ARSIVANA SAYFA
 
03 Mart '01
SAYI: 09
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Saldırıya karşı işçi-emekçi barikatı!..
Birleşik örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
Krizin faturasını sahiplerine ödetelim!
Sermayenin istikrar programı çöktü! Altında kim kalacak?
Asker yoksullukla neden ilgilenir?
Kula Mensucat işçileri direnişte!
Sümerbank işçilerinden coşkulu ve kararlı eylem
Kamu emekçileri hareketi
8 Mart özgürlük ve eşitlik için mücadele çağrısıdır!
Kadınların kurtuluşu kadın ve erkek işçilerin ortak eseri olacaktır!..
Yakılmak istenen gelecek özlemidir
Sosyalizm ve kadın sorunu
Dünyada güncel durum/3
Clara Zetkin'in anısına/N. Krupskaya
Gençlik
Kurtköy'de emekçilerin yaşamı üzerinden kirli rant oyunları
Diyarbakır üzerinden oynanan oyunlar
Günün yurtseverlik görevi ve sorumluluğu/ PKK-DÇS
Burdur davası: Mahkeme devletin yargılandığı bir kürsüye dönüştürüldü
Ölüm Orucu Direnişi'nin gücüyle hücreleri yıkacağız!
Direnişçilerin kaleminden
Atılcan Saday'ın annesinden "İnsan'lara Mektup"
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Dünyada güncel durum/3

Sosyal yıkımın küresel anlamı

H. Fırat
(7 Ocak ‘01 tarihli bir konferansın kayıtlarıdır...)

“Yoksulluğun küreselleşmesi”

Kutuplaşmanın tek tek ülkeler bünyesinde olduğu kadar, dünya ölçüsünde de, yani emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasında, bu arada belirli kıtalar ya da bölgeler arasında aynı keskinlikte yaşandığını güncel veriler tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Buna daha önce çarpıcı bazı örnekler vermiştim. Dünya nüfusunun en zengin %20’lik dilimi ile en yoksul %20’lik dilimi arasındaki gelir farkı uçurumunun, 1960 ile 1990 arasındaki otuz yıl içinde 30’a 1’den 60’a 1’e çıkması ve bunun şimdilerde, yani son on yılın ardından 82’de 1’e ulaşması, kutuplaşmanın yakın dönemde ulaştığı korkunç hızı göstermektedir.

Kapitalist dünya ekonomisini tek bir bütün olarak düşünürseniz eğer, bu ekonomik eksenin bir yanda muazzam bir servet ve öte yanda ise mutlak ya da nispi yoksulluk ürettiğini bu rakamlar üzerinden tüm açıklığı ile görebilirsiniz. Bunların resmi veriler, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ya da Dünya Bankası’na ait veriler olduğuna da özellikle dikkat edilmelidir. Öte yandan, küreselleşmenin nimetleri üzerine pompalanan gerçek dışı hayallerin aksine, tüm ciddi araştırmalar, kapitalist küreselleşme sürecindeki her yeni ilerlemenin emperyalist ülkeler ile bağımlı ülkeler arasındaki farklılıkları daha da artırdığını, gelişme eğiliminin şaşmaz biçimde böyle olduğunu, ortak bir görüş olarak saptamaktadırlar.

Servet ve sefalet kutuplaşması, yani kapitalizmin kendi gelişme süreci içinde bir tarafta servet, öte tarafta mutlak ya da nispi yoksulluk ürettiği temel düşüncesi, Marks’ın teorisinin temel taşlarından biridir. Bugün yalnızca tek tek toplumlar bünyesinde değil, fakat dünya sahnesindeki ilişkiler bütünü içinde de bu temel düşüncenin apaçık bir doğrulanması ile karşı karşıyayız. Bu öylesine açık ve çarpıcı bir olgudur ki, artık konuya ilişkin inceleme ve araştırmalara başlık bile olabilmektedir. Fransa’da resmi çevrelerle de bağlantılı bir iktisat profesörü (Daniel Cohen) yakın zamanda kaleme aldığı kitabına, “Dünyanın Zenginliği, Ulusların Fakirliği” ismini koymuş. Bu gerçekten çarpıcı bir isimlendirmedir ve sorunu tüm açıklığı ile özetlemektedir. Burada, bu isimlendirmede, liberalizmin babası Adam Smith’in ünlü eseri “Ulusların Zenginliği”ne ince bir dokundurma da amaçlanıyor olmalıdır. Evet, dünyamız sürekli zenginleşirken, dünya nüfusunun ezici bir bölümü buna paralel olarak mutlak ya da nispi olarak yoksullaşmaktadır. İnsanlığın dörtte biri mutlak yoksulluk içinde yaşamakta, bazı bölgeler ya da ülkeler açlıktan, yoksulluktan ya da hastalıktan kırılmaktadır.

Bir başka iktisat profesörü, ilerici bir bilim adamı olan Kanadalı Michael Chossudovsky, çok değerli bilgiler ve veriler içeren kitabına “Yoksulluğun Küreselleşmesi” adını uygun görmüş. Üretim tekniği ve emek üretkenliği alanlarındaki muazzam gelişmelere, bunun yarattığı dev üretim kapasitesine ve böylece yaratılan muazzam zenginliğe rağmen bugün “yoksulluğun küreselleşmesi”, küreselleşmiş dünyanın ya da emperyalist küreselleşmenin en temel gerçeğidir ve Marks’ın kutuplaşma teorisinin dünya ölçeğindeki çarpıcı bir doğrulanmasıdır.

Zenginleşen dünyada küreselleşen yoksulluk! Bu, günümüz dünyasının, aynı anlama gelmek üzere emperyalist küreselleşmenin özü ve özetidir.

Temelleri revizyonist Bernstein tarafından atılan sosyal-demokrat ihanetin temel tezlerinden biri, tam da Marks’ın bu düşüncesinin, yani kutuplaşma teorisinin, kapitalizmin yeni aşamasıyla birlikte artık geçerliliğini yitirdiği iddiasıydı. Onlara göre, kapitalist gelişme süreci kutuplaşmayı azaltıyor, çelişkileri ve dolayısıyla çatışmayı yumuşatıyordu. Tam da, Marks’ın yükselttiği bayrak altında birleşen uluslararası işçi sınıfı hareketinin bazı ülkelerde elde ettiği iktisadi ve sosyal kazanımlar, bu kazanımların sözkonusu ülkeler işçi sınıfının yaşamında düne göre yarattığı nispi düzelme, bu revizyonist teoriye dayanak olarak kullanılıyordu.

Gerçekte ise, bunun iddia edildiği özel dönemde de kutuplaşma süreci aynen işliyordu. Sadece, artan zenginlikten işçi sınıfının zorlu mücadelelerle aldığı payda belli bir artış, yaşam koşullarında düne göre bir parça iyileşme sözkonusuydu. Sorun bundan ibaretti, fakat bunun ileri sürülen iddiaya dayanak olacak bir yanı yoktu. Zira servetin, yani sermayenin artış oranıyla kıyaslama içinde ele alındığında, işçi sınıfının ücretlerinde ve yaşam koşullarında düne göre yaşanan iyileşmeler, hiç de nispi bir yoksullaşmaya, dolayısıyla kapitalizmin doğasında var olan kutuplaşma sürecinin genel bir eğilim olarak işlemesine engel değil. Emek üretkenliğinin de etkisiyle hızla artan zenginlikten işçi sınıfı bir birim pay alırken sermayenin örneğin iki birim pay alması, ücrette düne göre yaşanan mutlak artışın pekala nispi bir azalma ile elele gittiğinin basit bir matematiksel göstergesidir. Ve böyle işleyen bir süreç, zaman içinde, sermaye ile emek arasındaki gelir uçurumunu bir eğilim olarak hep derinleştirir.

Sosyal kutuplaşma ve sosyal çatışma

Bağımlı ülkelerde gelir farklılığı ya da dağılım uçurumunun yer yer korkunç boyutlara ulaştığını biliyoruz. Türkiye bunun tipik bir örneğidir. Son verilere göre, dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu beş ülkeden biridir ülkemiz. Burjuva basınında yakın zamanlarda “iki Türkiye” üzerine sürdürelen tartışmaları hatırlarsınız; bu, kutuplaşmanın ulaştığı korkunç düzeyin, bunun beslediği kaygıların ürünü bir tartışmaydı. Korkusu ya da kaygısı duyulanın ne olduğunu biliyoruz; bu denli bir sosyal kutuplaşmanın sosyal çatışmayı azdıracağı, giderek sosyal patlamalara yolaçacağından korkuluyor. Burjuvazinin bazı temsilcileri bile zaman zaman bu türden kaygıları açıkça dile getirmekten kendilerini alamıyorlar.

Dünkü bir gazetede okudum, Ankara Ticaret Odası Başkanı, yılbaşı gecesi The Marmara Oteli’nin taşlanmasını “sosyal patlama kıvılcımı” olarak niteliyor. Pek de haksız sayılmaz. Her ne kadar bu türden lafların gerisinde kendi hesapları doğrultusunda hükümete basınç uygulamak niyeti varsa da, söyledikleri yine de gerçeği yansıtıyor. Bugün bir konuşmada bahsi geçti, bir yoldaş, “taşlayanlar hep MHP’lilermiş” diyordu. Ben de diyorum ki, tam da MHP’liler olduğu için bu olay çok daha dikkate değerdir.

MHP’nin şovenizmle, sosyal demagojiyle, başka bazı temalarla aldattığı yoksul yığınlar, kendiliğinden bir biçimde burjuva zenginliğinin simgesi olan bir yeri, servetin dolayısıyla da sefahatin simgesi olan bir yeri taşa tutuyorlar. Bu küçümsenir bir olay olabilir mi? Bu, faşistlerin ya da dinsel gericiliğin, şovenizm ve dini duygularla olduğu kadar sosyal demagojiyle de aldattıkları yoksul kitleleleri dizginlemekte bundan böyle daha çok zorlanacaklarının bir göstergesi değil midir? Tam da MHP ideolojisiyle zehirlenmiş emekçilerin kendiliğinden servete ve burjuva sefahatine gösterdiği bu tepki, Türkiye’deki sosyal çelişkilerin nasıl da keskinleştiğini, sosyal duyarlılıkların nasıl da arttığını göstermiyor mu? Şovenizmin ya da dinsel taasubun tuzağına düşerek kurulu düzene destek verenler, kendiliğinden bir biçimde, kendi sefil yaşamlarıyla zenginlerin sefahati arasındaki uçurumu görüyorlar ve buna karşı kendiliğinden bir tepki ortaya koyuyorlar. Önemli olan nokta budur, yoksa taş atanların mevcut siyasal eğilimi değil.

İşte size sosyal kutuplaşma ve sonuçları! İşte size Marks’ın teorisinin temel tezlerinden biri! İşte size Partimizin programının kapitalizme ilişkin bölümünde dile getirilen temel bir olgunun gözlerimizin önünde nasıl yaşandığı gerçeği!

Kıtalar ya da ülkeler çapında sosyal yıkım

Kutuplaşma ya da uçurum, aynı zamanda belli kıtalar ya da bölgeler arasında da yaşanmaktadır. Bugün dünyanın bazı bölgeleri iktisadi bakımdan çölleşiyor. Afrika buna bir örnek; dışlanmış, gitgide uluslararası iktisadi yaşamın dışına itilmiş bir bölge sayılıyor, bazı araştırmacılarca. Sömürgecilik ve yakın dönemde yeni-sömürgecilik yoluyla bu kıtanın yeraltı kaynakları yağmalanıp talan edildi. Yakın dönemde İMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla, bazı ülkelerde başta tarım olmak üzere geleneksel üretim kolları çökertildi. Bunun yerini ise hiç de modern üretim tekniği ve kolları değil, fakat açlık, işsizlik, yoksulluk, bakımsızlık ve tüm bunların yolaçtığı kitlesel ölümler aldı. Somali gibi ülkelerde geleneksel ilişkilerin hakimiyeti altında insanlar hiç değilse geçinebiliyor, açlıktan ölmüyorlardı. Afrika’da bugünkü türden bir açlık ve kıtlık, bunun yolaçtığı kitlesel ölümler dün yoktu. Şimdi var, üstelik yaygın olarak.

Somali’ye özel askeri operasyonlar eşliğinde güya “insani yardım” yapıyorlar. Ama Somali’nin tarım ve hayvancılığı zamanında tam da İMF politikalarıyla çökertilmiştir. Bunu daha önce sözünü ettiğim Kanadalı bilim adamı, ismini andığım kitabında bütün açıklığı ve ayrıtılarıyla ortaya koyuyor. “Yoksulluğun Küreselleşmesi” kitabını okuyunuz, Somali’nin tarımının emperyalist dayatmalarla nasıl yıkıma uğratıldığını ve açlığın, yoksulluğun, kıtlığın İMF politikalarıyla nasıl adım adım yaratıldığını somut kanıtlarıyla göreceksiniz. Yalnız Somali de değil, Afrika’nın ve dünyanın birçok başka ülkesi üzerinden tüm bunlar, somut ve çarpıcı verileri eşliğinde, bir bilim adamının titiz ve kapsamlı çalışması sayesinde ortaya konulmuş sözkonusu incelemede.

Demirel uzun yıllar boyunca Türkiye’nin kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri olduğunu vurgulamayı pek severdi. Ama şimdi bu alanda hızla büyüyor sorunlar. Türkiye artık başta et olmak üzere birçok besin maddesini ithal ediyor. Yakın döneme kadar Türkiye dünyanın en büyük pamuk ihracatçılarından biriydi, şimdi dışardan pamuk ithal ediyor. Bugünün Türkiye’sinde yiyecek kıtlığı çekilebiliyor ya da aynı nedenle fiyatlar aşırı artabiliyor.

Şimdi uygulanmakta olan yeni yıkım politikalarıyla bunun ilerde nereye varacağı ise ayrı bir sorun. Emperyalizm, İMF ya da Dünya Bankası aracılığıyla kendi politikalarını dayatırken, elbette bizim toplumumuzun ihtiyaçlarına değil, fakat kendi sömürüsüne, aşırı kârına, bunun uzun vadeli olarak güvencelenmesine bakıyor. O kendi aşırı meta yığılmasına pazar açmaya bakıyor, o modern üretim teknikleriyle devasa boyutlarda üretilen hububatının ve öteki besin maddelerinin uygun koşullarda bizim gibi ülkelere nasıl pazarlanacağına bakıyor. O kendi sermaye fazlasını en kârlı koşullarda sana nasıl borç olarak vereceğine ve sonra da bunu en iyi koşullarda nasıl tahsil edeceğine, bu tahsilatın nasıl güvence altına alınacağına bakıyor, vb.

Bilim ve teknoloji üzerinde kapitalist tekel

Emperyalist kapitalizm insanlığı yalnızca toplumlar bünyesinde değil, yalnızca emperyalist ve bağımlı ülkeler olarak da değil, yanısıra aşırı gelişmiş bölgeler ve giderek çölleşen, modern üretimin dışına itilen bölgeler olarak da bölüyor, dedim. Bugün Avrupa ile Afrika, birbirinden adeta çağlarla ayrılan iki ayrı dünya gibidir ve bu dünyanın küçüldüğü, küreselleşme üzerine bir sürü sözün edildiği bir sırada böyledir.

Küreselleşmiş dünyada teknolojinin harikaları ve insanlığa hizmeti üzerine kulakları sağır eden bir propaganda var. Peki ama, acaba insanlığın kaçta kaçı bunun ne kadarından ve ne ölçüde yararlanıyor? Teknolojinin harikaları Avrupa’da, ABD’de ya da Japonya’da gündelik yaşamın muhakkak ki bir parçası. İyi ama bu ülkelerin toplam nüfusu insanlığın kaçta kaçını oluşturuyor acaba? Teknoloji tekeli ve teknolojinin imkanlarından kimin nasıl ve ne kadar yararlandığına dair önümde bir günlük gazete haberi var, oradan okuyorum:

“Harward Üniversitesi öğretim üyelerinden ve Uluslararası Kalkınma Merkezi Başkanı Jeffrey Sachs, The Economist dergisinde yayımlanan araştırmasında, günümüzde teknolojik gelişmelerin dünya nüfusunun sadece yüzde 15'ini oluşturan ülkelerde gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını kapsayan ikinci dilimde, bu teknolojik gelişmeleri üretim ve tüketime yansıtarak kullanabilen ülkeler yer alıyor. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturan son dilim ise teknoloji ile bağlantısı iyice kopmuş ülkeleri içeriyor. Bu ülkeler ne teknoloji üretimine katkıda bulunabiliyor ne de dışarıdan alınan teknolojiye uyum sağlayabiliyor.” (Cumhuriyet/26 Haziran ‘00)

Dünyada daha telefonu bile bilmeyen/kullanmayan bir milyarı aşkın insan olduğu söyleniyor. Geçtik bundan, 880 milyon insan okuma-yazma bile bilmiyor, değil ki teknolojinin ve uygarlığın nimetlerinden yararlanıyor olsun. Dünyaya emperyalistler hükmediyor ve dolayısıyla yaşanan durumun ve sorunların dolaysız sorumluluğunu taşıyorlar. Dünya kapitalizminin övündüğü başarısının gerçekte ne olduğunu anlamak için, insanlığın bugün hangi sorunlarla yüzyüze olduğuna bakmak ve bunu 6 milyar insanın bugünü ve geleceği üzerinden, insanlığın ezici bölümünün kaderi üzerinden ele almak gerekir.

Dünyada üretilen zenginliklerin %85’ini dünya nüfusunun %10’unu bile oluşturmayan zengin emperyalist ülkeler kendi tekellerinde tutuyorlar. İnsanlığın büyük bir bölümü açlık, yoksulluk, işsizlik içindeyken, açlıktan ve bakımsızlıktan tükeniyorken, dünya nüfusunun çok küçük bir azınlığını barındıran ülkelerde, yani kapitalizmin metropollerinde büyük bir zenginlik birikimi ve bunun getirdiği nimetler var. Peki toplam olarak insanlığın kaderi ne olacak? O 6 milyarın 5.5 milyarı ne olacak? Bu 5.5 milyar insan, insanlığın ezici bölümü...

Ulaşılan teknoloji yaygınlaştırılmıyor, bunun nimetleri insanlığa serbestçe sunulmuyor. Neden peki? Nedeni emperyalist-kapitalist dünya düzeninin temel karakterinden geliyor. Bu dünyada herşey kapitalist aşırı kârın gerekleri ve güvencelenmesi üzerinden yürüyor. Bu nedenledir ki, zenginliklerin ve teknolojik nimetlerin insanlığa sunulması bir yana, kârın ve çıkarın gerektirdiği her durumda insanlığın tahribi için kullanılır bunlar. Afrika’nın ya da Latin Amerika’nın iktisadi-sosyal yıkımından ülkeleri, bölgeleri, gerektiği durumlarda ise tüm dünyayı savaş alevleri içinde bırakmaya kadar bu böyle. Afrika’da ve Asya’da yüzmilyonlarca insan açlıktan ve hastalıktan kırılırken dünyada silahlanmaya yıllık 800 milyar dolarlık bir harcama yapılıyor. Birkaç emperyalist ülke bu kârlı pazarın %90’ını kendi tekelinde tutuyor.

Biraz önceki soruya dönüyorum. Bilim ve teknolojinin nimetleri neden insanlığın büyük çoğunluğuna sunulmuyor? Yanıt basit. Çünkü bu bilim ve teknoloji üzerinde kapitalist mülkiyet tekeli var. Partimizin programının teorik bölümünün “Emperyalizm”e ayrılmış III. alt bölümünde, tam da buna işaret ediliyor ve bu konuda şunlar söyleniyor:

“Emperyalizm çürüyen ve asalak kapitalizmdir. Emperyalist tekeller, azami kârın gerektirdiği her durumda teknik gelişmeyi sınırlayarak ya da yıkıcı alanlarda kullanarak, üretici güçlerin özgürce gelişmesini engellerler. Bilim ve teknikteki muazzam gelişmelere rağmen, sermaye tekeli, bunun sonuçlarının insanlığın büyük çoğunluğu yararına kullanılmasına engeldir. Açlık, hastalık ve bakımsızlıktan yüzmilyonlarca insanın perişan olması ve kitlesel ölümler, sistemdeki aşırı çürümenin trajik yansımalarıdır... ” (TKİP Programı, Emperyalizm ve Dünya Devrim Süreci, I. Bölüm /21. madde, s.22-23)

Dünyanın bugün ulaştığı teknolojik düzey ve dolayısıyla onun iktisadi, sosyal ve kültürel nimetleri dünya için genelleştirilebilir. Ama sermaye tekeli buna engel, çünkü sermayenin mantığında, eğer aşırı kâr varsa yatırım yapmak ya da teknolojiyi götürmek vardır. Bu yoksa eğer, onu kıskançlıkla kendi elinde tutmak, kullanımını sınırlamak ya da daha da kötüsü yıkıcı alanlara yöneltmek, yine kapitalizmin doğası gereğidir. Harward Üniversitesi CİA’ye düşünen kafalar ve uzmanlar üretir. Böyle bir üniversitenin en saygın öğretim üyelerinden birinin yaptığı araştırma, teknolojik gelişmelerin insanlığın yalnızca %15’ini oluşturan ülkelerin tekelinde olduğunu söylüyor.

Parti programımızda bu temel gerçeklik demin okuduğum sade cümlelerle olduğu gibi dile getiriliyor. Çünkü bu kapitalizmi özüyle ilgili bir durum, bir veri. Ben, çok derinliğine bir gerçekliği başarıyla yakalayıp ifade etmişiz demek istemiyorum. Hayır, tümüyle başka bir şey söylüyorum; Partimizin programında soyut teorik gerçekler olarak ifade edilen bütün temel yasallıkların gerçek hayattaki karşılığı ile her an yüzyüze bulunduğumuzu, günlük bir gelişmenin ya da sıradan bir gazete haberinin pekala buna tanıklık edebileceğini vurgulamak istiyorum. Birazcık dikkatle baktığımızda, bunu bütün açıklığıyla görebilir ve programımızın temel hükümleriyle zorlanmaksızın gerekli bağlantısını kurabiliriz demek istiyorum.

Tarımsal yıkım ne anlama gelir?

Bakıyorsunuz, Batı Avrupa’da 300-400 yüzyıl önce, kapitalizmin gelişme sürecinin o başlangıç evresinde yaşanmaya başlanmış ve çoktan tarih olmuş bir süreç, yani kırsal üreticilerin ve kentsel zanaatçıların yıkımı, bugün dünya çapında uygulanan emperyalist politikaların sonuçları içinde kendini gösteriyor. Aynı dinamiklerin ürünü olmasa da, yapıcı yönden benzer sonuçlar üretmese de, yıkıcı yönden yaşanan özünde aynı süreçtir. Dünyanın geri ve bağımlı toplumlarında halen yaşanıyor ve bu yıkım süreci şimdilerde şiddetlenerek sürüyor.

Türkiye’ye bakıyoruz, son 50 yıl içersinde, özellikle ‘60’larla birlikte alabildiğine hızlanmış bir süreçtir bu ve Dünya Bankası ile İMF’nin şimdiki ağır dayatmalarının sonucu olarak yeni boyutlar kazanmaktadır. Ve bu türden dayatmaların bir sonucu olarak, yaşanmakta olan son derece sağlıksız, yıkıcı bir tasfiye sürecidir. Batı Avrupa’da kapitalizm bu süreci yüzyıllara yayarak yaşadı. Kırsal alandan mülksüzleştirdiği emekçileri kentlere sürerken, bu gelişmeye eşlik eden sanayi sayesinde de onları modern proleterler olarak yeni üretim ilişkileri içine çekiyordu. Mülksüzleşmiş yığınlar ücretli proleterlere dönüşüyorlar, kent sanayiinde iyi kötü iş buluyorlardı. Oysa güncel yıkımda tarımın çöküşüne, kırsal üreticilerin tasfiyesine kent sanayisindeki gerilemeler, istihdam daralmaları eşlik ediyor. Yıkıma uğratılan kırsal emekçi ve kent zanaatçısı kitlesi büyük bölümüyle işsiz, iktisaden marjinal bir kitleye dönüşüyor.

Şu sıralar sık sık ülke tarımı yıkıma uğratılıyor diyoruz. Bu, kapitalist gelişmenin olağan etkisi altında geleneksel ilişkilerin çözülmesinden, bu çözülmenin bir parçası olarak da geleneksel kırsal emekçilerin tasfiyesinden farklı bir şeydir. Tarımda geleneksel ilişkilerin çözülmesi, yerini modern sınıfsal ilişkilere ve üretim tekniklerine bırakması, normalde tarihsel ölçülerle kaçınılmaz bir ilerici gelişmedir. Bu, geniş köylü kitlelerinin sosyal yıkımı pahasına böyledir.

Ama bugünkü gelişme bununla aynı şey değildir. Nitekim bundan dolayıdır ki, biz salt köylülüğün sosyal yıkmından değil, onu da kapsayan fakat ondan öte bir şey olan tarımın yıkımında sözediyoruz. Somali örneğini bunun için verdim. Somali tarımını bir dönem yıkmış, kendi tarımsal üretim fazlasının pazarı haline getirmiş. Somali pazarına başlangıçta ucuz fiyatla, hatta hibe olarak sürdüğü hububutla, yerli tarımsal üretimi yıkıma uğratmıştır. Yani Somali örneğinde, tarımın geleneksel ilişkileri modern ilişkiler pahasına yıkılmış, tasfiye olmuş değil; olan daha farklı bir şey, tarımın kendisi yerine yeni, daha ileri bir şey konulmaksızın yıkıma uğratılmış.

Yineliyorum, kapitalist gelişmenin olağan bir sonucu olarak kırsal üreticinin iflası, tarımı çökertme anlamına gelmez; tam tersine, bu tarımsal üretici güçlerin gelişmesinin getirdiği kaçınılmaz ve iktisadi açıdan ilerici bir tarihsel gelişmedir. Çözülen ve çöken kırsal üreticidir, ama ne olur, topraklar daha ileri teknoloji ve sermaye birikimi sayesinde tarım kapitalistlerinin eline geçer. Yani köylüler sosyal yıkıma uğrayıp, mülksüzleşmiş proleterler olarak kentlere sürülürken, onların bıraktığı ortamda kapitalist tarım ilişkileri yerleşir ve daha ileri bir teknolojiyle, daha gelişmiş yöntemlerle daha çok tarımsal üretim gerçekleşir.

Ama bugün yaşanan bu olmuyor, yaşanan şey kelimenin tüm negatif anlamıyla bir yıkım, kırsal emekçilerle birlikte tarımsal üretimin kendisinin de yıkımı oluyor. Karşılığı olmayan, kendinde daha ileri bir gelişmeye hizmet etmeyen bir yıkım oluyor. Sorun tarımda modern kapitalist ilişkilerin, yani gelişmekte olan modern tekniğin, traktörün, daha ileri tarımsal üretim yöntemlerinin ilkel tarımsal işletmeyi ve onunla birlikte küçük köylüyü yıkıma sürüklemesi değil. Yaşanan bu olsaydı, biz bunun yıkıcı sosyal sonuçlarıyla, kırsal üreticilere ödettiği fatura ve çektirdiği acılarla yakından ilgilenmekle birlikte, iktisadi olarak yaşananı yine de olağan karşılardık. Köylülük için yarattığı sosyal yıkıma, sosyal acılara gene sahip çıkardık, ama bu tarihsel olarak da kaçınılmaz bir şeydir, kapitalizmin sınırları içinde bunu engellemenin bir yolu yoktur derdik. Ama halihazırda yaşanan bu değil.

Emperyalizmin Dünya Bankası, Dü

nya Ticaret Örgütü ve İMF aracılığıyla sistemin birçok bağımlı ülkesine dayattığı sosyal yıkım programlarının kırsal emekçiler ve bu ülkelerin tarımı için yarattığı sonuçlara buradan da bakmalıyız. Afrika’da neden gitgide daha büyük insan kitlelerinin besin yetersizliğinden ve açlıktan kırılmaya mahkum hale geldiğini bunun üzerinden de düşünmeliyiz.

***

Genel planda emperyalist küreselleşmenin dünya ölçüsünde yarattığı sürece vurgu yapmaya çalıştım. Bunun kapitalizmin, programımızda ortaya konulan o en temel gerçekleri ya da yasallıkları ile bağını kurmaya çalıştım. Bunu biraz da bilerek, somut bir amaç gözeterek yaptım. Partimizin programından daha işlevsel bir biçimde yararlanılabilmesi için yaptım. Olaylara ve süreçlere bakarken, Parti programımızdan en iyi biçimde yararlanmak, sorunlara buradan bakmayı bir alışkanlık haline getirmek, Parti Programını bu açıdan ve bu çerçevede günlük planda teorik ve politik bir silah olarak kullanmayı başarabilmek, bunun öğrenmenin özel önemine işaret etmek için yaptım bunu.

Artık dünyada güncel durumun alışılmış klasik çerçevede ele alınmasına geçebiliriz.

(Devam edecek...)