ARSIVANA SAYFA
 
19 Ağustos '00
SAYI: 30
İçindekiler
Hacıbektaş Şenlikleri'ne hücre tipi protestosu damgasını vurdu!
Yeni katiamları önlemek için örgütlenelim, hesap soralım!
Devlet işçi ve emekçilere yeni toplu mezarlar hazırlıyor
"Devletin bölgeye ilişkin yaptığı hiçbir şey yok"
Günlük basında 17 Ağustos depremi
Belediye grevlerinin sorunları ve sorumlulukları
Belediye grevleri başladı...
Yeni grevler kapıda...

Küçükçekmece Belediyesi'nde grev kararı...
SEKA'da hareketli günler...
KHK hükümete geri iade edildi...
"Enflasyonla mücadele" balonu patladı
Sendikaları devrimcileştir mek için...
Programda tarım ve köylü sorunu/5
Ortak komite-ortak direniş şiarının güncel önemi
"İlk kurşun" ve Ortadoğu fedarasyonu üzerine
TTB'nin F tipi cezaevi önraporu
Mamak Hücre Karşıtı Platform'dan eylem
F tipi işkenceye izin vermeyeceğiz!
Onurluca çiçeklenen bir yaşama sarılmak
İşçi eylemleri militan Cellatex direnişinin açtığı yoldan ilerliyor!
Bertolt Brecht: Proleter sanatın çalışkan işçisi
Hiroşima ve
bilimin sisteme köleliği

Mücadele Postası
 



 
 
Sendikaları devrimcileştirmek için


Çağıl Boran


Kendi sorunlarına duyarlı işçilerin büyük çoğunluğu, işçi sınıfının süreklileşen kayıplarından özellikle sendikaları sorumlu tutar. Burjuvazinin sınıf içindeki uzantısı sendika bürokrasisi mevcut sendikaların tepesini öyle bir tutmuştur ki, sınıf hareketi, her defasında gelip bu yıkılmaz barikata çarpar, kırılır. İşçi sınıfı, bu barikatlar nedeniyle yeni kazanımlar elde etmek ya da geçmiş kayıpları telafi etmek bir yana, elindeki kırıntıları koruyacak bir mücadele dahi veremez. Oysa başta işgünü ücreti ve çalışma koşullarının düzeltilmesi olmak üzere, bir dizi hak mücadelesinde sendikalara ihtiyaç vardır.

Doğal olarak, hak kayıplarından, ihanet şebekesinin denetimindeki sendikaları sorumlu tutan bir kimse, haksız da sayılmaz. Ne var ki, bu kimse bir işçi ise, hele de az-çok bilinçli biriyse, önce dönüp kendi sorumluluklarına bakmalıdır. Kendi öz-örgütlerinin sermayenin etkili bir silahına dönüşmesine seyirci kalan, sorumluluğun en büyüğünü taşıyordur.
Bugün kendi işkollarında bile marjinal kalan birkaç sendika dışında, sendikal bürokrasi mekanizmasını aşan hiçbir sendika yoktur. Özellikle öncü, bilinçli işçiler, sendikaların mevcut durumunu bildikleri, bürokrasinin ihanetini her TİS döneminde, her tenkisat saldırısında, her mücadele girişimi sırasında yeniden yeniden yaşadıkları halde, halen bürokratlardan medet umabilmektedir. Ya da bir şeylerin salt ‘istemek’le, ‘arzu etmek’le değişebileceğini düşünebilmektedirler. Keza, yapılması gereken bir takım işleri, beklemeci bir anlayışla yukarılara havale edebilmektedirler...

Örneğin DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlü işçilere bakalım. Sorunlarla az da olsa ilgili işçilerin büyük çoğunluğu, 12 Eylül öncesi DİSK’i tekrar yaratmaktan, DİSK’in eski DİSK olması gerektiğinden bahseder. Bunun yolunun da ‘tepedekiler’in dürüst ve mücadeleci olmasından geçtiğini düşünürler. Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü ileri işçiler de, DİSK sözkonusu olduğunda genellikle bu düşünceleri paylaşırlar.

Eski DİSK arayışı, aslında mücadeleci bir sendika ve sendikal önderlik arayışıdır. İşçi sınıfı hareketinin ‘91’de kırılmasından sonra sermaye, sınıfa hiç aman vermemiştir. İşçi sınıfı, ‘90’lı yıllar boyunca sürekli kayıplar vermiştir. Dönem dönem bazı mevzi kazanımlar edinilse de bunlar, çok geçmeden yitirilmiştir. Dahası, mücadele aracı olan sendikal örgütlülüklerin kendileri sürekli kan kaybetmiştir, kaybetmektedir.

Sadece kayıtlı 10 milyon civarında çalışanın olduğu bir ülkede, ancak 1.5 milyon işçi-emekçi örgütlüdür. Bu durum, mücadeleci bir sendikal önderliği sınıf için yakıcı bir ihtiyaç haline getiriyor. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki; 12 Eylül karşısında kılını kıpırdatmayan, yöneticilerinin kışlalarda kuyruklar oluşturarak generallerden el aldığı bir DİSK bile bugün özlemle anılıyor ve umut olarak görülüyor. DİSK’in Türkiye işçi sınıfı tarihi içindeki yeri, oynadığı rol elbette ki görmezden gelinemez. Fakat bunun, sınıfın örgütlü olarak mücadeleye katılmasından kaynaklandığı da aynı oranda inkar edilemez. Herşeyden önce taban örgütlü olmasaydı, harekete geçmeseydi, DİSK gibi bir sendika olabilir miydi? O çok aranan 12 Eylül öncesi DİSK’e rağmen verilmiştir bir yığın mücadele. Yöneticilerin yaptığı, hareketin önüne düşüp sınıfı düzene kanalize etmekten ibarettir çoğu kereler. Ortalama bilinçli her işçinin bildiği 15-16 Haziran direnişi bunun en dolaysız örneğidir.

Dolayısıyla, mücadeleci bir sendikal önderlik, eski DİSK’i aşan bir kapsama sahiptir. Demek oluyor ki, eski DİSK’ten ötesini düşünmek gerekiyor. Tabii tekrar tekrar yarı yolda kalınmak istenmiyorsa...

Eski DİSK sınırlarında bir araç için bile halihazırdaki bürokratik mekanizmayı aşmak gerektiği ise, her gün yeniden kanıtlanmaktadır. Bürokratik çarkın dişlileri arasındaki hiçbir iyi niyetli birey-sendikacı, kendi başına DİSK’i eski haline getiremez. Bu bir yana, kalkıp iyi birer bürokrat olan “sendikacı”lara umut bağlayan güya bilinçli işçiler bile var. Hadi diyelim ki ‘iyi niyetli sendikacılar’ın bir şeyleri değiştireceğine inanmak kendi kendini kandırmaktır. Ya bürokratlara umut bağlamaya ne denir? Mesela bugün çok güncel olan ve acilen yanıtlanması gereken bir saldırı olarak işkolu barajı uygulaması karşısındaki tutumlar, bürokratlar konusunda bir şey anlatmıyor mu? Taban basıncını önden göğüslemek, günü geldiğinde de ‘şunları şunları yaptık, fakat...’ demek niyetiyle ortaya konulan sınırlı tepkiler dışında, hiçbir sendika doğru dürüst bir karşı duruş sergilemiyor. Açıklamalarla işi kotarmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfını oyalayarak örgütsüzleştirme saldırısını kanıksatmaktır bu yapılan. Başkanı baraj saldırısını destekleyici açıklamalar yaparken sesi çıkmayan Türk-İş bir tarafa, güya saldırıya karşı mücadele kararı alan DİSK’in yaptığı başka türlü değerlendirilemez. Böyle bir DİSK’in yönetiminden ya da tek tek yöneticilerinden eski DİSK’i bekleyenler varsın kendileri düşünsün artık.

Sendikaların ortadaki tablosu, mücadeleci bir sendikal örgütün ve önderliğin bir kez daha ancak işçi sınıfının kendisi tarafından yaratılabileceğini anlatır. Sınıf örgütlerinin sermayenin elinde bir silah olmaktan çıkıp sermayeye karşı bir silaha dönüşmesi için, bir dizi temel sorumluluğa sahip çıkmak ve gerekleri doğrultusunda hareket etmek gerekiyor. Tabii bunun muhatabı en başta öncü, bilinçli işçilerdir. İşçi sınıfı sorumluluklarını omuzlarsa, ya o ‘yıkılmaz’ görünen sendika bürokrasisi barikatı paramparça edilerek sendikalar gerçek sınıf örgütlerine dönüşür ya da sendika bürokrasisinin hakimiyetindeki aygıtları anlamsızlaştıracak yeni sınıf örgütleri oluşur.

Sorumluluğun gereklerinden biri, işyeri/birim örgütlerini -komite- oluşturmaktır. Bugün TİS, grev vb. mücadele dönemlerinde genellikle taban örgütleri oluşturuluyor. Fakat bunlar, TİS ya da grev noktalandığında dağılıyor. Oysa işyerindeki örgütlülük düzeyinin sürekli geliştirilmesi, birlikteliğin sağlamlaştırılması, en gerideki işçilerin bile mücedeleye kazanılması ve eğitilmesi, patronların manevralarını boşa çıkaracak taktiklerin sürekli üretimi, özgül ve genel sorunlarla ilgili toplantılar-etkinlikler-eylemler düzenlenmesi vb., oldukça hayati bir takım işler hep güncelliğini koruduğundan, birim örgütünün (işyeri komitesinin) sürekliliğini sağlamak şarttır. İşyerindeki sözkonusu işleri sadece temsilcilere bırakmak ve yapmalarını beklemek saflık olur. Hele de sendikal demokrasinin işletilmediği, temsilcilerin seçimle değil, genelde atamayla işbaşına getirildiği ve kaşarlanmış bürokratlarla karşı karşıya olunduğu bugünkü koşullarda... Kaldı ki, temsilcilik görevinin gereğince yerine getirilebilmesi için bile işyerindeki her bölümde ayakları olan birim örgütleri-komiteler gereklidir.

Sendikaları sermayeye karşı silaha çevirmenin ikinci bir koşulu, sendikalardan uzaklaşmak değil, tersine, bürokratların istediği gibi cirit attığı kurumlar olmaktan çıkaracak tarzda sendikalara sahip çıkmaktır. Sendikalar işçilerin örgütleridir; sınıfın mücadelesiyle kurulmuş, işçilerin alınteriyle ayakta durmaktadırlar. Normalde her işçinin (ister sendikalı olsun, ister sendikasız) böylesine kendisine ait olan bu örgütlere kıskançlıkla sahip çıkması gerekir. Oysa bugün sendikalı işçilerin büyük bir çoğunluğu bile, sendikaları kendilerinin dışında, başkalarına ait birer kurum olarak görmektedirler. Böyle olduğu için de bürokrasi, borusunu istediği gibi öttürmektedir. Buna izin vermemek işçilerin elindedir. Ve bu ancak taban örgütleri sayesinde başarılabilir.

Üçüncü koşul, eylem konusundaki tutumla ilgili olanıdır. İşçi sınıfının çıkarları ile sermayenin çıkarları taban tabana zıt olduğundan, gerek işyerindeki özgül sorunların çözümünde, gerekse genel olarak sınıfın sorunlarını çözmekte uzlaşmayı istemek, eylemlerden öcü gibi korkmak, mesela “biz grev taraflısı değiliz” demek, daha baştan kaybettiren bir yanılgı anlamına gelir. Eylem, sınıfın eğitim yoludur. Öncü, bilinçli işçiler meseleye öncelikle buradan bakmazlarsa ne bir hak elde edebilir ne de sendikalar kurtarılabilir. Bugün özgül sorunların, mesela bir işyerindeki TİS’in bağıtlanması, fazla mesai uygulaması, işçi çıkarılması vb.’nin karşısında hiçbir şey yapılamayabiliyor. Bunu yapmayan, sınıfın genel sorunları karşısında harekete geçmeyi hiç düşünmez. Başka fabrikalardaki işçilerle dayanışmak aklına bile gelmez ya da gerçek dayanışmanın yine eylem olduğunu görmezden gelir... Böyle olduğu sürece, sendika bürokrasisi tabii ki keyfince hareket eder, bu mekanizmanın etkinliği yıkılmaz gibi görünür.

Nihayet en önemli koşul, sınıfın politik mücadeleye katılmasıdır. Sendikaların devrimcileştirilerek gerçek sınıf örgütlerine dönüştürülmesi, politik mücadele olmaksızın mümkün değildir. Çünkü sermaye ile işçi sınıfı arasındaki her tür mücadele illa ki politik bir yan içerir ve bu sınıf çatışması ancak iktidarı ele geçirme hedefi varsa başarıyla yürütülebilir/sonuçlanabilir. Tersi durumda her yol, sermaye düzeni zemininde uzlaşmaya varır. Sermaye iktidarı yıkılmadıkça, düzen parçalanmadıkça, sınıf, bugün kazandığını yarın kaybeder. Tarih bunun böyle olduğunu defalarca göstermiştir, göstermektedir. Mesela gündemdeki baraj saldırısı ile, sınıfın kan-can bedeli kabul ettirdiği sendikal örgütlenme, toplu iş sözleşmesi yapma vb. kazanımlara kolayca el uzatılıyor.

Bilinçli işçiler, politik savaşımın bir sınıf partisini zorunlu kıldığını pekala biliyorlardır. Bu parti de ancak komünist bir işçi partisi olabilir. Bu parti kurulmuş, bir mücadele yürütmektedir. Parti’nin program kılavuzluğunda yürüttüğü savaşım, sermaye iktidarı karşısında sınıfın çıkarlarını sonuna kadar savunan, iktidar da dahil bu çıkarların tümüyle gerçekleşmesini sağlayacak tek gerçek politik mücadeledir. İşçi sınıfının ve emekçilerin genel çıkarları ve bunlara paralel olarak da güncel talepleri bu mücadelede dile getirilmekte ve bunu komünist işçi partisi temsil etmektedir.

İşçi sınıfının mücadele geleneğine sahip çıkmak, hafızayı diri tutmak, geleneği geliştirmeye çalışmak elbette olumlu bir tutumdur. Fakat bu, 12 Eylül öncesi DİSK’ten ötesini, devrimci sınıf sendikaları için mücadeleyi gerektirir. Dolayısıyla, sınıfın bilinçli kesimleri, her bir bireyi, sendika bürokrasisinden ya da tek tek sendikacılardan medet ummayı bırakıp, Parti çatısı altında toplanmalıdır. Çünkü sendikaların devrimcileştirilerek gerçek sınıf örgütlerine dönüştürülmesinin yolu buradan, Partili mücadeleden geçer...