Müsteşar Uğur Ziyalın Washington temaslarının gösterdikleri... Stratejik müttefike stratejik uşaklık Türkiyenin ABDye uşakça bağımlılığını gizlemek için sıkça tekrarlanan Biz ABD ile stratejik müttefikiz sözü, yaşanan gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, ABDye stratejik uşaklıktan başka bir şey ifade etmiyor. Türkiye ekonomiden dış politikaya, hatta seçimlere kadar ABDnin dolaysız müdahale alanı durumunda. Seçim ve ABD haydudunun Iraka yönelik savaş hazırlıkları, ABD müdahalesinin ve ona uşaklığın geldiği yeri gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz günlerde Washingtonda temaslarını tamamlayan ve savaş taraftarlığı ile tanınan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyalin yaptığı açıklamalar bu açıdan dikkat çekici. İMF programı değişmez Washington Enstitüsü adlı düşünce kuruluşunda açıklamalar yapan Ziyal, seçimlerin Türkiyenin dış politikasını değiştirip değiştirmeyeceği sorusunu şöyle yanıtlıyor: Türkiyenin dış politikası cumhuriyetin kurulmasından bu yana süreklilik taşıyor. Ayrıca bütün partiler uygulanan ekonomik programı ve Türkiyenin AB sürecini destekliyor. Ufak farklılıklar olabilir ama temel politikalar değişmez. Ziyal bu sözlerle, endişelenecek bir durum olmadığının, seçimden sonra iktidara hangi parti gelirse gelsin ABDye bağlılıkta ve uşaklıkta kusur etmeyeceğinin garantisini veriyor. Geçtiğimiz hafta da Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı M. Türker, Merkez Bankası yetkililerinden, düzen partilerine imzalatılmak üzere İMF programına bağlılık yemini anlamına gelen bir metin hazırlamasını istemişti. Sermaye iktidarının emperyalizme bağımlılığı öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, bunu sözlü ya da yazılı olarak ifade etmekte bir sakınca görmüyor. Türkiyenin işçi ve emekçileri ülkeyi gerçekte kimin yönettiğini ve düzen partilerinin ne ifade ettiğini görmek için, şu soruları sormalılar: Türkiyenin dış politikasında cumhuriyetin kurulmasından bu yana bir değişiklik olmadıysa, bütün partiler uygulanan ekonomik programı ve AB sürecini destekliyorlarsa, bu partilerin birbirinden ne farkı kalıyor? ABD ve patronlar istiyor diye milyonlarca işçi ve emekçiye açlık ve yoksulluk dışında bir yaşam ve gelecek sunmayan İMF programları uygulanıyorsa, cumhuriyetin kurulmasından bu yana süreklilik taşıyan dış politika bugün Türkiye ve Irak emekçilerinin kanının akacağı bir savaşa ortak olmayı gerektiriyorsa ve düzen partilerinin tümü bunların uygulayıcısı olacaklarsa, o zaman neyin seçimi yapılıyor? Tüm bunlar işbirlikçi sermaye sınıfı ve düzen partileri aracılığıyla ülkeyi asıl yönetenin ABD emperyalizmi olduğunu göstermiyor mu? Ziyalın Washington temaslarının asıl nedenleri Ziyalın Washingtondaki temaslarında yoğun bir ilgiyle karşılanması, burjuva basında bir kez daha Türkiyenin stratejik öneminin kanıtı olarak gösterildi. Oysa ABDnin Iraka müdahalesine karşı AB ülkelerinden yükselen itirazlar ve Barzaniyle yaşanan gerginlik ile Ziyalın Washington temaslarının aynı zamana denk gelmesi, üstü örtülmek istenen gerçeği ortaya koyuyor. Körfez Savaşındaki kayıpları nedeniyle savaşa başlangıçta temkinli yaklaşan Türkiyenin Kuzey Irakta kurulabilecek olası bir Kürt devleti endişesi, ABD tarafından Türkiyeyi savaşa çekmek için kullanıldı. Türkiye bir yandan İMF kredileri ile, bir yandan boynuna atılan Kürt kemendi ile, diğer yandan Musul-Kerkük hayalleri depreştirilerek, savaşta daha etkin bir rol almaya ikna edildi. Ziyalın Washington temaslarının nedenlerinden biri, Türkiyenin savaşta daha etkin rol alacağını kanıtlamaya ve bunun pazarlıklarını yapmaya dönüktü. AB emperyalizminin Irak müdahalesine karşı sesini yükseltmesi, Almanya ve Rusyanın Irak ve İranla ticari ilişkiler geliştirmesi, beraberinde Amerikan halkının Iraka yönelik savaşa karşı desteğinin belirgin şekilde zayıflaması nedeniyle, ABDnin Iraka müdahale isteminde yalnız olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunun için tüm savaş senaryolarının içinde yer alan ve Müslüman olan Türkiyeden daha iyi bir seçenek düşünülemezdi. Ziyalin gezisinin bir diğer nedeni, Iraka müdahalenin gerekliliği noktasında AB ülkelerine mesaj göndermekti. Ziyal bunu şu sözlerle ifade ediyor: Irak sorununun nasıl çözülmesi gerektiği konusunda iki öneri var; ameliyat veya uzun dönemli tedavi. Biz ikincisinden yanayız. Ancak ameliyat yapılsa bile uzun dönemli terapiye ihtiyaç var. Irak sorununun çözümünün her koşulda bir müdahaleden geçtiğini belirten bu sözler, Iraka saldırının Türkiye tarafından resmi olarak onaylanması anlamına geliyor. Iraka müdahaleyi kılıfına uydurursanız sizinle ilerleriz Ziyal ABDnin Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde rol oynayan Enstitü üyelerine yönelik konuşmasını şu sözlerle sürdürüyor: Irak konusunda ABDnin uluslararası meşruiyet ve görüş birliği sağlaması gerekiyor. Uluslararası ilişkiler meşruiyet temeline dayanır. Aksi halde orman kanununa geri döneriz. Amerikanın onyıllar boyunca dış politikasını meşruiyet ilkesine dayandırdığını iddia eden Ziyal,ABD bu yaklaşımını sürdürdüğü müddetçe Türkiye de o yönde ilerler diyor. Oysa ki gerçekler Ziyalın iddiasının tam aksinedir. ABD biyolojik silah anlaşmasını yasadışı deneyler yaparak ihlal etti. Kimyasal silah denetçilerinin kendi silah laboratuvarlarına girmelerine izin vermedi. Anti-balistik füze anlaşmasını ihlal etti. Geçmişte yabancı devlet başkanlarına suikast düzenlenmesini de içeren gizli CİA operasyonlarının yeniden başlamasına izin verdi. Kısa menzilli silahlar anlaşmasını sabote etti. Uluslararası ceza mahkemesini reddetti. İklim değişikliği protokolünü imzalamadı, vb... Tüm bunlar uluslararası hukukun ihlalidir. Ziyal tüm bunları meşru ilan edip ABDnin bu doğrultuda ilerlemesini temenni ediyor. Uluslararası meşruiyetten ne anladığının sorulması üzerine de, ABDnin birçok kez çiğnediği Birleşmiş Milletleri kararlarını, benzeri uluslararası kuralları kastettiğini söylüyor. Kısaca, siz Iraka müdahle kararını uluslararası planda onaylatırsanız, biz de sizinle ilerleriz, deniliyor. ABDnin Iraka müdahale gerekçelerinin inandırıcı olup olmaması Türkiye için hiçbir önem taşımıyor. Önemli olan müdahalenin kılıfına uydurulması. Ziyal ABDnin tek taraflı bir saldırıya girişmesi durumunda Türkiyenin destek verip vermeyeceği sorusuna ise, daha o aşamada değiliz, hala konuşuyoruz sözleriyle, cevap vermekten kaçınıyor. Bu, efendisinin isteği karşısında savaşa girmekten başka bir alternatifleri olmadığının göstergesidir. Daha o aşamada değiliz diyenlerin Kuzey Irakın 15 kilometre içerisine binlerce asker ve iki düzine tank yerleştirdiği geçtiğimiz günlerde açığa çıktı. Bunun gerekçesi ise mülteci akınını önlemek olarak gösterildi. Bu gerekçenin hiçbir inandırıcılığı yok. Mülteci akınına, tam donanımlı askeri birlikler ve tanklarla karşı konulduğu nerede görülmüştür? Iraka saldırıdan pay kapma hevesleri Türkiye birçok vesileyle Irakın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini dile getiriyor. Türkiyenin bu konuya ne denli önem verdiğini Ziyal de şu sözlerle ifade ediyor: Eğer Irak bölünürse bunun bölgesel yansımaları olur. Türkiye buna tamamen karşı, bu kesinlikle kabul edilemez. Bu sözlerin koca bir yalan olduğunu ve gerçekte neyin amaçlandığını, Savunma Bakanı Çakmakoğlunun şu sözleri gözler önüne seriyor: Kuzey Irak, Misak-ı Milli hudutlarımızda bize emanettir. O günün istiklal savaşı şartları içinde, egemen güçlerin Türkiyenin o günkü şartlarını istismar ederek zorla kopardığı bir yerdir. Kuzey Irak öyle veya böyle, şu veya bu kimselerin hevesine kurban edeceğimiz bir bölge değildir. Ulu önder Atatürkün Hatay için dediği gibi, Musul ve Kerkük de Türk toprağıdır. Bir taraftan Irakın toprak bütünlüğünün Türkiye için yaşamsal öneme sahip olduğunu söyleyenler, diğer taraftan Musul ve Kerkükü Türk toprağı ilan etmekten geri durmuyorlar. Kısacası işgalci hevesleri yeniden canlanan sermaye iktidarı; Kuzey Irakta bir Kürt devleti kurulursa Irakın toprak bütünlüğü bozulur, buna izin vermeyiz; ancak Musul ve Kerkükü işgal edersek Irakın toprakları bölünmez, çünkü buralar zaten Türk toprağıdır deme arsızlığını gösteriyor. Ziyal konuşmasında; Irak lideri Saddam Hüseyinin silahlanmaya 300 milyar dolar harcadığını iddia edip, böylelikle ülkesine büyük zarar vermekle suçlayarak, Irakın uluslararası topluma kazandırılması gerektiğini söylüyor. Oysa uluslararası toplumun bir parçası olan Türkiyenin, GSMHsının yalnızca yüzde 2.2sini eğitime, yüzde 3.3ünü sağlığa ayıran, dünyada silah alımında ön sıralarda olan, servet-sefalet kutuplaşmasında yine en ön sıralara yerleşen, bütçesi iç ve dış borç faizlerinin ödenmesiyle tüketilen bir ülke olduğu gerçeği orta yerde duruyor. Ve nihayet müsteşar, Ortadoğunun gelecekte demokrasiyi kucaklayacağına inandığını ve bunun için Türkiyenin en iyi modeli oluşturduğunu söylüyor. Hâlâ faşist 12 Eylül anayasası ile yönetilen ve son sözün hep generaller tarafından söylendiği bir polis devletinin demokrasi modeli olarak sunulabilmesindeki arsızlığı bir yana bırakalım. Ama bu yeminli Amerikan işbirlikçilerinin Türkiyeyi ABDye uydulukta daha şimdiden bir model ülke haline getirdiklerine kuşku yok. |
|||||