7 Eylül '02
Sayı: 35 (75)


  Kızıl Bayrak'tan
  "Stratejik müttefik"e stratejik uşaklık
  Alevi emekçilere kurulan tuzak...
  İttifak arayışları hangi ihtiyacın ürünü?
  CHP operasyonu sürüyor
  Emperyalist saldırganlık ve İsrail siyonizmi
  Devlet İMF programına sadakatte kararlı...
  Her düzeyde eşit ve parasız eğitim hakkı!
  Kayıt parası, katkı payı soygununa son!
  Seyhan Belediyesi'nde biten grevin ardından...
  Fatma Tokay Köse, hayat kurtarma işkencesi altında şehit düştü
  Topyekûn saldırıya karşı sınıf seferberliği!/2
  Tekellerin aşırı kâr hırsı insanlığı felakete sürüklüyor
  Dünyanın en büyük zirvesi fiyaskoyla sona erdi
   Fakirlere "vah vah" toplantısı
   6-7 Eylül olayları...
   1 Eylül eylem ve etkinliklerinden...
   Pendik İşçi Kültür Evi açıldı...
   Sosyal bir devrim için saygılarımızla"
   Barış ve Kürtler...
   Afganistan'da işler sarpa mı sarıyor?
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

  Müsteşar Uğur Ziyal’ın Washington temaslarının gösterdikleri...

“Stratejik müttefik”e stratejik uşaklık

Türkiye’nin ABD’ye uşakça bağımlılığını gizlemek için sıkça tekrarlanan “Biz ABD ile stratejik müttefikiz” sözü, yaşanan gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, ABD’ye “stratejik uşaklıktan” başka bir şey ifade etmiyor. Türkiye ekonomiden dış politikaya, hatta seçimlere kadar ABD’nin dolaysız müdahale alanı durumunda. Seçim ve ABD haydudunun Irak’a yönelik savaş hazırlıkları, ABD müdahalesinin ve ona uşaklığın geldiği yeri gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz günlerde Washington’da temaslarını tamamlayan ve savaş taraftarlığı ile tanınan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal’in yaptığı açıklamalar bu açıdan dikkat çekici.

İMF programı değişmez

“Washington Enstitüsü” adlı “düşünce” kuruluşunda açıklamalar yapan Ziyal, seçimlerin Türkiye’nin dış politikasını değiştirip değiştirmeyeceği sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Türkiye’nin dış politikası cumhuriyetin kurulmasından bu yana süreklilik taşıyor. Ayrıca bütün partiler uygulanan ekonomik programı ve Türkiye’nin AB sürecini destekliyor. Ufak farklılıklar olabilir ama temel politikalar değişmez.”

Ziyal bu sözlerle, endişelenecek bir durum olmadığının, seçimden sonra iktidara hangi parti gelirse gelsin ABD’ye bağlılıkta ve uşaklıkta kusur etmeyeceğinin garantisini veriyor. Geçtiğimiz hafta da Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı M. Türker, Merkez Bankası yetkililerinden, düzen partilerine imzalatılmak üzere İMF programına bağlılık yemini anlamına gelen bir metin hazırlamasını istemişti. Sermaye iktidarının emperyalizme bağımlılığı öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, bunu sözlü ya da yazılı olarak ifade etmekte bir sakınca görmüyor.

Türkiye’nin işçi ve emekçileri ülkeyi gerçekte kimin yönettiğini ve düzen partilerinin ne ifade ettiğini görmek için, şu soruları sormalılar:

Türkiye’nin dış politikasında cumhuriyetin kurulmasından bu yana bir değişiklik olmadıysa, bütün partiler uygulanan ekonomik programı ve AB sürecini destekliyorlarsa, bu partilerin birbirinden ne farkı kalıyor? ABD ve patronlar istiyor diye milyonlarca işçi ve emekçiye açlık ve yoksulluk dışında bir yaşam ve gelecek sunmayan İMF programları uygulanıyorsa, “cumhuriyetin kurulmasından bu yana süreklilik taşıyan dış politika” bugün Türkiye ve Irak emekçilerinin kanının akacağı bir savaşa ortak olmayı gerektiriyorsa ve düzen partilerinin tümü bunların uygulayıcısı olacaklarsa, o zaman neyin seçimi yapılıyor? Tüm bunlar işbirlikçi sermaye sınıfı ve düzen partileri aracılığıyla ülkeyi asıl yönetenin ABD emperyalizmi olduğunu göstermiyor mu?

Ziyal’ın Washington temaslarının asıl nedenleri

Ziyal’ın Washington’daki temaslarında yoğun bir ilgiyle karşılanması, burjuva basında bir kez daha “Türkiye’nin stratejik önemi”nin kanıtı olarak gösterildi. Oysa ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı AB ülkelerinden yükselen itirazlar ve Barzani’yle yaşanan gerginlik ile Ziyal’ın Washington temaslarının aynı zamana denk gelmesi, üstü örtülmek istenen gerçeği ortaya koyuyor.

Körfez Savaşı’ndaki kayıpları nedeniyle savaşa başlangıçta temkinli yaklaşan Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kurulabilecek olası bir Kürt devleti endişesi, ABD tarafından Türkiye’yi savaşa çekmek için kullanıldı. Türkiye bir yandan İMF kredileri ile, bir yandan boynuna atılan Kürt kemendi ile, diğer yandan Musul-Kerkük hayalleri depreştirilerek, savaşta daha etkin bir rol almaya “ikna” edildi. Ziyal’ın Washington temaslarının nedenlerinden biri, Türkiye’nin savaşta daha etkin rol alacağını kanıtlamaya ve bunun pazarlıklarını yapmaya dönüktü.

AB emperyalizminin Irak müdahalesine karşı sesini yükseltmesi, Almanya ve Rusya’nın Irak ve İran’la ticari ilişkiler geliştirmesi, beraberinde Amerikan halkının Irak’a yönelik savaşa karşı desteğinin belirgin şekilde zayıflaması nedeniyle, ABD’nin Irak’a müdahale isteminde yalnız olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunun için tüm savaş senaryolarının içinde yer alan ve Müslüman olan Türkiye’den daha iyi bir seçenek düşünülemezdi. Ziyal’in gezisinin bir diğer nedeni, Irak’a müdahalenin gerekliliği noktasında AB ülkelerine mesaj göndermekti. Ziyal bunu şu sözlerle ifade ediyor: “Irak sorununun nasıl çözülmesi gerektiği konusunda iki öneri var; ameliyat veya uzun dönemli tedavi. Biz ikincisinden yanayız. Ancak ameliyat yapılsa bile uzun dönemli terapiye ihtiyaç var.”

“Irak sorunu”nun çözümünün her koşulda bir müdahaleden geçtiğini belirten bu sözler, Irak’a saldırının Türkiye tarafından resmi olarak onaylanması anlamına geliyor.

Irak’a müdahaleyi kılıfına uydurursanız sizinle ilerleriz

Ziyal ABD’nin Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde rol oynayan Enstitü üyelerine yönelik konuşmasını şu sözlerle sürdürüyor: “Irak konusunda ABD’nin uluslararası meşruiyet ve görüş birliği sağlaması gerekiyor. Uluslararası ilişkiler meşruiyet temeline dayanır. Aksi halde orman kanununa geri döneriz.” Amerika’nın onyıllar boyunca dış politikasını meşruiyet ilkesine dayandırdığını iddia eden Ziyal,“ABD bu yaklaşımını sürdürdüğü müddetçe Türkiye de o yönde ilerler” diyor.

Oysa ki gerçekler Ziyal’ın iddiasının tam aksinedir. ABD biyolojik silah anlaşmasını yasadışı deneyler yaparak ihlal etti. Kimyasal silah denetçilerinin kendi silah laboratuvarlarına girmelerine izin vermedi. Anti-balistik füze anlaşmasını ihlal etti. Geçmişte yabancı devlet başkanlarına suikast düzenlenmesini de içeren gizli CİA operasyonlarının yeniden başlamasına izin verdi. Kısa menzilli silahlar anlaşmasını sabote etti. Uluslararası ceza mahkemesini reddetti. İklim değişikliği protokolünü imzalamadı, vb... Tüm bunlar uluslararası hukukun ihlalidir. Ziyal tüm bunları meşru ilan edip ABD’nin bu doğrultuda ilerlemesini temenni ediyor. “Uluslararası meşruiyet”ten ne anladığının sorulması üzerine de, ABD’nin birçok kez çiğnediği Birleşmiş Milletleri kararlarını, benzeri uluslararası kuralları kastettiğini söylüyor. Kısaca, siz Irak’a müdahle kararını uluslararası planda onaylatırsanız, biz de sizinle ilerleriz, deniliyor. ABD’nin Irak’a müdahale gerekçelerinin inandırıcı olup olmaması Türkiye için hiçbir önem taşımıyor. Önemli olan müdahalenin kılıfına uydurulması.

Ziyal ABD’nin tek taraflı bir saldırıya girişmesi durumunda Türkiye’nin destek verip vermeyeceği sorusuna ise, “daha o aşamada değiliz, hala konuşuyoruz” sözleriyle, cevap vermekten kaçınıyor. Bu, efendisinin isteği karşısında savaşa girmekten başka bir alternatifleri olmadığının göstergesidir. “Daha o aşamada değiliz” diyenlerin Kuzey Irak’ın 15 kilometre içerisine binlerce asker ve iki düzine tank yerleştirdiği geçtiğimiz günlerde açığa çıktı. Bunun gerekçesi ise mülteci akınını önlemek olarak gösterildi. Bu gerekçenin hiçbir inandırıcılığı yok. Mülteci akınına, tam donanımlı askeri birlikler ve tanklarla karşı konulduğu nerede görülmüştür?

Irak’a saldırıdan pay kapma hevesleri

Türkiye birçok vesileyle “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması” gerektiğini dile getiriyor. Türkiye’nin bu konuya ne denli “önem” verdiğini Ziyal de şu sözlerle ifade ediyor: “Eğer Irak bölünürse bunun bölgesel yansımaları olur. Türkiye buna tamamen karşı, bu kesinlikle kabul edilemez.”

Bu sözlerin koca bir yalan olduğunu ve gerçekte neyin amaçlandığını, Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun şu sözleri gözler önüne seriyor: “Kuzey Irak, Misak-ı Milli hudutlarımızda bize emanettir. O günün istiklal savaşı şartları içinde, egemen güçlerin Türkiye’nin o günkü şartlarını istismar ederek zorla kopardığı bir yerdir. Kuzey Irak öyle veya böyle, şu veya bu kimselerin hevesine kurban edeceğimiz bir bölge değildir. Ulu önder Atatürk’ün Hatay için dediği gibi, Musul ve Kerkük de Türk toprağıdır.”

Bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünün Türkiye için yaşamsal öneme sahip olduğunu söyleyenler, diğer taraftan Musul ve Kerkük’ü Türk toprağı ilan etmekten geri durmuyorlar. Kısacası işgalci hevesleri yeniden canlanan sermaye iktidarı; Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulursa Irak’ın toprak bütünlüğü bozulur, buna izin vermeyiz; ancak Musul ve Kerkük’ü işgal edersek Irak’ın toprakları bölünmez, çünkü buralar zaten “Türk toprağıdır” deme arsızlığını gösteriyor.

Ziyal konuşmasında; Irak lideri Saddam Hüseyin’in silahlanmaya 300 milyar dolar harcadığını iddia edip, böylelikle ülkesine büyük zarar vermekle suçlayarak, Irak’ın uluslararası topluma kazandırılması gerektiğini söylüyor. Oysa “uluslararası toplumun bir parçası olan” Türkiye’nin, GSMH’sının yalnızca yüzde 2.2’sini eğitime, yüzde 3.3’ünü sağlığa ayıran, dünyada silah alımında ön sıralarda olan, servet-sefalet kutuplaşmasında yine en ön sıralara yerleşen, bütçesi iç ve dış borç faizlerinin ödenmesiyle tüketilen bir ülke olduğu gerçeği orta yerde duruyor.

Ve nihayet müsteşar, Ortadoğu’nun gelecekte “demokrasiyi kucaklayacağına” inandığını ve bunun için Türkiye’nin “en iyi modeli” oluşturduğunu söylüyor. Hâlâ faşist 12 Eylül anayasası ile yönetilen ve son sözün hep generaller tarafından söylendiği bir polis devletinin “demokrasi modeli” olarak sunulabilmesindeki arsızlığı bir yana bırakalım. Ama bu yeminli Amerikan işbirlikçilerinin Türkiye’yi ABD’ye uydulukta daha şimdiden bir “model ülke” haline getirdiklerine kuşku yok.