmüyoruz. İstanbul Yüksek Okul Talebeleri Birliği (İYOTB) Başkanı Bahaettin Erton ise, Atat¨rkün evini tahrip etme küstahlığında bulunanlara gerekli cevabı vermekte bir an gecikmeyeceklerini söylemektedir. Bombalama olayı elbette tümüyle bir kontr-gerilla provokasyonudur. Bombalanan ev Türk Konsolosluğu ile aynı bahçededir. Bombalar Selanik Başkonsolos Yardımcısı Ali Tekinalp tarafından götürülmüştür. Sonradan MİTte çalışacak ve Nevşehir Valisi yapılacak olan Oktay Enginin azmettirmesi ile, konsolosluk hizmetlisi Hasan Uçar tarafından bombalar eve konulmuştur. Gazetenin yaygın dağıtımı sonrasında, KTC ve İYOTB tarafından Taksimde izin alınmadan miting yapılır. Miting sonrasında yağma ve vahşete başlanır. İlkin Rumlara ait mekanların cam ve çerçevelerinin indirilmesiyle başlanır. Fakat zannetmeyin ki fevri hareket edilmektedir. Muhtarlardan alınan bilgiler ışığında Rumlara ait mekanların duvarları önceden kırmızı haçlarla işaretlenmiştir. İstanbulun 52 ayrı yerinde aynı anda yangın çıkarılmıştır. Olaylar için şehir dışından adam getirtilmiştir. Adam getirtilen şehirlerden biri Eskişehirdir. Olaylarda kullanılan tahrip aletleri de tek tiptir. Kamyonlarla vatan evlatlarının (!) hizmetine sunulan sopa, balta, kazma gibi aletler tek tiptir. Yine camilerde birbirine benzeyen vaazlarla cemaat Rumlara karşı kışkırtılmıştır. Yine dönemin gazetelerinden öğrendiğimize göre, kolluk güçleri öncesinde Rumların yoğun olarak yaşadığı semtlerde, kilise vb. yerlerde yoğun güvenlik önlemleri almıştır. Fakat olaylar sırasında ne hikmetse müdahalede bulunmazlar. Ordunun tankları gösteriler sırasında kürsü görevi görür. Polis ise yardım isteyenlere alaylı cevaplar verir. Üniformalı polisler yağmaya bizzat katılmıştır. Katılmadıkları yerde ise ya yol gösterici olurlar ya da sessiz kalırlar. Olayların İstanbuldaki bilançosu genellikle şöyle ifade edilmektedir: 3 ölü, 30 yaralı, 200e yakın tecavüz vakası, 74 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 3 manastır, 3584ü Rumlara ait olmak üzere 5583 işyeri ve ev yağmalanmış, yakılmış, yıkılmıştır. İzmirde yaşananlar İstanbula göre çok küçük çaptadır. 8 Eylül tarihli Hürriyet gazetesi İzmirde yaşananların bilançosunu şöyle verir: 14 ev, 6 dükkan, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, İngiliz Kültürevi yakılmıştır. Dönemin İzmir gazeteleri ise 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazar. 6-7 Eylül bir Özel Harp işiydi ve Olayların hemen sonrasında basın yaşananları milli galeyan, duygusal halk tepkisi gibi ifadelerle göklere çıkarır. Fakat aradan bir gün bile geçmeden basının bu tavrı tersine döner. Olaylar bu sefer çapulcu yağması ve olaylarda komünist parmağı şeklinde nitelenir. Bunun nedenini anlamak için 1960 yılında görülen Yassıada davası duruşma tutanaklarına bakmamız gerekiyor. Tutanaklarda dönemin Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü, bu aklı o sırada tesadüfen (!) Türkiyede bulunan CIA şefi A. Dullesin kendilerine verdiğini söyler. Olaylardan sonra İstanbul ve İzmirde örfi idare (olağanüstü hal) ilan edilir. Bu arada olaylarda üzerine düşeni fazlasıyla yapan basının örfi idareden çok çektiğini de belirtelim. Yunanistanın tepkisi üzerine İzmirde olaylar sırasında yakılan Yunan bayrağı hükümetin bir bakanı tarafından yeniden göndere çekilir. Cumhurbaşkanının himayesinde ve başbakanın gözetiminde İzmir ve İstanbulda zarar görenlere yardım komiteleri kurulur. Bu yolla toplanan yardımlar yetmeyince zarar görenlerin zararlarının tazmini için bir kanun çıkarılır. Fakat ne hikmetse kanunla hükümetin emrine verilen 60 milyon TLnin 2 milyonu kullanılır. Oysa ki zarar 60 milyonun birkaç katı para ile bile karşılanmayacak düzeydedir. Geçmeden belirtelim; bazı tepkiler göstermesine rağmen, Yunanistan Türkiye ile NATO politikaları temelinde hayat bulan askeri ve stratejik işbirliğini bozmamayı yeğlemiştir. Olaylar sonrasında İstanbulda 6 bin kişi, İzmirde 424 kişi gözaltına alınır. Fakat İzmirde 9, İstanbulda sınırlı sayıda kişi yağma ve çapulculuk suçundan cezalandırılmıştır. Olaylar Aziz Nesinin de aralarında bulunduğu 45 kişilik listede yer alanlara yıkılmaya çalışılır. Aceleye gelen listede o tarihten önce ölmüş olanlar, olaylar sırasında askerde olanlar da vardır. Fakat olaylar sırasında İstanbulda 5 adet uluslararası kongre olduğundan, kongreleri izlemeye gelen gazeteciler kanalı ile olaylar dünyada geniş yankı bulur. Aziz Nesin, bu sayede olayların sorumlusu olarak ipten kurtulduklarını söyler. Çünkü dönemin İstanbul Örfi İdare Komutanı N. Aknoz yargıçlarla yaptığı toplantılarda 45likleri salkım salkım asılı görmek istediğini söylemektedir. 27 Mayıs sonrası Yunanistanın verdiği nota üzerine, darbeciler bir 6-7 Eylül davası peydahlar. Dava sonucunda dönemin Başbakanı A. Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu 6 yıl, olaylar sırasında omuzlarda taşınan İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise 4,5 ay hapis cezasına çarptırılır. Fakat bu davanın asıl sonucu farklıdır. Dava ile olayların sorumluluğu devrilen Demokrat Parti (DP) yönetimine yıkılmıştır. 27 Mayıs darbesine biçilen ilerici misyonların da etkisiyle bu sol kesimde de kabul görmüştür. Oysa ki gerçeklik bambaşkadır. Elbette ki DPnin olaylardaki sorumluluğu açıktır. Olayların gerçek örgütleyicileri ise farklıdır. Olaylar CIA yönlendiriciliğinde kontr-gerilla tarafından örgütlenmiştir. Ordu, polis, istihbarat, muhalefet, basın, üniversite gibi düzenin temel kurumları, o zamanki ismi Seferberlik Tetkik Kurulu olan Özel Harp Dairesinin komutasında olaylarda yer almıştır. Özel Harpçi general Sabri Yirmibeşoğlu, 90lı yıllarda gazeteci Fatih Güllapoğluyla yaptığı bir ropörtajda açıkça, 6-7 Eylül bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. demekte bir sakınca görmemiştir. Amaçlanan neydi? CHP döneminde başlayan ABD ve Batıyla yakınlaşma süreci, 1950 seçimleri ve DP iktidarı döneminde artarak sürdü. DPnin dış borçlanmaya dayalı ekonomi politikası ve 1952den itibaren NATO üyeliğine dayalı savunma politikasının bedeli, Türkiyenin siyasal kararlarda Washingtona bağlanması oldu. DP döneminin dış politika anlayışı ABD eşittir NATO, NATO eşittir ulusal politika, ulusal politika eşittir ABD biçiminde özetlenebilir hale geldi (Melek M. Fırat, Türkiyenin Kıbrıs Politikaları (1945-1960), Toplumsal Tarih, Eylül 2000, s. 23). Bu koşullar altında Türkiye, İngiltere tarafından Londra Konferansına çağrılmakla Kıbrıs sorununda resmen taraf haline getirilmiştir. Çünkü 2. emperyalist paylaşım savaşı sırasında başlayan ve artık İngiltereyi zorlayan bir mücadele vardır. Kıbrıs Rumlarının bağımsızlık mücadelesi. Adayı stratejik önemi dolayısıyla bırakmak istemeyen İngiltere, denge unsuru olarak masaya o güne kadar güdümünde hareket eden Türkiyeyi ve Kıbrıs Türklerini sürmüştür. Oysa ki Türkiye o güne kadar Kıbrısta yaşananları İngilterenin içişi olarak nitelemiştir. 6-7 Eylül olaylarıyla amaçlananlardan biri burada karşımıza çıkıyor. Dünya kamuoyuna Türklerin Kıbrısa ilgisini kanıtlamak. Diğer taraftan 6-7 Eylül olayları, Türk burjuvazisinin büyük oranda azınlıkların elinde bulunan sermaye birikimini gasp etmesinde büyük rol oynamıştır. Bilinen birşeydir, iktidarı alan güçsüz Türk burjuvazisi bu güçsüzlüğünü iktidarı elinde bulundurmanın olanaklarıyla, özellikle şiddetle aşmaya çalışmıştır. CHP iktidarında uygulanan varlık vergisi ile azınlıkların elinde bulunan sermaye birikimlerine büyük darbe vurulmuş, fakat bu yetmemiştir. 6-7 Eylül olayları bu açıdan bir başka adım olmuştur. Çünkü sonrasında azınlıkların gayrimenkulleri gasp edilmiştir. Rumlara el çektirilmesinden dolayı piyasada doğan boşluk Türk burjuvazisi tarafından doldurulmuştur. Bu açıdan 6-7 Eylül devlet eliyle burjuvaziyi palazlandırmak politikasının bir uzantısı sayılabilir. Olayların ardındaki uluslararası güç yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ABDdir. ABD bu şekilde Kıbrısta İngilterenin oynadığı hakim role sekte vurmuştur. Bilindiği üzere olaylar İngilterenin çağrısıyla Yunanistan ve Türkiyenin katılımıyla gerçekleşmekte olan Londra Konferansı sırasında gerçekleşmiştir. ABD emperyalist dünyanın yeni önderi olarak Kıbrısta sürecin dışında kalmayacağını uydusu haline gelen Türkiye aracılığıyla göstermiştir. Burada Türkiyenin çelişik bir konumu olduğu açıktır. Çünkü gün geçtikçe ABDye bağımlılığı artan Türkiye, Kıbrıs sorununda o güne kadar İngilterenin güdümünde hareket etmiştir. 6-7 Eylül olaylarındaki CIA parmağı bu çelişik durumun nasıl çözüldüğüne de ışık tutuyor. *** 6-7 Eylül olayları ile birlikte yeni bir gelenek başlar. Ülkedeki Rumlar Kıbrıs sorununun bir aracı haline gelir. Devlet artık Kıbrıs sorunundaki gelişmelere bağlı olarak, gerekli gördüğünde vatandaşı Rumlara baskı yapar. Bu politikanın sonucu olarak ülkedeki Rumların sayısı oldukça azalmıştır. Gelinen yerde yüzlerle ifade edilmektedir. Düşünün ki, devlet verilerine göre 1924te İstanbulun nüfusu 1 milyonken, bunun 280 bini Rum ve ayrıca 26 bini ise Yunan uyruklu Rumdur. Bugün İstanbulun nüfusu 10 milyonu aşmıştır ve bunun ancak bir kaç yüzü Rumlardan oluşmaktadır! 6-7 Eylül olayları ile bir halkları mozaiği paramparça edilmiştir. Yüzyılların biriktirdiği tarihi değerler tahrip ve yağma edilmiştir. Çeşitli halkların yüzyıllar içinde yarattığı birarada yaşama kültürü dinamitlenmiş, komşu komşuya saldırtılmış, komşunun malı komşusuna yağmalattırılmıştır. Tüm bunlar emperyalizmin ve Türk burjuvazisinin kirli emellerinin sonuçlarıdır.
Bombalama olayı ve bir "kahraman"ın hayatı 6-7 Eylül olaylarını başlatmak için Atatürk'ün evinde konulan bombanın bir provokasyon olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır. Selanik'in Islahata Mahallesi'nde bulunan bu ev Selanik'teki Türk Konsolosluğu ile aynı bahçe içindedir. Polis koruması altında bulunan bahçeye izinsiz giriş yasaktır. İşte bu ortak bahçeye iki bomba konulmuş, fakat biri patlamış ve yalnızca sözü edilen evin camları kırılmıştır. Bu bombalar Türkiye'den Selanik Başkonsolos Yardımcısı Ali Tekinalp tarafından 15 Temmuz 1955'te getirilmiştir. Zamanı geldiğinde Başkonsolos Mehmet Ali Balin tarafından verilen talimatla Oktay Engin'in azmettirmesiyle konsolosluk kavası (hizmetlisi) Hasan Uçar tarafından bombalar bahçeye konulmuştur. Patlama sonrası diplomatik dokunulmazlıkları olduğu için konsolosluk görevlileri Yunanistan makamlarınca kovuşturulmamıştır. Fakat Oktay Engin'le birlikte yargılanan Hasan Uçar 2 yıl ceza almış ve cezasının tamamını çekmiştir. Oktay Engin o sırada 21 yaşındadır ve Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okumaktadır. Babası Batı Trakya Milletvekili'dir. Kendisinin Yassıada'da ifadesinde söylediğine ve Selanik Konsolosu'nun da teyit ettiğine göre, 1951 yılında Gümülcine Lisesi'ni bitirdikten sonra aslında Türkiye'de okamak ister. Fakat kendisi gibilere çok ihtiyacı olduğu ve orada okuması gerektiği söylenir. Batı Trakya Türkleri'nin lideri olması beklenmektedir. Kendisine Türk hükümetince burs verilmektedir. Fakat bu burs diğer öğrencilere verilenden oldukça fazladır. Selanik'teki Türk Konsolosluğu'na sürekli uğrar. Hatta bombaları koyan kavas Hasan Uçar'ı da konsoloslukta o işe aldırmıştır. 9 ay tutuklu kalır. Daha sonra 20-21 Eylül 1956'da Türkiye'ye kaçar ve iltica eder. Fakat Yunanistan'da bomba davası sonuçlanınca azmettirici olarak 3 yıl 6 ay hapis cezası alır. Cezasını çekmesi için Yunanistan tarafından istenir, fakat verilmez. Kısa bir süre sonra Türk vatandaşlığına kabul edilir. Kendisine ve ailesine hükümetçe çeşitli yardımlarda bulunulur. Bakanlar Kurulu kararı ile İstanbul Belediye Eğlence yerleri Kontrol Memurluğu'na getirilir. MİT'te önemli görevlere getirilen Oktay Engin, Emniyet Müdürlüğü Planlama Daire Başkanlığı yaparken 8 Şubat 1992'de Nevşehir Valiliği'ne tayin edilir. B "kahraman" Çatlı, diğeri gibi artık yaşamıyor. |
|||||