3 Ağustos '02
Sayı: 30 (70)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaşa karşı mücadele güncel ve yakıcı görevdir!..
  Emperyalist savaşı durdurmak için seferber olalım!
  Amerikan askerlerinde savaş sendromu
  Sermaye ordusu Irak cephesine ısınıyor
  Emperyalist savaşlar ve tekeller
  "Irak'a müdahale yıkım olur"
  Emek Platformu kime hizmet ediyor?
  TEKEL'de peşkeş ve vurgun
  Gerçek iş güvencesi işçilerin kendi eylemiyle sağlanabilir
  Süreci kamu emekçilerinin taban inisiyatifi kazanabilir!
  Paşabahçe direnişinin önemi ve işçi sınıfının sorumluluğu
  Direnişteki Paşabahçe işçisiyle konuştuk...
  Paşabahçe direnişine destekler...
   Açlık ordusu büyüyor!..
   '96 ÖO Zindan Direnişi şehitleri anmaları
   6. Ekip ÖO savaşçısı Semra Başyiğit şehit düştü!
   Irak'a emperyalist saldırı ve TC
   Dersim, barajlar ve kalkınma/1
   Fabrika=F tipi hücre...
   TSK'ya Irak vitrini...
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Dersim, barajlar ve kalkınma/1

H. Ataç

“Bir toplumsal sistemin doğaya bakışı,
topluma bakışından bağımsız değildir.”

Kıtaların, ülkelerin ve yörelerin aynı düzeyde bir ekonomik ve sosyal gelişme çizgisi izlemedikleri gerçektir. Genel olarak dünyada “Batı-Doğu”, “Kuzey-Güney” ülkeleri arasında diğer farklılıkların yanı sıra, bir gelişmişlik farkı bulunduğu bilinmektedir. Gelişmişlik farkı, sözgelimi, “Doğu Avrupa-Batı Avrupa” ülkelerinin kıyaslanmasından ortaya çıkmaktadır. Aynı ülkenin çeşitli bölgeleri arasında da gelişmişlik farkları bulunabilir. Kuzey İtalya ile Güney İtalya ya da Türkiye’de Marmara ve Ege Bölgesi ile Doğu/Güneydoğu Anadolu Bölgesi arasında gelişmişlik farkı bulunduğu bilinmektedir. Bu farklılığı çok daha küçük birimler arasında da görmek mümkündür. Bir ülkedeki kentler arasında ya da bir kentteki mahalleler ve semtler arasında bile gelişmişlik düzeyinin aynı omadığı görülmektedir. Bölgeler arasındaki ekonomik gelişme farkı; “gelişmiş ülkeler-gelişmekte olan ülkeler” ya da “kalkınmış ülkeler-kalkınmakta olan ülkeler” ayırımı yapılmasına yol açmış; bölgeler arasında var olan gelişme farkını ortadan kaldırmak için çeşitli çözümler üretilmiştir. Batılı ülkeler tarafından üretilen “kalkınma” paradigması, son yüzyıl boyunca büt&uul;n “yoksul ülkelerin” temel politikası olmuştur.

İMF ve Dünya Bankası aracılığıyla “az gelişmiş ülkelerin kalkınması maksadıyla” yoğun devlet borçlandırmalarına gidilmiştir. “Yapısal Uyum Programları” olarak adlandırılan İMF planları sonunda pek çok ülke aldığı borcun faiziyle başa çıkamaz hale gelmiş; kalkınma düşleri ise devam etmiştir...

Batılı ülkelerce yaratılan kalkınma paradigması uyarınca, bölgesel ya da yerel kalkınma kavramının oluşturulması; hükümet dışı özerk kalkınma örgütlerinin kurulması; bölgesel teşvik politikalarının uygulanması vb. yöntemler denenmiştir. ABD’de TVA, Brezilya’da SUDENE, İtalya’da Güney Kalkınma Fonu ve Güney İtalya Kalkınma Ajansı, Fransa’da DATAR, ARD, CADGID ve SEPAC, İspanya’da IFA, IFM, IMADE ve IFR, Singapur’da EDB, Japonya’da HDTFBC, Birleşik Krallık Cumhuriyeti’nde WDA gibi bölgesel kalkınma amaçlı örgütler kurulmuştur.

Türkiye’de ise kalkınma planları cumhuriyet ile yaşıttır. Ulusal düzeyde ilk plan, 1933 yılında hazırlanmış; 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. 1961 ve 82 Anayasalarında ekonomik kalkınmanın ülke çapında uyumlu gelişimini sağlamak için gerekli planları hazırlamanın “devletin görevi” olduğu belirtilmiştir.

Kalkınma Tartışması

Dünya Gazetesi’nin “Ekonomi Politika Bölge Eki” bölümü Kasım 2001 tarihinde, “Tunceli’nin geleceği ekonomik kalkınmadan geçiyor” başlığıyla yayınlandı. (Dünya) Gazete tarafından Dersim’li müteahhit, tüccar, işadamı ve esnaflarla yapılan röportajların sonuç bölümünde “Tunceli’nin kalkınmada öncelikli iller içerisinde özel bir statüye alınması gerektiği” görüşü dile getirilmektedir. Gazetede ekonomik kalkınmanın yolunun “devletin üretimi arttırıcı bir politika izlemesinden geçtiği” ileri sürülmektedir.

Gazetede görüşlerini açıklayan Tunceli Valisi Mustafa Erkal “kontrollü gıda uygulaması bir çok ilde yapılmasına rağmen burada biraz daha katı uygulanmış” dedikten sonra, ilde yaşanan ekonomik alt üst oluşu “geçmişteki hayvan varlığı yaklaşık 1 milyon baş civarında idi ancak ‘90’lı yıllarda bu sayı 200-300 bine geriledi” sözleriyle çarpıcı şekilde dile getirmektedir. İlin ekonomik geriliğini de değerlendiren Erkal, “yapımı devam eden barajların faaliyete geçmesi halinde 2-3 bin kişinin istihdam edileceğini, sadece Mercan Barajı’nın faaliyete geçmesiyle birlikte ilk etapta 500 kişinin istihdam edileceğini” söylemektedir. (Dünya)

Gazetede görüşlerini dile getiren işadamları ve müteahhitler, “teşviklerin arttırılması”, “vergilerin düşük tutulması”, “yatırımcı girişimlere devletin yardımcı olması” gibi belli çözümler önermektedirler. Bölgede silahlı çatışmaların sona ermesinden sonra son birkaç yıldır ekonomik kalkınma amaçlı “şefkat paketleri”nin sıkça açıldığı biliniyor. Dersim’in kalkınması konusunda söz konusu gazete tarafından başlatılan tartışma hükümet yöneticilerinin ve iş çevrelerinin bölgeye yönelik plan ve politikalarıyla bağlantılı görünmektedir.

Dersim, bugün “sanayisi olmayan, hayvancılığı ve tarımı bitmiş bir kent” (Radikal) durumuna gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusu 200-300 bin olan Dersim, bugün yüz binin altında nüfusa sahip virane bir yere dönüşmüştür. Köyleri boşalmış; tarımı ve hayvancılığı çökmüştür. Ekim 2000’de yapılan nüfus sayımının sonuçlarına göre Dersim, “son on yılda nüfusu en çok azalan il” durumundadır. 1990 yılında 133.584 nüfusa sahip olan Dersim’in, 2000’deki nüfusu 93.584’e düşmüştür. Aynı sayımın sonuçlarına göre; Dersim’de nüfus son on yılda %35.58 oranında azalmıştır. Bu rekor düzeyde bir düşüştür. (Radikal) İşte bu tablo, yaşanan yıkımın en çarpıcı ifadesi olduğu kadar; “kalkınma” tartışmalarına da anlam kazandırmaktadır.

Kalkınma rüyası ve sonuçlar

“Kalkınma” kavramı özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaygın bir kullanıma erişmiştir. “Az gelişmiş ülkeler” batılı ülkelere yetişmek için devletin ekonomiye daha fazla müdahalesi yolunu tutmuşlardır. Kalkınma, esasında evrim teorisinin ve ilerleme düşüncesinin tekrarı niteliğinde idi ve iddia olunanın aksine “yeni” değildir. “Sanayileşme”, “batılılaşma” ve “uygarlaşma” söylemine bu kez “kalkınma” eklenmektedir.

Kalkınma kavramı ve ideolojisi batılı ülkelerin bu dönemde geri ve az gelişmiş ülkelere önerdiği bir model durumundadır. Bu model, batının taklit edilmesine dayanmaktadır. Her şeyden önce klasik sömürge sistemi dağılmıştır. Sovyetler Birliği ve sosyalist blok ülkelerinin sömürge halkları için çekim merkezine dönüşmesi ve sosyalist ülkelerde uygulanan “merkezi planlama”nın başarılı sonuçları, batı için kalkınma kavramına özel bir önem verilmesi sonucuna yol açmaktadır. Başta ABD olmak üzere batı, “üçüncü dünya ülkeleri”ni kendi yanına çekmek için bu kavramı yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Bu duruma batı ve doğu arasındaki ekonomik rekabet de eklenince pek çok sömürge ülke kalkınma ideolojisine sarılacaktır. Kalkınma, geri ülkelere ya da “üçüncü dünya”ya, “gelişmiş ülkelere yetişme” hedefiyle birlikte sunulmuştur. BM bünyesinde kalkınma örgütleri ve konferansları gerçekleştirilmiş; bütün ülkeler için bir ve aynı kalkınma oluşturmuştur. Kalkınma programlarının gerçekleşmesi için on binlerce “kalkınma uzmanı” görevlendirilmiş ve bu kişilere milyarlarca dolar ücret ödenmiştir. Kalkınma politikaları, dışta yoğun bir “devlet bor&ccedi;landırması” sonucu savaş sonrasında kazanılan bağımsızlığı aşındırmış; netice olarak yeni bir sömürgeleşme ve derin bir yoksullaşma ortaya çıkmıştır. (Başkaya, s.30)

Kalkınma ideolojisinin içeriğine sosyal, kültürel ve çevresel etkenler dahil edilmeyerek; tek ölçü ekonomik büyümeye endekslenmiştir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak, kişi başına düşen GSMH’yı arttıran kimi askeri rejimler Dünya Bankası tarafından “kalkınmış ülke” statüsüne alınmıştır. Ekonomik büyüme ise ülkelerin kişi başına düşen GSMH’sına indirgenmiştir. Dünya Bankası yıllık raporlarında ülkeler kalkınmışlıklarına göre sıralamaya tabi tutulurken, kişi başına düşen GSMH verileri esas alınmıştır. GSMH’sı arttığı halde pek çok ülkede yoksullaşma; gelir dağılımında uçurumlar; bölgesel dengesizlikler; çevrenin ve doğal hayatın tahribi vs. sonuçlar ortaya çıkmıştır. (Başkaya, s.34)

1970’li yıllara gelindiğinde “kalkınma” kavramı cazibesini yitirmeye başlayacaktır. “Kalkınmakta olan ülkelerin” ekonomilerinde ciddi bir ilerleme olmadığı gibi, iç karartıcı bir tablo ortaya çıkacaktır. Örnek vermek gerekirse; 1960-1978 aralığında İsviçre’de ve Brundi’de kişi başına GSMH artışı eşittir ve % 2.2’dir. 1978’e gelindiğinde Brundi’de kişi başına gelir 140 dolar, İsviçre’de ise 12.000 dolardır. İsviçre’de ortalama kişinin geliri yılda 266.20 dolar artarken Brundi’de kişi başına artış 3.08 doları geçmemektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “kalkınmakta olan ülkeler” olan Üçüncü Dünya Ülkeleri her bir dolar “zenginleştiklerinde”, sanayileşmiş ülkeler 268 dolar zenginleşmiştir. Öte yandan işsizlik ve yoksulluk da artmış; hızlı GSMH artışı sağlayan ülkelerde zenginliğn çok küçük bir azınlığın elinde toplandığı görülmüştür. Ayrıca bu ülkeler korkunç bir borç kıskacına girmiş; alınan borçların faizini bile ödeyemeyen bir ülkeler topluluğu ortaya çıkmıştır. Sadece Latin Amerika’da dış borçlar 1970’ten 1980’e 10 kat artış göstermiştir. Kısacası “kalkınma ideolojisi”, çok değil sadece çeyrek yüzyılda, bekletilerin tam tersine sonuçlar doğurmuştur.

Bu yıllarda kalkınma programının başarısızlığının yavaş yavaş ortaya çıkması üzerine kavramın cilalanması gündeme gelecek; “sürdürülebilir kalkınma” ortaya atılacaktır. Yüzyılın ortalarında ortaya konan vaatlerin gerçekleşmemesi nedeniyle kalkınmanın başına “sürdürülebilir” takısı eklenerek yalnızca kavram kargaşası yaratılacaktır. Kalkınma programlarının başarısızlığı her şeyden önce programın içeriğinden kaynaklanmaktadır. Örnek olarak alınan batı ya da Türkiye’deki biçimiyle söylenirse “muasır medeniyet”, “kalkınmış” ve “müreffeh” duruma başka ülkelerin ve özellikle “üçüncü dünyanın” sömürüsü üzerinden varmıştır. Ayrıca batıda kazanılan klasik, sosyal ve üçüncü kuşak haklar yoğun emekçi mücadelelerinin eseri olmuştur. Kavramn inşa edildiği “batının taklidi” bu bakımlardan gerçekleşebilir değildir.

“Kalkınma” özünde dünyanın egemenlerinin yeni sömürü programının bir biçimidir. Beslenme, barınma, sağlık ve eğitim, insan hakları gibi göstergelerin programın içinde hiçbir zaman yer almamasının sebebi de budur. Program daha başından beri batılı ülkelerin ve üçüncü dünya ülkelerindeki bir avuç zenginin çıkarlarına uygun düşmektedir. (Bu konuda uyarıcı bir örnek: “BM Çevre ve Kalkınma Konseyi” (UNCED) Genel Sekreteri Maurice Strong’un daha önceki görevi Kanada petrol şirketinin genel müdürlüğüdür!) Bu bakımdan toplumun geniş nüfusunun lehine sonuçlar doğurması zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu. 1970’li yıllarda kapitalist sistemin içine yuvarlandığı derin krizin etkisiyle, uygulanan programın pek çok yönü de aşınmış; az sayıda şirket dünya politkasında söz sahibi hale gelmiştir. Bir başka etken de “globalleşme”dir ve kalkınma programında aleyhte bir gelişmeye de o yol açacaktır. Böylece özellikle 1980’lerden sonra, kalkınma sürecindeki kimi iyileştirici önlemler de geri alınmış; tarımsal destekleme kredileri, sübvansiyonlar, kamu yatırımları ve sosyal güvenlik tedbirleri iptal edilmiştir. Aynı süreç farklı biçimlerde batılı “refah ülkeleri”nde de yaşanmıştır Böylece dünya çapında sefalet artmış; eşitsizlik ve çelişkiler sertleşmiştir. Bugün gelinen yerde, yeryüzünün en zengin kişisinin serveti 49 ülkenin milli gelirine eşit; 1.2 milyar insan günde 1 doların altında bir gelirle yaşamaya mahkum; bu kişiler temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz halde; yeryüzünde 100 milyon çocuk başını sokacak bir eve bile sahip değil; her gün 30 bin çocuk tedavi edilebilir hastalıkladan ölüyor durumdadır. (Cumhuriyet)

Kalkınma sürecinin yarattığı ekonomik çöküşe doğal çevrenin gittikçe artan bozulması ve tahribatı eşlik etmektedir. Azami kar için üretim esasına dayanan mevcut ekonomik sistem çevre ve doğal yaşamı hızla tahrip etmektedir. Küresel ısınma bütün ülkeleri tehdit eden somut bir olgu durumuna gelmiştir. “Kalkınmış ülkeler”in örgütü durumunda olan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) özellikle üçüncü dünya ülkelerini tehdit eden küresel ısınma sorununa karşı kayıtsız bir politika izlemekte ve “küreselleşme karşıtları”nın itirazlarına hedef olmaktadır. İklim değişikliği, türlerin azalması, buzulların erimesi, kuraklık, ada ülkelerinin sular altında kalma riskinin artması, canlıların doğal yaşama ortamlarının azalması, bulaşıcı hastalıklar vb. önemli ölümcül sonuçlrı olan küresel ısınmaya atmosfere aşırı sera gazı yayan enerji şirketleri neden olmaktadır. Sera gazının atmosfere yayılımından en fazla sorumluluğu olan ABD’nin devlet başkanı Bush “ekonomik çıkarlarımız herşeyden önce gelir” diyerek küresel ısınmaya karşı alınan önlemlere karşı çıkmıştır. Zengin ülkeler kalkınmakta olan ülkeleri “çöp deposu” ya da “atık deposu” olarak görmektedirler. Dünya Bankası #147;başdanışmanlarından” Lawrence Summers, 12 Aralık 1991’de hazırladığı bir raporda, çevre sorunun çözümü için “zehirli atıkların azgelişmiş ülkelere gönderilmesinin bir günahı yoktur” demiştir. Böylece “azgelişmiş ülkeler” için hazırlanan “kalkınma programının” içeriği çok açık şekilde itiraf edilmiştir.

Söz konusu yaklaşım zengin ülkelerin genel bir yaklaşımı durumundadır. Japonya ciddi bir ekolojik krizle karşı karşıya olduğunu anladığında çevreye zarar veren sanayisini Güney Doğu Asya ülkelerine kaydırmıştır. Zengin ülkeler yarattığı tehlikeler ortaya çıktığında nükleer enerji sistemlerini üçüncü dünya ülkelerine ihraç etmişlerdir. İsveç ve Almanya nükleer santral projelerini askıya almış; Avusturya, Danimarka, İtalya ve İspanya hiçbir şekilde bu projeye yaklaşmamıştır. Ne var ki, bu projelerin geri ve kalkınmakta olan ülkelere kaydırılmasında herhangi bir sakınca görülmemiştir.

Türkiye

Türkiye’de 1940’lardan sonra yoğun şekilde gündeme gelen kalkınma kavramı hep “büyüleyici” bir anlama sahip olmuştur. “Türk Kalkınma Bankası”, “Türk-Alman Kalkınma İşbirliği”, “Erzincan Kalkınma Vakfı”, “Tunceli Kültür, Dayanışma, Kalkınma Derneği”, “Adalet ve Kalkınma Partisi” vb örnekler kavramın etkisini göstermektedir.

İktidara gelen sol ya da sağ hükümetler IMF ve Dünya Bankası’nın emirlerini resmi politikaya dönüştürmüş; “batılılaşma” ve “uygarlaşma” söylemi kapıkulluğunu gizlemeye hizmet etmiştir. On yıllar boyunca, kalkınma politikalarına “AB’ye girmek” propagandası eşlik etmiş; Avrupa Birliği üyeliği hedefi, zenginlik, sanayileşme, bolluk ve bunların toplamı olan kalkınma ile özdeş sayılmıştır.

Ne var ki aradan geçen yarım yüzyılda, yürütülen propagandanın tersine sonuçlar ortaya çıkmıştır. Dış borçların faizi bile ödenememiş; işsizlik çığ gibi artmış; bölgeler arası eşitsizlik ve gelişme farkı büyümüş; sefalet yaygınlaşmıştır. Bir avuç asalak ise her geçen gün daha da zenginleşmiştir. Türkiye kalkınmak ve zenginleşmek bir yana; tam tersine yoksullaşmıştır. Gelinen aşamada, kişi başına 1 dolarlık gelir esas alınarak yapılan hesaplamaya göre Türkiye halkının yüzde 15’i; 1.5 dolarlık esas alınarak yapılan hesaplamaya göre yüzde 38’i yoksul duruma gelmiştir. Bu 67 milyon nüfuslu Türkiye’de 25 milyon kişinin yoksul olduğu anlamına gelmektedir. (Radikal)

“Kalkınma”, “batılılaşma”, “kentleşme” vs. sloganlarla ifade edilen sürecin başka bir sonucu ise tarihi, kültürel ve çevresel değerlerin artan tahribatı olmuştur. “Kentleşme” ve “kalkınma” adına Anadolu’nun binlerce yıllık tarihi mirası yağmalanmış ve yok edilmiştir. Özellikle 1980’lerden sonra, rant ve çarpık kentleşme uğruna pek çok tarihi değer yitirilmiştir.

Türkiye’de yönetici sınıflar kısa vadeli çıkarlar temelinde enerji üretimini arttırma adına baraj yapımına hız vermiştir. Bu yüzden kimi politikacılardan “barajlar kralı” olarak övgüyle söz edilmektedir. Bugüne kadar irili ufaklı 1135 adet baraj yapılmıştır. 135 adet barajın inşaatı ise hala sürmektedir. 47 barajın projesi tamamlanmış; 47’sinin ise proje çalışmaları devam etmektedir. Halihazırda 485 adet Hidro Elektrik Santral Projesi’nin geliştirilmesi planlanmış durumdadır. Devletin suya yaklaşımı enerji üretimi ve diğer parasal çıkarlara dayalı olmaktan öteye gitmemektedir. (Cano, s.2) Siyasal iktidarın çevre, kültür ve doğal mirası görmezden gelen anlayışı sonucu pek çok tarihi eser sular altında kalmıştır. Keban, Karakaya ve Atatürk barajları yüzlerce yıllık tarihi höyüğün yok olmasına sebep olmuştur. Aydın’daki Çine &Cedil;ayı üzerindeki Romalılar’dan kalma Gelin Geçmez Köprüsü Çine Barajı’na kurban verilmiştir. Antik Zeugma kenti Birecik Barajı’nın kurbanı olmuş; binlerce yıllık uygarlığın izlerini taşıyan antik Hasankeyf ise hüzünle sırasını beklemektedir. (Radikal)

Kısa bir süre evvel Ecyad Kalesi’ni yıkan Suudi yönetimine tepki gösteren Türkiye, kendi topraklarındaki binlerce yıllık mirası hoyratça yok etmektedir. Kısa vadeli rant ve yağmaya dayalı resmi politikalar tarihsel dokuyu mahvetmiştir. Antalya’da Side antik kenti turizme kurban verilmiş; kentin birçok tarihi kalıntısı üzerinde turistik tesis ve evler kurulmuştur. Çanakkale’deki tarihi “aynalı çarşı” yetkililerin tutumu sonucu kimliğini yitirmiştir. Denizli Bünyan’da geleneksel dokumacılığın yapıldığı evler “kârlı olmadığı” gerekçesiyle yıkılmış; kentin tarihsel dokusu bitirilmiştir. İçel’de 9 bin yıllık geçmişi bulunan tarihi Yumuktepe höyüğü ve çevresi işgal altına alınmış; tarihi Azakhan restorasyon bahanesiyle yıkılarak otopark yapılmıştır. İstanbul’da Osmanlı mimarisinin özgün örneklerini sergilyen Boğaziçi Yalıları yokedilmiş; tarihi Fikirtepe tümülüsü apartmanların işgali altında boğulmuştur. Süleymaniye, Zeyrek, Galata evleri yok olmuş; Dolmabahçe Sarayının bahçesi işgal altında tutulmakta; Roma ve Bizans eserleri inşaat nedeniyle tahrip edilmiştir. İzmir’de “tarihi simge” Kadifekale kaçak yapılaşmanın kuşatması altında ezilmiş; Kocaeli’de antik Nicomedia kentinin bir bölümü TEM otoyolunun kurbnı olmuştur. Konya’da Selçukluları yansıtan tarihi doku yok edilmiş; Manisa’da tarihi Kula Evleri yıpranmıştır. Muğla Sarıgerme’de bulunan Pisilis kenti üzerine hotel yapılmış; Bodrum antik tiyatrosu için hiçbir kurtarma çalışması yürütülmemektedir.

Sivas’ta UNESCO’nun da “Dünya Tarihi Mirası” listesindeki Divriği Ulu Camii ve külliyesi yıkılmanın eşiğine gelmiş; Selçuklu’nun ünlü Gök Medresesi tahrip olmuştur. Trabzon Kalesi yola kurban edilmiş; Sürmene yakınlarındaki Kastel Konağı yıkılmıştır. Özetlemek gerekirse; Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de “kalkınma süreci” ekonomik anlamda tam bir çöküşle sonuçlandığı gibi ülkenin tarihsel, çevresel ve kültürel dokusu da “kalkınma”, “küreselleşme”, “kentleşme” vs adına tahrip edilmiş ve yağmalanmıştır.

(Devam edecek...)