ARSIVANA SAYFA
 
7 Ekim '00
SAYI: 37
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Filistin deneyiminin dersleri, Kürt halkı için paha biçilmez değerdedir
Sırbistan’da hükümet darbesi
Demokrasi yönelimi adına pazarlanan “saygın hukukçu”
Ermeni soykırımı tasarısı ve “hür” Türk medyası
“Öteki Türkiye”nin değil tekelci sermayenin sözcüsü
İşçi ve emekçilere yönelik yeni bir soygun
Kamu emekçi hareketi reformist önderlik engelini aşmak zorunda
EXSA işçisi direniyor
Sendika bürokrasisinin yeni manevraları karşısında sınıf sorumluluğu
“İş güvencesi” yasa tasarısı...
Bu devletin “adaleti” hep emekçi halkın beynini dağıtıyor!
CHP Kurultayı, düzenin çözümsüzlüğü ve devrimci önderlik sorumluluğu
Kürt illerinde devletin “insan hakları” seferberliği!
Ekim Gençliği’nden
“ON’lar birer yıldız gibi parladılar karanlığın içinde”
Onlarla zafere yürüyeceğiz!
Habip Gül anmasına karşı devlet terörü
“Devrimci onur işkenceyi yenecek!”
“Ailelerimize kalkan elleri kıracağız!”
Hücrelere karşı mücadele üzerine notlar
Basından seçmeler
Mücadele Postası...
 



 
 
“Öteki Türkiye”nin değil
tekelci sermayenin sözcüsü!



Cumhurbaşkanının TBMM’nin yeni yasama yılını açış konuşması burjuva basında şöylesi manşetlerle yer aldı: “Öteki Türkiye’nin sözcüsü Sezer”, “Sezer’den hukuk çağrısı”, “Sezer’den hükümete eleştiri”, “Sezer’den hükümete cevap” vb.


“Demokrat cumhurbaşkanı” mı?

Burjuva basının manşetlerine ve 80 sayfa olduğu söylenen konuşmanın ara başlıklarına bakıldığında, Cumhurbaşkanı’nın toplumdaki demokrasi özlemlerinin tamamına sözcü olduğu hissine kapılabilirsiniz: İrticaya dikkat, idam kalksın, öğretim birliği sağlanmalı, partilerde demokrasi olmalı, yolsuzlukla mücadele edilmeli, KHK yetkisi ancak sınırlı olarak kullanılmalı, kimsenin kurallara uymama lüksü yoktur, siyasal yozlaşma var, Türkiye Avrupalıdır, laiklik önemlidir, yolsuzluklarla mücadele edilmelidir vb... Bunun yanında, en önemlisi gelir dağılımı dengesizliğinin giderilmesi olan ve yoksullukla mücadeleyi, dar ve sabit gelirlilerin yaşam standartlarının yükseltilmesini isteyen bölümler.

Böylece “demokrat Cumhurbaşkanı” kendisine yakışır bir söylevle TBMM’nin yeni yasama yılını açmış oldu. Konuşmanın ardından basında bir anda cumhurbaşkanlığına dönük güvenin TSK’ya olan güveni dahi aştığını gösteren anketler, patronlar kulübü TÜSİAD üyelerinin Cumhurbaşkanına destek mesajları da bu söylevin yanında yerlerini alıverdiler. Aynı gün bir başka ilginç gelişme daha yaşandı ve CHP’nin sabık genel başkanı Deniz Baykal yeniden CHP’nin başına geçti. Kuşkusuz buradan bir komplo teorisinin yollarını döşemeye çalışmıyoruz. Fakat tablonun pek çok parçası bir araya getirilince Türkiye tekelci sermayesinin önümüzdeki döneme dair yönelimlerinin ipucunu da görmek olanaklı oluyor.

Cumhurbaşkanı’nın siyasal iktidarla aynı yönetim anlayışını paylaşmadığı biliniyor. Kendi hukukuna dahi tahammül edemeyen siyasal iktidar yanında Cumhurbaşkanı’nın hukukçu kimliği biraz da bu nedenle öne çıkıyor. Fakat bu, Cumhurbaşkanı’nı demokrat yapmak için yetmiyor. Aslında TBMM’deki konuşma Cumhurbaşkanı’nın nereye kadar ve nasıl bir demokrat olduğunu da gayet iyi ortaya koyuyor. Bu demokratlığın içine Kürt sorunu giremiyor, yaygın insan hakları ihlalleri, işkence, ülkenin dört bir yanında gezen polis terörü giremiyor. Ne giriyor? İrticayla mücadele, terörün belini kırdık, anayasaya uyun! Hangi anayasa? 12 Eylül ürünü 1982 Anayasası. Anayasayı daha demokratik yapalım! Ne yapalım? Anayasanın geçici 15. maddesinin son fıkrasını değiştirelim. Başka ne yapalım? Örneğin zaten 15 yıldır uygulanmayan idam cezasını kaldıralım. İlginçtir, “demokrat cumhurbaşkanı” Sezer’in demokrasisi kapsamına Kopenhag Kriterleri dahi tam giremiyor. Hani şu ulusal azınlıklara kültürel özgürlük, ülkeye de demokrasi getirecek kriterler! Ne diyor Sezer? “katılım ortaklığı belgesine bizim kabul edebileceğimiz öğeleri koyun.” Yani tersinden okursak kabul edemeyeceklerimizi koymayın.


“Yoksulların cumhurbaşkanı” mı?

Cumhurbaşkanı ekonomiye ilişkin olarak; ücretlilerin ulusal gelirden aldığı payın artırılması, gelir dağılımı adaletsizliğinin giderilmesi, eğitim ve sağlığa daha fazla pay ayrılması taleplerini ifade ettikten sonra ekliyor: Küreselleşme kaçınılmazdır, enflasyonla mücadeleye devam edin, nüfus artışını yavaşlatın. Evet cumhurbaşkanı nüfus artışını yavaşlatın diyor. Yavaşlatmazsanız kalkınamayız. Zaten bugüne değin kalkınamamamızın nedeni de hızlı nüfus artışı(!) değil mi?!

Yeni cumhurbaşkanı, Türkiye’nin tüm sorunlarını temelde buna bağlayan ve nüfus planlaması için kampanyalar açan Vehbi Koç’un ruhunu şadedercesine, Türkiye kapitalizminin en temel iktisadi ve sosyal sorunlarını nüfus artışıyla izah ediyor. örneğin Türkiye’de ciddi bir gelir dağılımı eşitsizliği bulunduğunu ifade etmekle birlikte, Cumhurbaşkanı’na göre bunun nedeni yüksek nüfus artışıdır. Yüksek nüfus artışı yalnızca yüksek gelir uçurumu yaratmakla kalmamakta, yanısıra işsizliği artırmakta, çarpık kentleşmeye neden olmakta, çarpık kentleşmenin bir sonucu olarak da, kentlerdeki çok yönlü sosyal ve kültürel sorunları doğurmakta ve ağırlaştırmaktadır. Türkiye kapitalizminin en temel ve en doğrudan sonuçlarının tüm günahı böylece bir kalemde yüksek nüfus artışına havale edilmektedir. Bu sömürü ve soygun düzenini aklamak için herhalde bundan daha kaba ve naif bir düşünce tarzı olamazdı.

Ne diyor Cumhurbaşkanı; “enflasyonla savaşımın yükü dengeli dağıtılmalıdır, dar ve sabit gelirli üzerindeki enflasyon baskısının azaltılması yerinde olacaktır.” Cumhurbaşkanı Türkiye’nin vergi yapısını eleştiriyor; “ücretli ve maaşlıların toplam ulusal gelirden aldıkları pay %25-30 dolayında iken toplam vergilerin bu kesim %60’ını ödemektedir. Bu dengesizlik giderilmelidir.”

Cumhurbaşkanı işsizlikle de mücadele edilmesini istiyor: “Verilerin kanıtladığı acı gerçek son bir yılda 2 milyon 584 bin kişinin daha işsiz kaldığıdır. İşsizlik oranı %17,4’ü bulmaktadır. Eğitimli gençler arasında işsizlik oranı %31.6 ile ülke ortalamasının üzerindedir.

Cumhurbaşkanı tarım kesiminin fakirleşmesinden yakınıyor; bütçede adalete, eğitime ve sağlığa ayrılan payın azaltılmamasını istiyor. Özelleştirmenin kamu yararı ve ülkenin stratejik ihtiyaçları gözetilerek gözden geçirilmesini istiyor. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin tüm açıklığıyla gözler önüne serildiğini söylüyor.

Yüksek oranda işsizlik, gelir dağılımındaki aşırı dengesizlik, bölgelerarası gelişmişlik farkının daha da artması, tasarruf ve yatırım yetersizliği yaşanmaktadır. Ekonomi, ulusal gelir hesaplarının düzenli tutulduğu yılların en ağır üretim ve gelir düşüşüne tanıklık etmektedir.


Cumhurbaşkanı kimin cumhurbaşkanı?

Cumhurbaşkanı’nın bu konuşmasının hemen ardından özellikle reformist sol çevrelerden ve sendika bürokratlarından sesler yükseldi: “Altına imzamızı atarız, çok iyi bir konuşmaydı, Çankaya’da artık cumhur’un başkanı var” vb.

Yıllardır üzerindeki sömürü katmerlenen, maruz kaldığı faşist devlet terörü günbegün azgınlaşan emekçiler için kuşkusuz bu konuşma dahi cumhurbaşkanına dönük ciddi bir güvene kaynaklık edebiliyor. Fakat emekçiler adına politika yapanların ya da işçi sınıfının tarihsel çıkarları uğruna mücadele edenlerin, konuşmanın üzerindeki kabuğu biraz da olsa kaldırıp —hadi öze bakamıyorlarsa bile- hemen kabuğun altına bakabilmeleri gerekir.

Kabuğun hemen altına bakıldığında ise görülen şey, Cumhurbaşkanı’nın demokrasi diye ifade ettiği şeyin faşist cuntanın 12 Eylül Anayasası sınırlarını aşmayan, ordunun güncel çizgisine sahip çıkan, hiçbir ciddi demokrasi adımı önermeyen, süslü fakat içi boş bir söylevden ibaret olduğudur. Bu aslında Türkiye tekelci sermayesinin sözde demokrasi ufkuna dair de ciddi bir veridir. Cumhurbaşkanı’na TÜSİAD üyelerinin verdiği destek bunun güncel ifadesinden başka bir şey değildir.

Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşmada ortaya konan perspektif Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük taleplerinin tekelci sermaye tarafından nasıl bir çerçeve içine hapsedilmeye çalışılacağını göstermektedir. Bu çerçeve içinde ulusal soruna dair hiç bir anlamlı adım yoktur, azgın devlet terörüne, işkenceye karşı hiçbir adım yoktur, emekçiler üzerinde kol gezen örgütsüzleştirme-atomize etme yönündeki adli-polisiye baskılara dair, 12 Eylül döneminin tüm uygulama ve sorumlularıyla yargılanmasına dair, Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın sorumlularının cezalandırılmasına dair, Susurluk’a dair vb. hiçbir adım yoktur.

Bu çerçeve bu haliyle sürdürülmesi olanaksız hale gelmiş faşist devlet aygıtına çekilecek bir hukuk makyajından ibarettir yalnızca. Hatta bu çerçevenin içinde makyajın hukukiliğine dair dahi hiçbir anlamlı adım yoktur. Tekelci sermaye, devletin hukukileştirilmesi olarak pazarladığı bir demokratikleşmeyi, somutta Anayasa’nın geçici 15. maddesinin son fıkrasının (12 Eylül döneminde çıkarılan yasaların Anayasa’ya uygunsuzluğunun iddia edilemeyeceğine dair fıkra) kaldırılması ve Anayasa’ya (12 Eylül’ün faşist anayasasına) uygunluk olarak formüle etmektedir.

Cumhurbaşkanı Sezer’in şahsında Türk tekelci sermayesi kendisi için son derece uygun bir demokrasi figürü bulmuştur. Bu figür toplumda dipten dibe mayalanan demokrasi ve özgürlük taleplerinin sözcülüğüne soyunmakta, fakat somutta hiç bir anlamlı değişiklik önermemektedir. Fakat bu haliyle dahi Cuhurbaşkanı bir anda toplumun gözünde “demokrat cumhurbaşkanı” payesini hak edivermektedir.

Bu konuda sadece küçük bir saptama yapalım. Sezer cumhurbaşkanı olmadan önce Anayasa Mahkemesi üyesidir. Bu mahkeme 12 Eylül’ün hemen ardından, bizzat Evren’in ayağına giderek faşist cuntaya bağlılığını bildiren, HEP’i, DEP’i kapatan, TMY’nin Anayasa’ya uygun olduğuna karar veren o aynı mahkemedir. Sonuçta bu mahkeme 12 Eylül Anayasası’nın mahkemesidir.

A. Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı olmasının ardından çizdiği profil bir tesadüf olarak görülmemelidir. Faşist devlet ‘90’larla birlikte ağırlaştırdığı sömürü ve baskı politikalarını sürekli aynı biçim ve araçlarla sürdüremeyeceğinin farkındadır. Türkiye’deki devlet aygıtı öylesine köhnemiş, öylesine bayağılaşmıştır ki, bu aygıtı bu haliyle korumak, dolayısıyla da sömürü ve baskı politikalarını bu biçimde sürdürmek, kısa vadede mümkün olsa bile uzun vadede olanaklı değildir. Sezer ve sözcüsü olduğu Türk tekelci sermayesi bunun farkındadır. Faşist devlet aygıtını özüne dokunmayacak bir biçimde yenilemek gerekmektedir. Bu yenileme işlemi aynı zamanda toplumda biriken demokrasi ve özgürlük taleplerini massetmenin de bir aracı olacaktır.

28 Şubat’la tüm sermaye katmanları MGK komutasında tekelci sermaye etrafında kenetlenmişti. Bunu egemen sınıfların konsolidasyonu olarak da niteleyebiliriz. Konsolidasyon, uygulanacak İMF patentli yıkım programı ve 10 yıllık Kürt savaşında deşifre olan devletin nefes alması için gerekliydi. İMF programına devletin toplumu baştan aşağı yeniden yapılandırma programı eşlik etti. Fakat bu süreç kaçınılmaz bir biçimde kendi merkezkaç dinamiklerini de yarattı. Toplumdaki sömürüyü sınırlama ve özgürlük taleplerini de mayaladı. Aslında yeniden yapılandırma, bu taleplerin devletin çizdiği yasal sınırlara hapsedilmesi olarak da okunabilir. Önce bu talepler sınırlanacak, ardından sanki sınırları genişletiyormuşçasına bir takım makyajlara girişilecekti. Bu plan AB perspektifi ile de gayet uyumluydu.

İşte bugün Cumhurbaşkanının konumlandığı nokta bu makyaj noktasıdır. Bu anlamda devletin yeniden yapılandırma politikalarının bir alternatifi değil, tam tersine mantıki uzantısı, tamamlayıcısıdır. Bu konumun, yeniden yapılandırmanın 28 Şubat’ın ilk evresinde şoven, militer konumuyla iktidar olmuş Ecevit hükümetiyle çatışması kaçınılmazdır. Çatışma bu sürecin kaçınılmaz bir çatlağıdır aslında. Çatlak bir yanıyla egemen sınıf bloğunun tekelci sermaye etrafında sağlanan konsolidasyonunun sürekli bir MGK gözetimini gereksinmesi ile de ilgilidir. Tekelci sermaye bu MGK gözetimini perdeleyecek bir hukuki kılıfın orta-uzun vadede zorunlu olduğunun, uluslararası kapitalist-emperyalist sistemle daha da bütünleşmek demek olan AB perspektifinin de bunu gerektirdiğinin farkındadır. Buradan bakıldığında, Sezer tam da tekelci sermayenin üniformasız sözcülüğüne soyunmaktadır. Öyleyse Sezer’in dile getirdiği ve ilk bakışta topluma hoş gelen demokratikleşme söylemi, sömürü ve baskı altında bunalan toplumun demokrasi ve özgürlük taleplerinin tekelci sermaye tarafından saptırılması, boşa çıkarılması olarak da okunabilir.

Kuşkusuz burada komplocu bir yaklaşımla bütün bir sürecin tekelci sermaye ve onun devleti tarafından adım adım planlanmış bir senaryo olduğunu iddia etmiyoruz. Fakat tarafların konumlanışını ve sürecin muhtemel gidişini objektif olarak çözümlediğimizde, bütün aktörlerin tekelci sermaye etrafındaki egemen sınıflar bloku ve bu bloğun faşist aygıtının çizdiği çerçeve içinde, sürecin çeşitli evrelerine denk düşen görevler aldıklarını da görürüz.

Kuşkusuz bu süreç egemen sınıflar bloğu açısından tamamen iç çatışmasız bir süreç değildir. Sezer, Ecevit çatışması da böylesi bir iç çatışmayı göstermektedir. Fakat Sezer’in konuşmasının asıl niteliğini deşifre eden ekonomik yaklaşımına bakıldığında, biçimsel olarak dahi Ecevit’ten farklı bir konumda olmadığı görülecektir. “İşsizlik çok, gelir dağılımı adaletsiz, eğitime sağlığa çok para ayırın” vb. söylemlerin kendi başına hiçbir değeri yoktur. Aynı şeyler Ecevit hükümetinin programında da yer almaktadır. Hatta Cumhurbaşkanı’nın hukuk ve demokrasiye ilişkin söylemlerinin benzerlerini de bu programda bulmak mümkündür.

Sezer’e göre ekonomik geri kalmışlığın kökenindeki en önemli maddi neden hızlı nüfus artışıdır. Gelir dağılımı dengesizliği sanki gökten zembille inmiştir ve sermaye sınıfının bu işte rolü hiç yoktur. Ekonomi sınıflar üstü bir alanda, hükümetlerin becerisiyle ilgili bir zeminde yer almaktadır. Çalışkan ve becerikli hükümetler bu yanlışları düzeltir, bu işin sermaye sınıfının aşırı sömürü, aşırı kâr hırsıyla ilgili bir yanı yoktur. Cumhurbaşkanı ülkenin yoksullarının yanındaymış gibi gözükmekle beraber, asıl olarak sermaye sınıfını aklamaktadır.

Fakat bugün Cumhurbaşkanı’nın asıl olarak söylediği şey, göstermelik de olsa artık bir takım demokratikleşme adımlarının atılması zorunluluğu, emekçilere dönük bu yoksullaştırma politikalarının bu azgınlıkla sürdürülmesinin zor olduğudur.


İşçi sınıfı devrimcileri
ve cumhurbaşkanının konumu

Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı ne bir demokrasi havarisidir, ne de salt bir hukuk adamıdır. Sermaye sınıfı ve sermaye devletinin çıkarları Cumhurbaşkanı’nın önceliklerinin ilk sırasında yer almaktadır. Demokrasi adına Cumhurbaşkanı’nın peşine takılmak, tekelci sermayenin bu ülkeyi demokratikleştireceği gibi bir boş inancı topluma yaymakla eş anlamlıdır. Fakat Cumhurbaşkanı-Ecevit ekseninde oluşan çatlağın egemen sınıflar bloku içindeki karşılığını görmemek gibi bir yanlışa da düşülmemelidir. Bu çatlak gerçek bir çatlaktır, fakat yukarıdaki çerçeve sınırlarında.

Sınıf devrimcileri işçi sınıfının demokrasi ve sömürüyü sınırlama yolundaki taleplerine sınıf perspektifiyle önderlik edebildikleri ölçüde, bu çatlağın işçi sınıfı lehine istismar edilebileceğini görmelidirler. Bunun için işçi sınıfının demokrasi ve sömürüyü sınırlama yolundaki talepleri hiçbir biçimde Cumhurbaşkanı’nın peşine takılmadan, bağımsız bir sınıf perspektifiyle ısrarla gündeme getirilmeli, işçi sınıfı ısrarla bu mücadeleye çağrılmalıdır.

Cumhurbaşkanı’nın dillendirdiği konum aynı zamanda bu mücadelenin nesnel zemininin de kanıtıdır. İşçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, bu mücadeleyi, Cumhurbaşkanı ve onun peşine takılan her türden reformist akımdan bağımsız olarak, devrimci bir sınıf ve sosyalizm perspektifiyle gündeme getirmektir.

Burada Cumhurbaşkanı’nın peşine takılan reformistlerin, bu taleplerin samimi mücadelesi içinde değil, demokrasi mücadelesini havale edebilecekleri ve kendi mücadele kaçkınlıklarını gölgeleyebilecek bir figür bulmanın sevinci içinde oldukları görülmelidir. Fakat Cumhurbaşkanı’nın peşine takılmamak ve reformistlerle aynı konuma düşmemek adına Cumhurbaşkan’ının dahi dillendirmek zorunda kaldığı talepleri dile getirmekten çekinen, köşk ile hükümet arasındaki çatlağı görmezden gelen apolitik bir konuma da düşülmemelidir. Bu çatlak gerçek bir çatlaktır. Fakat bu çatlağa Cumhurbaşkanı’nın arkasında saf tutarak yaklaşmak, emekçilerin demokrasi-özgürlük taleplerini tekelci sermayeye yedeklemek demektir.

Öte yandan, “acaba Cumhurbaşkanı’nın ardında saf mı tutmuş oluyoruz?” kaygısıyla apolitik bir konuma da asla savrulunmamalıdır. Bunun yolu işçi sınıfının kendi demokrasi ve özgürlük talebini bağımsız bir biçimde dile getirmesinden geçmektedir. Bu kuşkusuz işçi sınıfı devrimcilerinin görevidir. Bu yapıldığı ölçüde, yukarıda bahsedilen ve aslında egemen sınıflar bloku içinde maddi karşılıkları olan bu faşist düzenin ömrünü bir parça hukuk makyajıyla uzatma girişimi boşa çıkarılabilecektir.

Sezer ne “öteki Türkiye”nin, ne de tüm Türkiye’nin sözcüsüdür. Sezer yalnızca kendisini bulunduğu makama taşıyan Türk tekelci sermayesinin sözcülüğünü yapmaktadır.