ARSIVANA SAYFA
 
14 Ekim '00
SAYI: 38
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Zafere kadar devrim!
“İşgüvencesi” aldatmacası üzerinden sergilenen orta oyunu
“İşgüvencesi”: Sinsi bir saldırı manevrası
“Kurtlar sofrası”nda muhabbet
ESK ihanetine geçit vermeyelim!
Belediye işçilerinin direnişi sürüyor
İşçi hareketinden kısa haberler
2000 Yılı Küresel Kadın Yürüyüşü
Ankara’da kadın mitingi
Teslimiyet platformunun geldiği yer
ABD’nin Ermeni soykırım kararı ve Kafkasya’da kirli oyunlar
Sinekten yağ çıkarma politikası
Ermeni sorunu ve Osmanlı mirası
Tarımda ücretli işgücü ve pamuk işçileri
Gençliğin örgütlü mücadeleyle buluşmasından duyulan korku
Dünya çocukları ve kapitalist barbarlık
Katliamcılardan hesap soralım!
Cezaevlerinde gerginlik tırmandırılıyor!
Onlara dair gecikmiş sözler
Partinin sınıf düşmanları karşısında yıkılmaz kalabilmesi için
Yunanistan’da genel grev
Bidon (öykü)
Parti, dava ve “küçük-burjuva yiğidi”
Mücadele Postası...
 
Tüm yazılar



 
 
Bidon


Daha henüz şafak sökmemişti. Çift römorklu traktör büyük bir gürültüyle gecekondu mahallesinin sessizliğini bozarak geniş meydanlığa yanaştı. Motorun sesini duyan evler ışıklarını yakmıştı. İlk kalkan evin yaşlıları, kendi kendilerine söylenmeye başlamışlardı...

Alışık olunan bu gürültüye Gülbahar da uyanmıştı: “Allahın belaları: Bu sabahın köründe bizleri nereye götürürler? Tarla bile görünmez ki” diye yakınarak, sabah ihtiyacını görüp, yemek çıkınını hazırlamaya koyuldu. Akşamdan hazırlanmış olduğu iki haşlanmış patates, kuru soğan ve üç tane yufka ekmeğini çıkınının içine sararak hazırlığını tamamladı.

Gülbahar, orta yaşlarda olmasına rağmen, yorucu iş koşullarının ve yakıcı sıcağın altında sürekli çalışmaktan tüm bedeni siyah kesmiş ve bu ağır koşullar onu oldukça yaşlandırmıştı.

Gülbahar’ın kocası, tuğla-kiremit fabrikasında çalışırken iş kazası geçirmiş, sigortasız ve sendikasız çalıştırıldığından, hiçbir hak talebinde bulunamamıştı. Yalnızca sus payı olarak küçük bir miktar para tutuşturulmuştu eline. Sakatlığı da yanına kâr kalmıştı!

İki küçük çocuğun, sakat kocasının bakımı, evin tüm yükü Gülbahar’ın sırtına binmişti. Bu ağır zorluklara rağmen, kocasına karşı asla yorgunluk ve sıkıntılarını belli etmez, ona sürekli moral ve destek olmaya çalışırdı.

Gülbahar’ın iş hazırlığı telaşına uyanan kocası, düştüğü durumun ezikliğiyle söylenmeye başlamıştı:

“Ne olacak bu halimiz, Gülbahar? Bütün evin yükü senin sırtında. Sabahın dördünde kalkar, akşamın altısına kadar; sıcağın altında, tarlada çapadasın. İşten gelirsin, çocuklarla uğraş, çamaşır-bulaşık, buna can dayanmaz.”

Kocasının bu dokunaklı konuşması karşısında oldukça hüzünlenen Gülbahar eğik başını kaldırdı, kocasının gözlerinde kendisini arayan bir edayla, “Ne varmış ki halimizde? Buna da şükür. Bizden daha kötüleri var. Çok şükür geçinip gidiyoruz. Benim bir şikayetim yok. Biraz para biriktirdik mi, sana bir tabla alırız. İçine üç-beş öteberi koyar, oturduğun yerde satarsın.”

Gülbahar’ın bu içten sevgi ve sıcak yaklaşımı karşısında tüm karamsarlığını üzerinden atan kocası, aniden oturduğu yerden kalkmaya çalışırken, bir an ayağının sakatlığını unutmuştu ki, bu durumu farkeden Gülbahar yardım için uzanırken; kocası oturduğu yataktan kalkmaktan vazgeçerek “he valla” dedi. “Bunu kahveci İsmail’de söylemişti bana. Ne sermaye lazımsa vereyim. Biz arkadaşız, ileride satış yapar, yavaş yavaş ödersin bana demişti. Allah razı olsun, iyi bir arkadaştır. Sever beni. Olmazsa bir an önce başlayayım. Eve de yakın. Çocuklara da bakarım. Sen meraklanma.”

Gülbahar’la kocası üzerlerindeki tüm hüznü attıkları bu konuşmalarının ardından, elçi Resmiye’nin cırtlak sesiyle haydi haydisi, velvelesi tüm gecekondu mahallesini ayağa kaldırmıştı. Tam Gülbahar’ın avlusuna girmişken, elinde çıkınıyla kapıda karşılamıştı. Bugün işçileri her günden daha geç toplamasının siniriyle, Gülbahar’a çıkıştı: “De haydin. Ben ağaya ne diyeceğim? Çapayı bugün bitirmemiz lazım. Paraya geldiniz mi, abla para lazım, abla para lazım dersiniz. İşe geldiniz mi, avlunuza girmesek evden çıkmazsınız.”

Bu azarlanmanın üzüntüsüyle Gülbahar, “Tamam abla ya! Sanki durumumu bilmezsin gibi. İşte hazırım geldim.” diyerek römorka doğru koşmaya başladı. Römorklar her zaman hınca hınç dolu olurdu.

Gülbahar’ın arkasından, elçi Resmiye iki genç kızı önüne katmış, onların yürümelerini çabuklaştırmak için söylenerek sürüklüyordu.

“Allahın belaları, tarlaya çapaya değil, sanki düğüne gidiyorlar. Aynanın karşısına geçmişler, süsleniyor püsleniyorlar. Tövbe tövbe.”

Elçinin bu tavırlarına alışık olan genç kızlar, gülerek karşılık verdiler.

“Aman be abla, saçımızı da mı taramayalım?”

Bu cevap karşısında iyice sinirlenen elçi Resmiye, genç kızların üzerine yürüyerek:

“De haydin! Bana laf yetiştireceğinize motora binin. Ağaya ben ne diyeceğim? Umurunuzda mı.”

“Tamam abla tamam, aha bindik” diyerek römorka çıktılar.

Resmiye tüm ırgatı römorka bindirdiğine emin olduktan sonra, görevini başarmanın edasıyla şoförün yanındaki koltuğa oturdu. Son bir kez daha arkasındaki römorklara baktıktan sonra, ağanın kahyası şoföre döndü:

“Tamam yavrum. Geç kaldık biliyorum. Sür de gidelim.”

Traktör hızla arkasından tozlar bırakarak gecekondu mahallesinden uzaklaşırken, mahallenin köpekleri de bir süre traktörün peşinden havlayıp koştuktan sonra, geri dönmüşlerdi.

Traktör bozuk yollardan tarlaya doğru hızla, sarsıla sarsıla ilerliyordu. Bu sarsıntının etkisiyle ırgatlar, kâh birbirlerinin üzerine düşüyorlar, kâh sağa sola çarpıyorlardı. Bu çarpmaların etkisiyle bağrışmalar başlıyordu...

Durumu anlayan elçi ve şoför, bağrışmalar yükselince motorun hızını yavaşlatıyor, kısa bir süre sonra tekrar aynı durumda devam ediyorlardı. Bir saatlik bu zorlu yolculuk sonrasında tarlaya varmışlardı. Irgatların sinirleri oldukça gergin, bağıra bağıra motordan iniyorlardı. Sarsıntıdan en çok etkilenen Gülbahar iner inmez doğru şoförle elçinin üzerine giderek “Hiç mi vicdanınız yok? İçimizi dışımıza çıkardınız. Biraz yavaş gelseydiniz ne olurdu?” diyerek çıkıştı. Gülbahar’ın bu öfkesini ırgatların desteklediğini gören elçi ve şoför, bu yoğun öfke karşısında:

“Tamam Gülbahar bacı. Bugün biraz geç kalmıştık, onun için böyle oldu. Bir daha böyle olmaz. Kusura bakmayın.” deyince Gülbahar ve diğer ırgatlar yatıştı.

Şafak yeni sökmüştü. Irgatlar yeni doğan günün umuduyla kazmalarına sarılıp, çapaya başlamışlardı. Uçsuz bucaksız pamuk tarlasının büyük bölümünü işlemişlerdi. Kalan küçük bir bölümün de, ağanın elçiye talimatıyla bugün bitirilmesi gerekiyordu. Irgatlar, elçinin daha hay-haydisiyle hergünkinden daha bir hızla çapalarını sallıyorlardı. Daha önce ırgatları tarlaya getirince saat ona kadar yatan elçi, bugün bu rahatını yaşayamıyor, ırgatları yakından denetliyordu. Vakit öğlene yaklaşıyordu. Yakıcı güneşin altında ırgatlar sırıl sıklam olmuş, terden tüm elbiseleri vücutlarına yapışmıştı. Herkesi susuzluk sarmıştı. Ağanın çiftliğinden motorla su tankerini getirmeye giden şoför, bir türlü dönmemişti. Öğlen molası verilip yemekler yenilince, su ihtiyacı daha bir artmaya başladı. Tüm gözler çiftlik yoluna dikilmiş, su tankerinin gelmesini gözlüyorlardı. Bu duruma fazlaca dayanamayan yaşlıca bir ırgat, elçiye seslenerek: “Resmiye bacı, Kerbela’ya döndü burası. Başımız dönüyor, bayılacağız valla. Hiç olmazsa su tankeri gelene kadar, ilerideki kanaldan getirelim.”

Elçi Resmiye de bu durumu onaylayarak:

“Getirelim ama, kanalın suyu çok kirli. İçerisinde her türlü pislik var. Hayvan leşlerini dahi atıyorlar içine. Nasıl içeceksiniz? Ben içmem valla” diyerek ırgatlardan onay beklerken, içerisine hayvan leşi atıldığını duyan genç kızlar:

“Bööö... ölsek de içmeyiz. Biz tankeri bekleriz.” diye gülüştüler.

Bunun üzerine elçi Resmiye: “Biz bidonlarla kanaldan getirelim, içmek isteyen içer, içmek istemeyen içmez. Zaten tankerin gelmesi de yakın.”

Kanaldan su getirme işi, Gülbahar suculuk yaptığı için ona verildi. Yanına genç kızlardan Elif’i de alarak, dört tane bidonun kulplarına uzun bir deynek sokup, bir ucundan Gülbahar, bir ucundan Elif, kanala doğru yürümeye başladılar. Gülbahar’la Elif kanala varmışlardı. Kanal üç metre derinliğinde, yirmi-yirmibeş metre genişliğinde, tabanı ve çevresi betondan, oldukça akıntılı ve su kirliydi.

Elif Gülbahar’a takılarak:

“Gülbahar abla! Yüzme bilseydik, şimdi bi güzel yüzer, serinlerdik. Ne güzel olurdu yaa...”

Elif’in muzipliğine gülen Gülbahar:

“Allah canını almasın kız, bizi rezil ederler. İyi ki yüzme bilmiyoruz. Bir gören olurdu, İbrahim abin beni öldürürdü.”

Elif: “Niye abla ya! Televizyonda görmüyor musun? Kadınlar, genç kızlar, erkeklerle beraber denizlerde yüzüyorlar.”

Gülbahar elini sallayarak Elif’in sözünü kesti:

“Kız, onlarla biz bir miyiz? Onlar öyle şeylere alışıklar. Sonra bizim erkekler kesinlikle izin vermezler. Amaaan Elif, lafa daldık, Resmiye’nin diline düşeceğiz. Suları alıp, hemen gidelim.”

Kanalın merdiveni bulunduklari yerin oldukça uzağındaydı. Geç kalmanın da telaşıyla, Gülbahar, kanalın yatay kenarından otlara tutunup su seviyesine uzanarak bidonları dolduracak, Elif de dolan bidonları yukarıya çekecekti. Bu şekilde anlaşıp başlamışlardı doldurmaya. Üç bidon doldurulmuş, sonuncusuna sıra gelmişti ki, Elif olacağı sezer gibi:

“Aman abla dikkat et!” demesine kalmadı..

Gülbahar, “Merak et...” cümlesini tamamlamadan, tutunduğu otların kopmasıyla, dengesini kaybedip suya gömüldü. Elindeki bidon suyun üstünde kayıp ortalara doğru gitti. Dibe batan Gülbahar, tüm gücüyle çırpınarak, önce kollarını, ardından başını hafif su yüzüne çıkarabildi. Bir şey söylemeye çalıştı. Son bir şey... Ama, başaramadı. Boğazındaki sular engeldi. Hiç gücü kalmamıştı. Gözlerini yumdu. Kendini öylece akıntıya bıraktı.

Elif, öyle bir içten “vayy ablaaa!..” çekti ki, sesi öğlen istirahatindeki diğer ırgatlara yetişti. Bu acılı sesi duyan ırgatlar önce bir şok geçirdiler. Ardından durumu anlayarak herbir ağızdan değişik bir haykırmayla, kanala doğru koşmaya başladılar. Tüm kadınların, genç kızların yalıkları başlarından düşmüş, nefesleri kesilmiş, dizlerinde derman kalmamış, bir kısım yaşlı kadın da kendilerini yerlere atmış tepinip dururken, diğerleri kanala doğru koşuyorlardı.

Elif, Gülbahar’ın kanala düştüğünü gördüğünde şoka girmişti. OIduğu yere çöküp, ne söylediğinin bilincinde olmadan ağzından çıkan herşeyi ağıda döküyor, iki eliyle de saçlarını yoluyordu. Avuçlarını yumruk yapıp göğsüne vuruyor, vuruyor, vuruyordu...

Kadınlar ve genç kızların bir kısmı kanalın başına varmıştı. Elif’in başına toparlanmışlardı. Bir kısmı da, düştükleri yerde tepinip duruyorlardı. Kanala baktıklarında, suyun üstünde akıntının alıp uzaklaştırdığı su bidonunu gördüler. Bağrışmalar daha da yükseldi. Tüm kadınlar kenardaki toprak yoldan, suyun üzerinde, akıntının sürükleyip kapaklara doğru götürdüğü bidonun peşinden gidiyorlardı.

Beyaz su bidonu, sulama kanalının akımını ayarlayan kapaklara gelip takılmıştı. Ardından Gülbahar’ın cansız bedeni de geldi. Kapakların önündeki güçlü girdap, Gülbahar’ı su yüzüne çıkarıyor, geniş daireler çizdiriyor, tekrar dibe alıyordu.

Irgatların tümü kapaklara varmışlardı. Geride yalnız Elif ve Resmiye kalmıştı. Elif bir ara baygınlık geçirdi. Resmiye’de Elif’i yatıştırmak için yanında duruyordu. Elif’i yatıştırmaya çalışırken, yaşamış oldukları bu acı durumdan o da çok etkilenmiş bir halde, yarı ağlayarak ellerini dizlerine vuruyordu:

“Ooyy... Ooy! Ellerim kırılsaydı da göndermeseydim.” “Allah belanı versin senin kahya” “Hep senin yüzünden oldu bunlar. Motorun altında kalasın emi.”

Elif’in sanki dili tutulmuştu. Ağlamaktan göz pınarlarında yaş kalmamıştı. Sıkılı avuçlarının içinde tomarla saç vardı. Göğsüne vura vura parçaladığı tişörtü kanlanmıştı. Ayağa kalkacak takati yoktu. Öylece kala kaldı yerinde. Resmiye de başından ayrılmadı.

Irgatlar, kapakların önünde su yüzüne çıkan Gülbahar’ın cesedini çıkarıp yol kenarına yatırmış, takatsiz bir şekilde ağlaşıyorlardı. Gençten bir kız güzel sesiyle ağıt yakıyordu.

Gülbahar’ın vücudu şişmiş, her yanı morarmıştı. Yüzünde sanki bir küslük hali vardı... Küslük. Herşeye ama, herşeye küslük...

Uzaktan bir traktör sesi geliyordu. Bu sesi duyan ırgatlar ağıdı kesip, sesin geldiği yöne baktılar. Ağanın çiftliğine tankerle su getirmeye giden kahyanın kullandığı traktörün sesiydi bu. Arızalanan motorun arızasını gidermiş, ancak gelebilmişti. Tarlaya geldiğinde ırgatları görememiş, daha sonra motorun üstünden etrafına bakınıp tüm ırgatı topluca kanalın başında görünce, “Hayırdır inşallah” deyip motorun arkasındaki su tankerini tarlaya bıraktıktan sonra, ırgatın olduğu yere doğru sürmüştü motorunu.

Bu sesten irkilen ırgatlar, motor tam yanlarına yanaştığında, yerden aldıkları taşlarla, küfürler eşliğinde kahyaya saldırmaya başladılar. Neye uğradığını şaşıran kahya, kafasına aldığı taşların acısıyla, motoru son sürat sürüp arkasında toz duman bırakarak ağanın çiftliğine doğru yol aldı.

Bir süre motorun peşinden koşan ırgatlar, motorun çok uzaklaştığını görünce, tozun içinde öylece kala kaldılar...

Yorgun, öfkeli ve acılıydılar...

Hasan Emre/Ceyhan Cezaevi