ABD parlamentosunda soykırımı yasa tasarısının ele alınmasıyla birlikte Türkiyede de Ermeni sorunu bir kez daha tartışılmaya başlandı. Ve bu vesileyle bir kez daha Türk burjuvazisinin ve onun sınıf iktidarının işbirlikçi-uşak kimliği ortaya döküldü.
Tasarı ABD parlamentosunda görüşülüyor, ancak Türkiye Ermenistana ya da Türkiyedeki Ermeni yurttaşlara yaptırımları tartışıyor. Yani, efendisinden yediği tokatın acısını kendine denk gördüğü bir başkasından çıkarmaya çalışıyor. Türk devletinin, ABD karşısında süt dökmüş kediye dönüp, örneğin Ortadoğu ülkeleri karşısında kaplan kesilen bu karakteri çoktandır biliniyor. Bu nedenle biz, Ermeni soykırımı konusunda kaba inkarcılık/savunmacılık çizgisinde seyreden resmi tutumu ve bu resmi tutumu sözde eleştirirken özde savunan bir sivil görüşü ele almak istiyoruz.
Son gelişmeler üzerine devlet cephesinden en aklı başında tepki veren, göründüğü kadarıyla yine hukukçu cumhurbaşkanı oldu. Sezerin konunun tarihçilere bırakılması önerisinin peşinden, Radikal gazetesi, 19-20. yüzyıl Türkiye tarihçisi olarak sunduğu, eski Aydınlıkçı Prof. Halil Berktay ile yaptığı bir röportajı yayımladı.
Berktay, resmi görüşün tam zıttı bir tutumla (evet, bir Ermeni kırımı yaşanmıştır, diyerek) yola çıkıyor. Devletin kaba inkarcılığını da bir bakıma kınıyor. Hatta daha ileri giderek, resmi tarihin kaydettiği tehcir dışında, Osmanlının özel örgütü Teşkilat-ı Mahsusanın suçlarına da değiniyor. Yani, yaşanmış kimi vakaları doğru biçimde tespit ediyor.
Berktayın bu tavrı, resmi tarihini tarihçi bile olmayan kimselere direktifle yazdırmış bir devlet ve aydın geleneğinden sonra, kutlanabilir. Ancak, unutulmamalıdır ki, olağan koşullarda bir takım olguların salt tespiti, az-çok ciddi her burjuva aydının yaptığı bir iştir. Burjuva da olsa, aydın sıfatını haketmenin bir gereğidir bu. Kaldı ki Berktay muhtemeldir ki hala serde solcu geçinmektedir. Bu nedenle, Berktayın röportajını, hiç de olağanüstü görmediğimiz bu tutumundan dolayı değil, aykırı görüntünün altında geliştirdiği daha incelikli bir sahiplenme, savunma ve aklama tutumu nedeniyle önemli buluyoruz.
Berktay önce, evet bir kırım vardır diyerek saldırıyı göğüslüyor. Ardındansa, bu katliam, Osmanlı düzenli ordusu ve bürokrasinin büyük ölçüde işi değildir diyerek püskürtmeye çalışıyor. Osmanlıyı aklama çabasına destek olarak da, Teşkilat-ı Mahsusayı ve çete faaliyetlerini öne sürüyor. Yani, Berktayın günah keçisi Teşkilat-ı Mahsusa, daha özelde de ona hükmettiklerini ifade ettiği İttihatçı liderler Enver, Talat ve Cemal üçlüsüdür.
Buradaki ve başka bölümlerde (M. Kemale ilişkin anlatımlar örneğin) tarihi kişilerle açıklama subjektifliğini bir yana bırakarak konumuza dönelim. Teşkilat-ı Mahsusayı Susurluk-Hizbullah karışımı bir örgüte benzeterek popülist bir çıkış yaptıktan ve bugünün Yeşilleri, Çatlılarına benzettiği Bahaittin Şakirin adını andıktan sonra, Berktay sadede geliyor; görüşünü daha genel ifadelere büründürerek (Tarihte bu tür durumlarda düzenli ordu ve bürokrasi son tahlilde böyle işleri yapan özel timlerden, çetelerden aslında nefret eder ve tiksinti duyar vb.) sadece Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerini değil, ama bu çeteci düzenin tümünü aklama rolüne soyunuyor.
Dolayısıyla, söze başlarken ortaya koyduğu evet, bir Ermeni kırımı yaşanmıştır görüşündeki nesnel tespitçiliğini bile sürdüremiyor. Osmanlıyı aklamak için Teşkilat-ı Mahsusanın, TCyi aklamak için Kontr-gerillanın nasıl ve kimler tarafından, hangi uluslararası kirli ilişkiler dahilinde kurulup çalıştırıldıkları temel gerçeğini atlıyor. Teşkilat-ı Mahsusanın, Osmanlının savaş hükümeti İttihat ve Terakkinin Genel Merkezinde düzenlenen bir toplantıda ve bizzat Harbiye Nazırı Enver Paşanın önerisi, Genel Merkezin bila kayıt ve şart (kayıtsız şartsız) kabulüyle kurulduğunu atlıyor. Teşkilat-ı Mahsusanın izini sürerken, Karadeniz kıyılarından toplanmış mahpus kaçkınlarına, Kafkas cephe gerisindeki Dr. Bahaittin Şakire rastlıyor da, Şakirin Alman kumandanı Stange ile nedense karşılaşamıyor. Bu aynı bakışaçısıyla, Susurluk vadisinde on yıl dolaşıp Yeşil ararsınız, ama yolunuz asla JİTEMe, Özel Kuvvetler Komutanlığına ve tüm benzerleri gibi bunlara da hükmeden Genelkurmaya uğramaz.
Tarihte kimi olguları tespit edip kimini atlayarak bilim adamlığı yapılamıyor. Dolayısıyla, Berktay, ne nesnelliğini koruyabiliyor, ne de bir türlü konumuza ilişkin o temel soruyu sorabiliyor:
-Sahi, Türkiye Cumhuriyeti neden bir başka devletin, Osmanlının, işlediği bir suçtan dolayı böylesine suçluluk psikozu yaşıyor? Neden bu konuda Osmanlı devletini sahipleniyor? Ve neden Berktayın bile aklına gelen şu basit tutumu akıl edemiyor? Cumhuriyet 1923te kuruldu. Bu olay 1915te cereyan etti. Bunu Cumhuriyetin orduları, örgütleri yapmış değildir. Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlettir, ne Osmanlının ne de hukuki anlamda İttihat ve Terakki iktidarının devamıdır. 1915te Birinci Dünya Savaşının hengamesi içinde ne olup olmadığı bizi devlet, hükümet olarak ilgilendirmemektedir.
Bu soruların yanıtı, nesnelliğini az-buçuk korumaya çalışan ve düzenin kör savunuculuğunu üstlenmemiş her gerçek araştırmacıyı, 6-7 Eylül 1955in İstanbuluna götürür. 1938in Dersimine götürür. 1984ten itibaren Kürdistanın tümüne götürür. (Sadece Güneydoğu Anadolu demeyi marifet bildikleri Kuzeye değil, Irak-İran-Suriye cephesindeki Güneye de...)
Resmi söylem, Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlettir, ne Osmanlının ne de hukuki anlamda İttihat ve Terakki iktidarının devamıdır. demez, diyemez. Çünkü kendisini onun devamı görmektedir. Sadece moral açıdan değil, ideolojik ve örgütsel olarak da devamıdır. Burjuva cumhuriyet, feodal Osmanlının burjuva hükümeti olan İttihat Terakkinin kadroları tarafından kurulmuştur. Benzer bir örgütsel bağı, Teşkilat-ı Mahsusa ile devletin sonraki tüm karanlık örgütlenmeleri arasında da kurmak mümkündür. Teşkilat-ı Mahsusanın Osmanlı devlet yapısıyla birlikte tümüyle tasfiye edilmediği, özellikle Trabzon-İstanbul-İzmit hattındaki çetelerin, daha özelde Topal Osman çetesinin daha yıllarca kullanıldığı biliniyor. Hele de Mustafa Suphilerin katli tarihe kaydedilmişken...
İki devlet arasındaki bu devamlılık, ikinci savaştan sonra örgütlenen Kontr-gerillanın neden Türkiyede böylesine kolay kök salabildiğini de bir nebze açıklamaya yeter sanırız. Türkiye Cumhuriyeti Teşkilat-ı Mahsusanın suçlarını gizler, çünkü kendi Kontr-gerillası vardır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlının Ermeni tehcirini inkar eder, çünkü kendisinin de Kürt tehciri vardır. Burjuva cumhuriyet ulusal sorunda bu inkar ve imha politikasını kendisi icat etmemiş, devralmıştır. Son yüzyılının neredeyse tümünü Balkanlarda ve Doğuda uyanan ulusların bağımsızlık mücadelelerini bastırma çabasıyla geçirmiş olan Osmanlı İmparatorluğunun engin deneyimlerinden sonuna kadar yararlanmıştır. Tabii, başka ülkelerin derslerinden de, ama en çok kendi selefinden.
Son söz olarak. Ermeni soykırımında elbette Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri de ciddi suçlar işlemişlerdir. Fakat nüfusun büyük kısmı tehcir sırasında kırılmıştır. Ve tehcir, resmi bir karar gereği resmi güçlerce gerçekleştirilen bir uygulamadır. Kaldı ki, Teşkilat-ı Mahsusanın da merkezi yapının dışında olmadığı kayıtlıdır. Türkiye Cumhuriyetine dönersek; ciddi ciddi Türkiyedeki Ermenileri sürelim önerilerinin getirilebildiği bir siyasal yapıdır bugün sözkonusu olan. Dolayısıyla, sorunun dışına çıkmanın tek yolu, düzenin dışına çıkmaktır. Türkiyede ancak, bu tür tarihsel suçlardan tümüyle muaf, yeni bir sınıfın, proletaryanın devleti kurulduğunda, Ermeni sorunu da, Kürt sorunu da yürek açıklığıyla tartışılabilir ve köklü bir biçimde ortadan kaldırılabilir.