ARSIVANA SAYFA
 
7 Ekim '00
SAYI: 37
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Filistin deneyiminin dersleri, Kürt halkı için paha biçilmez değerdedir
Sırbistan’da hükümet darbesi
Demokrasi yönelimi adına pazarlanan “saygın hukukçu”
Ermeni soykırımı tasarısı ve “hür” Türk medyası
“Öteki Türkiye”nin değil tekelci sermayenin sözcüsü
İşçi ve emekçilere yönelik yeni bir soygun
Kamu emekçi hareketi reformist önderlik engelini aşmak zorunda
EXSA işçisi direniyor
Sendika bürokrasisinin yeni manevraları karşısında sınıf sorumluluğu
“İş güvencesi” yasa tasarısı...
Bu devletin “adaleti” hep emekçi halkın beynini dağıtıyor!
CHP Kurultayı, düzenin çözümsüzlüğü ve devrimci önderlik sorumluluğu
Kürt illerinde devletin “insan hakları” seferberliği!
Ekim Gençliği’nden
“ON’lar birer yıldız gibi parladılar karanlığın içinde”
Onlarla zafere yürüyeceğiz!
Habip Gül anmasına karşı devlet terörü
“Devrimci onur işkenceyi yenecek!”
“Ailelerimize kalkan elleri kıracağız!”
Hücrelere karşı mücadele üzerine notlar
Basından seçmeler
Mücadele Postası...
 



 
 
Demokrasi yönelimi adına
pazarlanan “saygın hukukçu”



Anayasa Mahkemesi Başkanı seçilene kadar, Ahmet Necdet Sezer kamuoyunca bilinen bir kimse değildi. Bu göreve seçildiğinde ise kendi kişiliğinden çok selefinden dolayı ilgi ve merak konusu olmuştu. Bir önceki başkan (Yekta Güngör Özden), MGK çizgisinde ve her zaman generallerin hizmetinde şarlatan bir kasaba politikacısı olarak o kadar çok gündeme geliyordu ki, yeni Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın kişiliği de başlangıçta bu açıdan ister istemez merak konusu oldu. Fakat halef selefinin aksine o kadar sessizdi ki, ‘99 Nisan’ında Anayasa Mahkemesi’nin 37. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmaya kadar hakkında pek bir fikir edinilemedi.


Tekelci medyanın manşetlerinde “çağdaş
düşünceli bir hukukçu”

37. kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşma, Ahmet Nejdet Sezer’i tekelci medyanın manşetlerine taşıdı. “Çağdaş düşünceli bir hukukçu” olarak hakkında cömertçe övgüler yapıldı. Sezer konuşmasında; Türkiye’de de “insan hak ve özgürlüklerinin çağdaş, evrensel standartlara” uydurulması ve bu çerçevede “Anayasa ve yasalardaki sınırlama ve ve yasakların kaldırılması” gerektiğini savunuyor, bu arada Anayasa’nın 26. maddesinin 3. fıkrasında yer alan “dil yasağı”na da karşı çıkıyordu.

Kirli savaş destekçisi tekelci medyanın (ki tam da bu aynı günlerde, MGK güdümlü yeni bir şovenist histeri kampanyasının borazanlığını yapıyordu!) bu konuşmayı manşetlere taşıması ve yüceltmesi elbette rastlantı değildi. Konuşmadaki “insan hakları” söylemi ile dil yasağına karşıtlık, düzenin Avrupa Birliği’ne hazırlık çerçevesinde yapmaya hazırlandığı gözboyayıcı rötuşlara olduğu gibi oturuyordu. Bu arada İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın pişmanlık duyduğuna ilişkin bilgiler de bu konuşmadan günler önce ortalığa dökülmüştü. Birbuçuk ay sonra gerçekleşecek İmralı duruşmalarında ortaya konulan teslimiyet ve tasfiye çizgisi, tam da “dil yasağı” ve onu tamamlayacak bazı kültürel hak kırıntıları üzerine oturdu. Bu olgu, tekelci medyanın Sezer’in konuşmasına karşı tutumunun bilinçli bir yönlendirme olduğu konusunda bir kuşku bırakmadı. (A. Öcalan’ın ikinci savunmasını, Sezer’in 37. yıldönümünde yaptığı konuşmadan uzun alıntılarla bağladığını da bu arada hatırlatmış olalım). Sezer bu konuşmayı özel bir yönlendirme ile değil de kendi inisiyatifi ile hazırladıysa eğer (bu konuda spekülasyona girişmek gereksiz ve yararsızdır), bu onun içinden geçilen ortamı iyi değerlendirdiğine ve tekelci burjuvazinin ihtiyaç duyduğu bazı adımları iyi sezdiğine bir gösterge sayılmalıdır.


Sezer tercihiyle artan “uluslararası itibar”

37. yıldönümü konuşmasının ardından Sezer bir daha gündeme gelmedi, ta ki yeni Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar (oysa selefi neredeyse hergün gündemdeydi). Yaptığı konuşma da, teslimiyetçi Kürt hareketinin ona bağladığı umutlar dışında, neredeyse tümden unutulmaya terkedildi. Şarlatan selefinin tam aksi yönde bir kişilik sergileyerek sessizliğe gömülen yeni Başkan, bunun ödülünü, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şahsı üzerinde kolayca mutabakata varılan aday olarak aldı.

Sezer’in cumhurbaşkanlığı, “5 + 5 krizi”yle beklenmedik bir biçimde gündeme geldi. Demirel’in yeniden Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, Ecevit’ten öte bir devlet tercihi idi. Ecevit’in gösterdiği çok özel çabalar ve ortaya koyduğu gerekçeler de bu genel tercihin bir göstergesiydi yalnızca. Ama gericiliğin kendi iç çelişki ve çatışmaları bu tercihe olanak tanımadı. (Genelkurmay Başkanı’nın 30 Ağustos resepsiyonunda “papyonlu basın”a yaptığı açıklamalar, ordunun bunun gerçekleşmemesinden duyduğu rahatsızlığı dolaylı bir biçimde de olsa ortaya koydu). “5 +5 krizi”nin daha fazla büyümemesi için, sessiz, renksiz ve uyumlu görünen, dahası “hukukçu” kimliği ile de itibarlı olan, bu açıdan AB süreci vitrinine biçilmiş kaftan sayılan Sezer’in adaylığı üzerinde (bu arada muhalefetten de destek gören) hızlı ve kolay bir mutabakat sağlandı.

Amerikancı-tekelci medya, tekeller ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalistler adına duyulan memnuniyeti yine tüm açıklığı ile yansıttı. “Saygın bir hukukçu”nun cumhurbaşkanı seçilmesinin Türkiye’nin uluslararası itibarını bir anda yükselttiğini, bu tercihin Türkiye’nin AB sürecindeki samimiyetini yansıttığını dillendirdi. Anayasa Mahkemesinin kuruluş yıldönümünde yapılan konuşma yeniden hatırlatıldı ve yapılan tercihin demokratik anlamına kanıt sayıldı. Bu propaganda doğal olarak, işçi ve emekçi kitleleri sersemletmeyi, onların demokratik haklar uğruna gerçek bir mücadeleye girişme istek ve potansiyelini dizginlemeyi de amaçlıyordu.

Dikkate değer olan, dinsel gericilik cephesinden teslimiyetçi Kürt hareketine ve reformist sola kadar, düzen icazetine teslim olan ve devlet tarafından terbiye edilmekte olan tüm öteki kesimler de, bu tercihi aynı biçimde algıladılar ve yansıttılar. Tümü de bunu, Türkiye’nin demokratikleşme tercihinin önemli bir halkası ya da göstergesi saydılar. Teslimiyetçi Kürt hareketine ve tüm umudunu AB sürecine bağlamış liberal sol kesimlere göre, Demirel kirli savaş dönemini sergiliyordu; yerini “saygın bir hukukçu”nun alması ise yeni bir dönemin, demokrasi ve hukukun egemenliğine dayalı yeni bir sürecin başlangıcı sayılmalıydı. Böylece düzen propagandası, rastlantıların gündeme getirdiği bir tercihi bir demokrasi ve hukuk tercihi olarak pazarlarken, en büyük desteği de sağlı-sollu düzenin terbiye kıskacı içindekilerden aldı.


“Hukukçu titizliği”nin yarattığı “sorun”lar

Göreve geleli henüz birkaç ay olmasına rağmen, yeni cumhurbaşkanı, hem kendisini bizzat seçtirmiş olan hükümet için, hem de reformist çevreler sayesinde toplumsal muhalefet için “sorun” oluşturmaya başladı. İşin dikkate değer yanı, bu sorunların aynı nedene dayalı olarak yaşanmasıdır. Şöyle ki, Cumhurbaşkanı’nın tam da hükümet için sorun oluşturan davranışları, tersinden toplumsal muhalefet için aldatıcı umutların ve beklentilerin kaynağı haline geliyor.

Hükümet için sorun, şu ara yeniden güncelleşen ve Sezer’in Meclisi açış konuşmasında genişçe yer verdiği KHK krizi üzerinden çıkıyor. Yeni cumhurbaşkanı, hükümetin ve onunla birlikte düzen cephesinin daha çok bir vitrin görüntüsü olarak ele aldığı “hukukçu” kimliğini, hiç değilse kaba durumlar karşısında ciddiye alan bazı davranışlar sergiliyor. Aslında KHK’dan da önce YÖK’ün rektör atamaları sırasında ortaya çıkmıştı, bu davranışın ilk örnekleri. Ve reformist solun bir kesiminde de daha o zamandan hararetle alkışlanmıştı bu.

Ardından gerçek hedefi kamu emekçileri hareketi olan KHK’ın hükümete iadesi geldi ve bu, hükümetin, özellikle de başbakanın beklemediği bir davranış oldu. Taciz edici açıklamalara ve kaba tehditlere rağmen aynı kararname ikinci kez iade edilince, sorun hükümetle cumhurbaşkanı arasında Ecevit’in tabiriyle bir “devlet krizi” halini aldı ve yeni cumhurbaşkanının toplumsal muhalefet cephesinde, bu arada halk içinde popülaritesi hızla arttı. Bundan da güç alana Sezer, son bankalar kararnamesini de yine “hukukçu” titizliği ile geri gönderdi ve hükümet kuru sıkı tehditleriyle kaldı.

Toplumsal muhalefet için ise, yinelemiş oluyoruz, “sorun” işte tam da buradan çıkıyor.

Cumhurbaşkanı, popülaritesini artıran memur kararnamesinin özüne ve içeriğine karşı olmadığını bütün açıklığı ile ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu düzenleme yasa olarak yapılıp getirilsin anında onaylayayım diyor. Yani onun tüm sorunu, Meclisi açış konuşmasında da belirttiği gibi, tüm icraatın mevcut anayasal ve yasal mevzuata uygun olarak gerçekleşmesi. “Yönetenlerin de kurallara uyması gerektiğini” vurgularken anlatmak istediği açıkça bu. Hükümetler ise Türkiye’de yıllardır kendi koydukları kurallara bile uymamayı alışkanlık haline getirdikleri için, mevcut hükümet hukukçu kökenli bir cumhurbaşkanının bu alandaki biçimsel titizliğini halihazırda “içine sindiremiyor”. İçine sindirmek ne kelime, Ecevit bunu her seferinde histeri nöbetleriyle karşılıyor; “devletin işleyişini yavaşlatmak”, demek oluyor ki saldırıların uygulanmasını geciktirmek sayıyor. Ve bu günahından dolayı Sezer’i kamuoyu önünde ağır biçimde itham ve taciz ediyor, emir kulu bakanlarına istifasını tartıştırıyor vb.

Gericilik cephesindeki her pürüz ya da çatlak, devrimci siyasal mücadele için küçük de olsa bir imkandır. Sezer’in biçimsel titizliği zaman zaman “devlet krizi” görüntüleri oluşturuyorsa ve bu kitlelerden gizlenemiyorsa, bu elbette devrimci siyasal mücadele payına yararlı bir durumdur. Hele de son birbuçuk senedir fazlasıyla uyumlu çalışan ve bir saldırı programını da aynı uyumla uygulayan bir devlet/hükümet tablosunun ardından.

Ama saldırıların özüne herhangi bir itirazı olmayan, bunu açıkça ifade eden bir cumhurbaşkanının bu tür davranışları alınıp emekçilere “demokratik” bir umut kaynağı olarak sunulursa, işte bu gerçekte o emekçilerin davasına ihanetten başka bir şey değildir. Bu kitleleri aldatmak, onları dayanaksız umutlarla sersemletmek, etkisiz ve hareketsiz kılmak demektir. Kararname krizinde KESK bürokratlarının yaptığı budur, rektör atamalarında reformist solun bir kesiminin yaptığı budur. Meclisi açış konuşmasının ardından tüm sendika bürokratlarıyla birlikte reformist solun yaptığı yine budur.


Muhalefet boşluğu ve cumhurbaşkanının
üstlenmiş göründüğü misyon

Cumhurbaşkanı’nın Meclisi açış konuşmasında hukukun üstünlüğünü vurgulayan ve sosyal sorunların ağırlaşmasına işaret eden konuşması, reformistlerin bu türden gerici yanılsamalarını iyice depreştirecek gibi görünüyor. Bunun ilk belirtileri DİSK, KESK vb. adına yapılan övgü dolu açıklamalarda ve reformist solun günlük basındaki temsilcileri şahsında kendini şimdiden gösterdi bile.

Gerçekte ise, ilk bakışta bazı bölümleriyle emekçilere fazlasıyla şirin görünebilecek bu konuşma (Ki Sezer çok bilinçli bir tutumla tam da bunu amaçlamıştır), daha yakından bakıldığında, yalnızca düzenin açmazlarını, derin yapısal çelişkilerini sergilemekle kalmamakta, yanısıra yeni cumhurbaşkanının bir demagog olduğu kadar düzenin sadık bir adamı olduğunu da tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki, ordunun tüm temel yönelimlerini onaylayan ve onu bölgesel bir güç olmaktan öte geleceğin “küresel kuvvet”i olarak hazırlamak gerektiğini ilan eden, tüm temel sorunlarda devletin ordu tarafından belirlenmiş bilinen resmi yaklaşımlarını tekrarlayan, tekelci burjuvazinin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda tespit ve önerilerde bulunan, Türkiye kapitalizminin en temel günahlarını/yapısal sorunlarını tutup örneğin nüfus artışıyla izah edebilen, AB ve ABD’ye tam bağlılık bildiren (bu arada ABD’yi “stratejik müttefik” sayan), Kürt sorununu yok sayan, devletteki kirli ve kanlı çeteleşmeye, baskı, terör ve işkenceye tek kelimeyle olsun değinmeyen vb., vb. bir konuşmada, tutup aynı zamanda insan hakları ve sosyal sorunlar üzerinde durma ve bu sayede emekçilerin ve onların sözde sol temsilcilerinin zihinlerini çelme kıvraklığı gösterebilen bir cumhurbaşkanının emperyalist odaklar ve Türk tekelci burjuvazisi için değeri ve işlevi önümüzdeki dönemde daha da artacaktır. Hele de bugünün kendileri için hayli rahatsız edici olan bu düzen içi inandırıcı muhalefet boşluğu ortamında...