Ortalama 40 bin cana malolan birinci Marmara depreminin üzerinden bir yıl geçti. Bırakın yaraların sarılmasını, büyük yıkımın büyük enkazı, bir ibret tablosu olarak ortada duruyor. Sahipsiz cenazelerin bile ortada bırakılmadığı bir toplumda, deprem kayıplarını gizleyecek bir kimsesizler mezarlığı dahi bulunamıyor.
Depremin ezip açıkta bıraktığı en büyük enkaz, kapitalist devlet, çürümeye ve çevreyi zehirlemeye devam ediyor. Depremin ardından, bu toplu katliamın tek sorumlusu ve suçlusu olduğu halde, suçunu gizleme telaşıyla da olsa, can kurtarma çalışmalarına el uzatmamış, tersine, onbinlerce emekçi beton mezarların altında inler/milyonlarcası can havliyle çırpınırken, geride kalanlar için alelacele mezarda emeklilik yasasını çıkarmıştı. Özetle, deprem yıkımı sırasında ve sonrasında, saymakla bitmez tüm icraat ve açıklamalarıyla, suçüstü yakalanmıştı. Kızılayından Sağlık Bakanına, Cumhurbaşkanından Başbakanına, tüm resmi kişi ve kurumlar şahsında, kapitalist devletin, insana ve topluma ne denli yabancılaştığı, hatta düşmanlaştığı (devlete tepkiler salt duyarsızlığından değil, engelleme ve yağma girişimleri nedeniyle de büyümüştü) ortaya çıkıvermişti.
Ancak tepkilerin örgütsüzlüğü, yıkımın sorumlularının yakasına yapışılmasını engelledi. Böylece, depremin halkta açtığı yaralar kanamaya devam ederken, devlet kendi yaralarını sarmayı başardı. Sadece siyasal-ideolojik açıdan değil, parasal açıdan da, deprem, devlet için ek gelir kaynağına dönüştü. Depremden sağ çıkanlar açlık ve perişanlıktan kırılırken, onlar için toplanan yardımlara el konuldu, asla hesabı verilmedi. Bir yıldır, birbiri ardına gerçekleştirilen tahkimat operasyonlarını, yine birbirine eklenen işçi ve emekçilere saldırı programları izledi.
Bir depremin böylesine büyük bir yıkım ve katliama dönüşmesinin tek sorumlusu sermaye sınıfı ve devletidir. 17 Ağustos bunu komünistlerin ve devrimcilerin bir ithamı olmaktan çıkarmış, çıplak bir gerçek haline getirmiştir. Sermaye devleti sadece çarpık ve plansız yapılaşma, inşaat sektöründeki hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet mekanizmasıyla değil, halktan bilgi gizleyerek, yalan söyleyerek de toplu katliamlara imza attı. 12 Kasımdaki can kayıplarının tamamı bu yüzdendir. Bilim adamlarının tüm uyarılarına rağmen halk, adeta zorla, 17 Ağustosta hasar gören binalara sokuldu ve bu yıkıntılar onların mezarı oldu.
Yaşanan depreme ilişkin her konuda, devletin tüm istatistikleri ve tüm yetkilileri yalan söyledi, söylemeye devam ediyor. Tüm bölge halkının, tüm Türkiyenin ve dünyanın bildiği 40 bin ölü, devlet istatistiklerinde ısrarla 18 bin olarak gösterildi. Toplanan yardımlar küçük/yapılan harcamalar büyük gösterildi. Çocuk-büyük çok sayıda insan kaybı var. Enkazdan sağ çıktığı, ambulansa bindirildiği görülen, sonra birden ortadan kaybolan, ne ölüsüne ne de dirisine ulaşılamayan insanlara ne olduğu hakkında tek kelime söylenmiyor. İç organları yokolmuş cesetlerden de sözetmiyor devlet erkanı. Bu suskunluğun nedeni, tıpkı uyuşturucu ve silah mafyası gibi, organ mafyasının da devlet denetiminde çalışması mı yoksa?
Sadece devlet erkanı mı? Asalak burjuvaları ve medyası, hatta sözde bilim adamları, çok geçmeden devletle ağız birliği etti. Herşeyi devletten beklememe teranesi tutturdular. Aslında bunun en iyi yanıtı, depremzedenin gölge etmesin başka ihsan istemiyoruz feryadında gizliydi. Gerçekten de, eğer devlet yardımları engellemese, buna rağmen toplanabilenler yağmalanmasa, en azından sağ kalanlar bugün böylesine perişan olmaz, bölgede deprem yıkımı bir yıldır sürüp gitmezdi. Pek çok devletin ve uluslararası sivil kuruluşun, yardımları depremzedelere kendi elleriyle-yerinde teslim etmek istemesi, Türk devletinin bu özelliğinin sadece Türkiyede ve deprem bölgesinde değil, dünyada da bilindiğini gösteriyordu. Aslında 17 Ağustostan sonra devletten beklemeyin uyarısına da gerek kalmadı. Çünkü insanlar artık devletten beklemedikleri şeylerden değil, beklediklerinden korkmaya başlamışlardı. Devlet çarkının kendi kanlarıyla döndüğünü, kendi bedenlerini öğüttüğünü nihayet görmüşlerdi.
Herşeyi devletten beklememe teranesi, sadece, yardım miktarının gizlenmesi/iç edilmesi/peşkeş çekilmesinin üstünü örtme amacıyla değil, devlet bütçesinin nerelere harcandığını da gizlemek için kullanıldı. Enkaz altından insan kurtarmaya, kurtulanların yaralarını sarma, karınlarını doyurma, sırtlarını giydirmeye gelince, bütçe açığından, ekonomik darboğazdan, kaynak yokluğundan yakınanlar, batık bankaları kurtarmak için, kanlı düzenlerine muhalefet edenleri gömmek üzere hücreler inşa etmek için, trilyonlarca lirayı gözlerini kırpmadan feda ettiler. Eğer kaynak yok sözlerinde birazcık gerçek varsa, hücre cezaevlerinin yapımı için kullanılan paraları da, depremzedelere gelen yardımlardan çaldıklarını itiraf etmeleri gerekir.
Sermaye devletinin 17 Ağustostan bu yana sadece depremzedelere karşı işlediği suçların listesi saymakla bitmez. Bu nedenle, burada en ağırlarının çetelesini çıkarabiliyoruz. Ancak, işlediği suçların işleyecekleri yanında hiç kalacağı bilinmelidir. Bilim adamlarının üstünde ortaklaşabildiği tek nokta, İstanbulu da etkileyecek bir Marmara depremidir. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu, 17 Ağustostan çok daha büyük yıkım ve katliama dönüşecektir. 17 Ağustosa hazırlıksız yakalandıkları için, insanları susturmakta, yardımları engellemekte gecikmişlerdi. Ama artık derslerini aldılar! Bilim adamlarını, basın-yayın organlarını rüşvet-tehdit-yasak-şantaj olmadı suikast yoluyla susturabilir, uyarıları halktan gizleyebilirler. İstanbulu anında ablukaya alabilir, tüm giriş-çıkışları yasaklayabilir (ölüsoyucu çeteleri dışında tabii ki), tüm dayanışma yollarını kapatabilirler. Bugün 17 Ağustos anma etkinliklerine konan yasak, gelecekte yaşanacak her türlü pisliğin garantisidir. Geleceğimize yönelik adım adım planlanan büyük suçun bir cephesinde, bu, yeni deprem-yeni toplu kıyım hazırlığı bulunuyor.
İkinci cephesinde ise, 17 Ağustostan sağ kurtulanlar için yeni yıkım/yeni katliam hazırlıkları var:
Kalıcı konutların yapımı, 17 Ağustosta yıkılan binaların mimarlarına ihale edilmiş durumda. Yani devlet, sadece kendi resmi suçlarıyla yetinmiyor, bireysel suç ortaklarını da finanse ediyor. Kalıcı konut adı altında, depremzedelere yeni toplu mezarlar hazırlanıyor.
Bu çıplak ve çirkin gerçekler, kuşkusuz en ağır insanlık suçlarındandır. Ancak, aynı zamanda sermaye düzeni ve devletinin temel karakterini gösteren belgelerdir de. Sermaye düzeni; sadece malların değil, insanın ve insanlığa ait her şeyin (sağlık, eğitim, bilim, ahlak, güzellik, cinsellik, vb, herşey) pazara çıkarıldığı, parayla alınıp satıldığı bir düzendir. Ücretli-emek köleliğini kurumlaştıran bu paracı düzende, emekçi insana ürettiği mal kadar bile değer biçilmemektedir. Sadece beyaz eşyaların fiyatlarıyla asgari ücret arasındaki kıyaslama bile bunu sergilemeye yeter. Temel karakteri böyle olan bir düzen ve devlet, elbette (ve fay hattında olduğunu bile bile) sanayiini ulaşıma en az masraf yapacağı İstanbul-İzmit hattında kuracaktır. Bu fabrikalara akın eden işçilerin nerede ve nasıl yerleşeceği ise, sanayicileri de devleti de ilgilendirmez. Daha doğrusu, işin ucu paraya dayanıncaya kadar ilgilendirmez. Gecekondular mantar gibi çoğalmaya başlayınca da önce arazi mafyası, ardından katil müteahhitler para kokusunu alıp bölgeye damlar. Karapara ve rant ekonomisi -devlet denetiminde- tıkır tıkır işlemeye başlar. Yaş biriketlerle örülmüş tek odalı-izbe kondular, daire karşılığı müteahhitler tarafından bir bir kapatılır. Sonra ne mi olur?
Sonra 17 Ağustos, sonra 12 Kasım olur. Arsa karşılığı daireler, lüks siteler kumdan şatolar gibi çöker. Her biri, içindeki işçi-emekçiye, çoluğu-çocuğuna, umuduna-düşüne mezar olur. Bu kez de, düzenin kanlı çarkları 40 bin emekçinin mezarlarını kazmaya koyulur. Gelsin yardım paraları-gitsin ihale yağmaları.
Hiçbir depremzede emekçi bu gerçekleri yadsımıyor. Kimi daha az, kimi daha fazla, ama hepsi 17 Ağustosla birlikte durumun bilincine varmış bulunuyorlar. Ne var ki, gerçekleri şöyle-böyle görebilmek sorunu çözmeye yetmiyor. Yaşanan sorunun kaynağını bilenlerin, çözüm yolunu da göstermesi/eylemini de örgütlemesi gerekiyor.
Yeni deprem yıkım ve katliamlarını önlemenin tek yolu bu görev ve sorumluluğun hakkıyla yerine getirilmesinden geçiyor.