ARSIVANA SAYFA
 
19 Ağustos '00
SAYI: 30
İçindekiler
Hacıbektaş Şenlikleri'ne hücre tipi protestosu damgasını vurdu!
Yeni katiamları önlemek için örgütlenelim, hesap soralım!
Devlet işçi ve emekçilere yeni toplu mezarlar hazırlıyor
"Devletin bölgeye ilişkin yaptığı hiçbir şey yok"
Günlük basında 17 Ağustos depremi
Belediye grevlerinin sorunları ve sorumlulukları
Belediye grevleri başladı...
Yeni grevler kapıda...

Küçükçekmece Belediyesi'nde grev kararı...
SEKA'da hareketli günler...
KHK hükümete geri iade edildi...
"Enflasyonla mücadele" balonu patladı
Sendikaları devrimcileştir mek için...
Programda tarım ve köylü sorunu/5
Ortak komite-ortak direniş şiarının güncel önemi
"İlk kurşun" ve Ortadoğu fedarasyonu üzerine
TTB'nin F tipi cezaevi önraporu
Mamak Hücre Karşıtı Platform'dan eylem
F tipi işkenceye izin vermeyeceğiz!
Onurluca çiçeklenen bir yaşama sarılmak
İşçi eylemleri militan Cellatex direnişinin açtığı yoldan ilerliyor!
Bertolt Brecht: Proleter sanatın çalışkan işçisi
Hiroşima ve
bilimin sisteme köleliği

Mücadele Postası
 



 
 
“Enflasyonla mücadele” balonu patladı...


Temmuz ayı enflasyon rakamları sermaye cephesinde hararetli tartışmalara yol açtı. DİE’nin verilerine göre (ki, istatistikleri sermaye lehine olabildiğince çarpıtan bir kurumdur), Temmuz’da gerçekleşen enflasyon oranları (TÜFE’de %2.2; TEFE’de %1), hedeflenen oranın 3 katı büyüklüğündeydi. Türk-İş’in araştırmasına göre ise TÜFE’deki artış oranı %6.1. DİE’nin verilerine dönersek; yıllık fiyat artış hızı, Temmuz 2000 sonu itibarıyla toptan eşyada %52.3, tüketici fiyatlarında ise %56.2 olarak gerçekleşti.

Bu rakamlar, ‘99’un ilk 6 ayında gerçekleşen yıllık fiyat artışlarının dahi üzerindedir. Enflasyon programını tutturmak için Merkez Bankası’nın döviz kurları üzerinde yaptığı denetime bağlı olarak; 2000’in ilk 6 ayında ihracat genelde gerilerken (Temmuz’daki gerileme %6.8), ithalat hızlı bir artış gösterdi. Dış ticaret ve cari işlem açıkları büyüdü.

Oysa İMF-TÜSİAD hükümetinin Aralık ‘99’da açıkladığı 2000 yılı enflasyon düşürme programına göre, yıllık TÜFE 2000 yılı sonunda %25’e, 2001 sonunda %12’ye, 2002 yılında ise %7’ye indirilecekti güya.

Ortadaki iflasın izahı için, Merkez Bankası Başkanı ile Hazine Müsteşarı tarafından sermayedarlara, “devlet üzerine düşeni yaptı, ama özel sektör keyfince zam yaparak enflasyonu arttırdı” yönlü suçlamalarda bulunuldu. Sermaye devleti gerçekten de yapacağını yapmıştır, yapmaktadır.

Bir; özelleştirmek için zararda gösterilen KİT’lerin ürettiği ürünlerin (özellikle özel sektör için hammadde teşkil edenlerin) fiyatları olabildiğince donduruldu. İki; enflasyonu indirmek bahanesiyle ücretler aşağı çekildi. Üç; tarım ürünlerinin, özellikle sanayi hammaddesi olanların fiyat artışı sınırlandırılarak küçük üretici köylü perişan edildi. Dört; Merkez Bankası döviz kurlarındaki ayarlamayla faizleri aşağı çekerek sermayedarlara ucuz kredi olanağı sağlandı. Beş; katrilyonlarca liralık iç borç geri ödemeleri (Ağustos ayında yarıya yakını anapara, yarıdan fazlası faiz olmak üzere, 5 katrilyon 584 trilyon lira iç borç geri ödemesi yapılacak) ile üretenlerin alınterlerinin sermayeye hortumlanmasına devam edildi.

Bu, “özel sektör, maliyetler düşmekte olduğu halde fiyatları arttırarak, enflasyonla mücadeleye destek olacağı yerde köstek oluyor” demekti. ATO, İSO, TZOB, TİSK, vb. patron örgütleri, kendilerinin günah keçisi ilan edilmesinin saçma olduğunu; kamudaki artışları rapor haline getirip gerçek suçluyu ortaya koyacaklarını; ama yine de “kamu mu, özel sektör mü” ayrımına gidilmesinin yanlışlığını, enflasyonla mücadelenin hep birlikte verilmesi gerektiğini; ekonomik program hedeflerinin yeniden gözden geçirilmesini istediklerini dile getirdiler. Dahası, özel sektörün suçlanması “serbest piyasa ekonomisi”yle bağdaşır mıydı hiç?

Nitekim iktisatçı bir profesör de bu konuda şu açıklamayı yapıyor; “Öğrencilere ilk öğrettiğimiz şeylerden biri kapitalistlerin kâr maksimizasyonu peşinde koştuklarıdır. Yani, ellerinde hangi olanaklar varsa, onları sonuna kadar kullanarak en yüksek kârı elde etmeye çalışırlar. Tüketicilerin de fayda maksimizasyonu peşinde koştuklarını söyleriz öğrencilere...” Prof. Ahmet Çakmak, 5 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında, “üstelik kapitalizmin mümkün olan en iyi dünya olduğu da bunlara dayanılarak gösterilir” diye ekliyor.

O halde, hükümet ve bürokratlar, kapitalist sistemi ayakta tutmaya çalışıyorlar, ama kapitalizmin yasalarını gözardı ediyorlar! Bu hiç şaşırtıcı değil; zira kapitalizm, çözümünü ancak proleter devrimle bulacak bir çelişkiler yumağıyla karakterize olan bir sistemdir.

Tartışmalar Ağustos’un ilk haftalarında yoğunlaştı. İşçi sınıfı ve emekçilerden ses seda çıkmayınca, ortadaki iflas tablosuna ve kandırmacaya seyirci kalınınca, sermaye cephesi sahte atışmaları bırakıp işine yöneldi. “Enflasyonu düşürme”, “düze çıkma” yalanlarıyla “ekonomik istikrar programı” adı altında yürütülen İMF patentli saldırı tahkim edilerek sürdürülüyor.

Yaşanan durumun işçi-emekçiler açısından anlamı da bunun üzerinden değerlendirilebilir. İşçi ve emekçiler, fedakarlık masalıyla kendilerine dayatılan sefalet ücretlerine, özelleştirmeye, sendikasızlaştırmaya/örgütsüzleştirmeye, tensikatlara vb.’ne katlandığı halde, düze çıkıldığı yok. Her yeni gün, bir öncekini aratıyor. İşçiler-emekçiler kendilerinden feda ettikçe, patronlar kârlarına kâr katıyor. Demek ki, sermaye cephesi bu tür tartışmalarla, birincisi İMF programını hoş göstermeye, sorunun programda olmadığına inandırmaya çalışıyor. İkincisi, çıkabilecek sesleri, çeşitli gerekçelendirmeler yaparak önden bloke etmiş oluyor. Gerçekleri bulanıklaştırarak, işçi ve emekçilere sahte hedefler yaratıyor. (Sendika bürokrasisi, suya sabuna dokunmayan açıklamalarla bu oyunda sermayeye gereken desteği sunuyor.) Ve nihayet, enflasyon tartışması özelinde bir kez daha kapitalist devletle bunun sahibi olan sınıfı birbirinden ayırarak (sanki İMF porgramı dosdoğru burjuvazinin palazlanması için uygulanmıyormuş gibi), ideolojik manüplasyonunu sürdürüyor. Böylece, emekçi kitlelerin “aynı gemide ortak fedakarlık” masalına inanarak seslerini çıkarmamaları güvencelenmiş oluyor.

Sermaye iktidarı bu tür çabalarında başarılı olduğu sürece, İMF programı işlemeye devam edecek. Dolayısıyla, işçi ve emekçi sınıfların kayıpları katlanarak sürecek. Neticede Türkiye kapitalizminin çivisi en başından çıkmıştır. Kriz ve istikrarsızlık onun yapısında vardır. Parti Programı bunu şöyle temellendiriyor: “Emperyalizm iktisadi ve mali bunalımlara da dünya ölçüsünde bir karakter kazandırdı. Onları çok daha şiddetli ve yıkıcı hale getirdi. Sistemin hiyerarşik yapısı, bunalımların zayıf ve bağımlı ülkelere fatura edilmesini kolaylaştırdı. Böylece bağımlı ülkelerin iktisadi ve toplumsal yaşamında kronik sorunlara ve ağır yıkımlara neden oldu.” (1. Bölüm, madde: 19)

Yine parti programının saptadığı gibi; “Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde yer alan” bir ülke olduğuna göre, ekonomik istikrarı sağlamak, gerçekleşmesi imkansız bir hayaldir. Yıllardır fedakarlığa çağrının temel argümanı olan “enflasyon canavarı ile mücadele”deki hüsran ve acz, bunu defalarca kanıtlamıştır.

Kaldı ki, “canavar”la mücadele edildiği de yok. Mücadele, İMF programlarının hayata geçirilmesi için veriliyor. İMF’nin amacı ve yaptıkları ise apaçık ortadadır. Eski bir İMF yetkilisi olan Davison L. Buddhoo, ‘89 yılında yazdığı istifa mektubunda, bu konuda şunları söylüyor:

Beş yıl kadar önce Başkan Reagan (dönemin ABD Başkanı) bize, üçüncü dünyayı kapitalizm çarkının serbestçe döneceği yeni bir alan yapmamız konusunda sıkı bir talimat vermişti. Ve biz o zaman ne büyük bir sevinçle, ne büyük bir görev duygusuyla işe atılmıştık. 1983 yılından sonra yaptığımız şey, ‘Ya güney yarım küreyi özelleştireceğiz, ya öleceğiz’ kararlılığına dayanıyordu. İşte bu amaca ulaşabilmek için biz, 1983-88 yılları arasında (aslında halen de sürüyor) Latin Amerika ve Afrika’da (tüm bağımlı ülkeler demek daha doğru) alçakça, ekonomik bir kumarhane yarattık.” (Bkz. Cumhuriyet, 15 Temmuz ‘00).

İşte Türkiye’de yıllardır yapılan budur ve son İMF programı bu durumu ağırlaştırmaktan, yaşamı halk için büsbütün çekilmez hale getirmekten ibarettir.

İMF programlarının bir parçası olarak “enflasyonla mücadele” argümanı, ekonomik ve siyasi istikrar çerçevesinde dile getiriliyor. Ücretlerinin düşük tutulmasına rağmen fiyatların sürekli artışı karşısında bunalan işçi-emekçilerden “düze çıkmak” yalanlarıyla sürekli fedakarlık isteniyor. Boğazına kadar borca batmış, özelleştirme adı altında tüm zenginlikler emperyalist tekellere ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilen, görevleri İMF’ye (dolayısıyla emperyalizme) uşaklık olan hükümetlerin ikide bir kurulup yıkıldığı bir ülkede istikrar söylemi, düzenin varlığını devam ettirme çabasının kılıfıdır.

Daha da ötesi; istikrar, yağma-talan düzeninin ayakta kalması anlamına geliyor. Ekonomik teröre eşlik eden faşist baskı ve terörün dozajının günbegün artırılması da, bunun böyle olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. İşçilerin en küçük hak arama/koruma eylemleri polis copu-asker dipçiği, gözaltı ve yargı terörüyle bastırılıyor. Özelleştirmeye karşı eyleme geçen SEKA işçileri asker-polis tarafından acımasızca dövüldü, birçok işçi yaralandı. Kamu emekçileri, memurlar için çıkarılan KHK ile sorunsuzca işten atılabilecek. Gençlik YÖK-polis-soruşturma-yargı cenderisinde sürekli eziliyor. İMF politikalarından ötürü, tüccara-tefeciye-devlete borcunu ödeyemeyen köylüye cezaevi yolu gösteriliyor. Tutsaklara, dolayısıyla sermaye iktidarı karşısında ses çıkarma potansiyeli olup da cezaevine düşme tehlikesiyle yüzyüze olan tüm ezilen ve sömürülenlere, F tipi hücreler dayatılıyor. F tipi karşıtlarının eylemleri vahşi bir şekile bastırılıyor, tutsak yakınları gözaltına alınıp işkenceden geçiriliyor. Yıllar boyu yakılmadık köyü-ormanı kalmayan, olmadık vahşete maruz kalan Kürt halkına, şimdilerin “Demokratik Cumhuriyetçiler”inden sağlanan destekle, tam bir teslimiyet ve asimilasyon dayatılıyor...

Bunlardan da anlaşılacağı gibi, sermaye iktidarının saldırısı bütünlüklüdür. Ekonomik istikrar diye İMF-TÜSİAD yıkım programının, siyasal istikrar diye faşist baskı ve terörün uygulanmasında, sermayenin tüm kuvvetleri bütünlüklü hareket etmektedir. Düzen güçlerinin sahtekarlıklarına, “düze çıkmak” türünden masallarına prim verildikçe; topyekûn dayatılan yıkıma ses çıkarılmadıkça, çürümüş düzenin varlığını sürdürme “istikrar”ı da bozulmayacaktır. Yıkım saldırısının istikrarını bozmak için, sorunlara bütünlüklü bir yaklaşım, ezilen ve sömürülen kitlelerin-tüm güçlerin bütünlüklü duruşu gereklidir. Zira, topyekûn saldırı ancak birleşik-militan mücadele işçi-emekçi mücadelesi ile püskürtülebilir.