ARSIVANA SAYFA
 
1 Temmuz '00
SAYI: 24
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
Düzen cephesinde krizler ve reformist solda hayaller
"Kriter" tartışmaları ve teslimiyet platformu...
"Kophenag kriterleri" tekerlemesi ve...
Sistem kontr-gerillasız yapabilir mi?
Sermaye patronları açık köle pazarına dönmüş...
24 Haziran İstanbul mitingi
Mamak belediyesi işçileri grev kararı aldı
Çorlu deri işçileri baskı ve teröre rağmen...
Asgari ücret mi, sefalet ücreti mi?
Enerji-Yapı Yol Sen üyelerinin ülke çapında...
Tüm Sosyal Sen ve SES'in ortak eylemi
Tekirdağ'da 20 bin kişilik üretici köylü gösterisi
TÜGSAŞ ve İGSAŞ'ın özelleştirilmesi...
Sivas katliamının perde arkasında...
Hırsızlık, Yolsuzluk, pislik ve "Yüce Meclis"!
Devrimci tutsakların "sağlıklı yaşam hakkı"...
İstanbul Barosu'nun cezaevi etkinlikleri
Emperyalist tekeller kâr uğruna doğayı katlediyorlar!
Ekim Gençliği'nden...
Almanya'da anlamlı öncü işçi etkinliği
Otomobil sektöründe neler oluyor!
Basında hücre saldırısı
Mücadele tarihimizden
Mücadele Postası
 
Tüm başlıklar



 
 
Basında hücre saldırısı...

İnsanın kendi içine hapsedilmesi


Hasan Yazıcı


Cezaevlerine yönelik izolasyon politikası, 1980’lerden bu yana devletin bilinçli bir şekilde hayata geçirmeye çalıştığı politikadır. Devlet, bugün cezaevlerinde hakimiyetini korumanın yolunu “F Tipi”ne geçişle sağlamaya yönelmiştir. Şu günlerde, her birinin maliyeti 2.5 trilyon olan 5 F tipi cezaevi hizmete sokulmak istenmektedir. 700 bin lira iaşe bedeli öde(ye)meyen devletin hücrelere bu kadar para ayırması, hücrelerin devletin gözünde ayrı bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.

‘Toplam 373 kişi kapasiteli olan F tipi cezaevinde, 64 adet tek kişilik hücrenin bulunması bu hücrelerin sadece müşaade ve disiplin için kullanılmayacağının göstergesidir.’ (1) Devletin otorite zaafiyetinden çok, otoriteyi yanlış kullanmış olması, hukuk devleti olmadığının göstergesidir.
‘Yüksek Güvenlik Bölümleri’nin, tutsakların daha iyi yaşam koşulları ve güvenlikleri için yapıldığını iddia eden devlet, tabutluklara girmek istemeyenleri ‘bunlar insanlıktan anlamıyor’ diye kitle iletişim araçlarından propaganda ederek, toplumla tutuklu ve hükümlüleri karşı karşıya getirmektedir.

Yüksek Güvenlik Bölümleri
Araştırmaya temel olan asıl konu; patenti emperyalist ülkelere ait olan ve sürekli gelişerek başka ülkelere ihraç edilen, ‘Yüksek Güvenlik Bölümleri’ dedikleri tabutluklardır. Bu özel sistem, tutuklu veya hükümlünün bir hücreye kapatılarak onun, yaşamla olan tüm bağlarının tamamen koparılması ve izole edilmesini hedefler. Bir tutuklunun tek başına izole edilmesi, onun sadece diğer tutuklularla ilişkisinin kesilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Böyle bir hücreye konulan tutuklu veya hükümlü, kimliğinin değişimini öngören psikolojik terörle karşı karşıyadır artık. Bu uygulama, duyumsal algılama yetisinin yokedilmesi ve hatta fiziki olarak imha edilmesine kadar götürülebilir. Bu nedenle tabutlukların inşasında kullanılan yapı malzemeleri ve hükümlülere uygulanan yöntemler bu amaca yönelik bir bütünlük içerisindedir. Çünkü ne bu tabutluğun mimari yapısı ne de izolasyon koşulları, birbirinden kopuk hayata geçirilemez. (2)

Cezaevleri, ezilenleri sindirmek, yazgılarına boyun eğdirmek isteyen egemen sınıflarla, buna karşı çıkan ezilenlerin savaşım tarihinde önemli yer tutar. Sanayi devrimi ve Fransız İhtilali ile birlikte cezaevlerindeki değişim de hızlandı; hücreler gündeme geldi. Kapitalist ekonomik-toplumsal koşulların getirdiği sefalet, ahlaksızlık ve yozlaşma düzeninin tanımladığı suçluluk, 18. yüzyıldan sonra çok hızlı bir şekilde arttı. Cezaevleri, toplumsal hareketin hız kazandığı, sosyal patlamaların yaşandığı dönemlerde daha hızlı değişir oldu. 20. yüzyılın başında emperyalist devletler sömürgelerindeki kurtuluş hareketlerini tıkamak, hareketi başlatanları izole etmek için büyük çabalar harcadı. II. Dünya Savaşı’nda Alman Nazi kampları izolasyonun en acımasızca uygulandığı yerler oldu.

Hiçbir devlet hükümlüsüne işkence yaptığını kabul etmez. ‘Hukuk Devleti’ maskesiyle de bunu kamuoyundan gizlemeye çalışır. Devletin tutuklu ya da hükümlünün kişiliğini denetim altına almak için uyguladığı işkencenin bir parçası da, farklı yöntemlerle cezaevlerinde ortaya çıkar. ‘İzolasyon bu açıdan önemli bir yere sahiptir.’ (3)

‘Dalkavuk, soğuk grilik...’
İzolasyon, bireyin sosyal açıdan tamamıyla yalıtılması, olanaklardan tecrit edilmesi, yaşamla olan tüm bağlarının koparılması demektir. Yani işkence, insanın kişiliğine yönelik bir baskı aracı, cezaevi de bu baskı aracının sistemli bir şekilde sürece yayılmış şeklidir. İzolasyon, devletin tutuklu ya da hükümlünün kısa sürede kişiliğini yoketmek için uyguladığı yöntemdir. Birgit Hogefeld 22 Kasım 1994 tarihli mektubunda izolasyonun amacını şöyle ifade eder:

‘İzolasyon; ‘başka insanlarla hiçbir zaman birlikte olmayacaksın, sadece kendinle yalnız kalacaksın’ etkisini uyandıran bir olgudur. (...) Kendini insan olarak ifade edebilmen için, yanında olacak bir insana ihtiyacın var. İzolasyonda her ruh hali boşluğa akmaktadır, keyfin yerinde mi, üzgün müsün, kızgın mısın bunlarla hiçbir yere varamazsın, yani bunlarla yaşayamazsın demektir. Bu yaşanan herşeyin içinde kalması anlamını taşır. Sen, senin içinde hapsedilmişsin ve böyle kalacaksın. İzolasyon tutsaklığındaki insanların kendi yaşamları ve yaşamak için verdikleri mücadele, kendi içlerine hapsolmuşluklarını kırma mücadelesidir.’

K. Plein ve W. Schlegel ise ‘Mezar Türküleri’ adlı kitaplarında şunları ifade etmektedir: ‘İzolasyon, seni dolduran, boğmak isteyen ve bazı zamanlar sesini duyabilmen için artarak dışarıya fışkıran gürültüsüz bağırmadır. İzolasyon, hücrenin her köşesine yuvalanan ve seni ısıtan bir insana duyduğun özlem karşısında uyuyamadığın gecelerde ortaya çıkan dalkavuk, soğuk griliktir. İzolasyon artık diğer erkek ve kız kardeşlerinle birlikte normal yaşayamamanın korkusudur. İzolasyon, ilk önce bedenin ve sonradan ruhun yavaş yavaş durdurulamaz ölümüdür. İzolasyon; sessiz, temiz ve tam bir yoketmedir.’

70 bin insan cezaevinde
Türkiye’de toplam 605 cezaevinde 12 bin 800’ü siyasi olmak üzere 70 bin tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Öncelikle 70 bin insanın cezaevinde bulunması, Türkiye’de çok sayıda suçun işlendiğinin değil, temel hak ve özgürlüklerin gaspedilmesinin, artan işsizliğin, yoksulluğun, köy boşaltma ve zorla göç politikalarının, özelleştirme adı altında çalışan yığınları işten atma, örgütsüzleştirme uygulamalarının yol açtığı toplumsal şiddetin, sosyal, toplumsal, kültürel ve ahlâki çöküntünün; başta Terörle Mücadele, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Polis Vazife ve Selaheti Yasası olmak üzere sayısız baskıcı yasa ve kurumların varlığının göstergesidir. (4)

12 Eylül döneminden itibaren kamuoyunun gündemine sık sık giren hücre tipi cezaevini, askeri iktidarın tutuklu ailelerini bilgilendirme ihtiyacı duymadığı ilk 3-4 yıllık dönemde pek çok tutukluya uyguladığını biliyoruz. 1991 yılında bu uygulama çok sert biçimde Eskişehir E Tipi Cezaevi ile gündeme girdi. Bu dönemde tutukluların açlık grevlerinde ölümü, kamuoyunun dikkatini bu cezaevine çekmiş, kapatılmasıyla da unutulmuştur.

Avrupa’da durum
1970’li yılların başlarında Avrupa Konseyi’nde tehlikeli sayılan hücre uygulamasına geçildi. 80’li yıllarda bu uygulamanın ağır sonuçlar doğuracağı kanaatine varıldı. (5) Araştırmalarda ‘Heyecan, anlama ve karar verme bozukluğu, çocukluğa varan davranış ve sosyal ilişkiler bozukluğu’ gibi belirtilerin görüldüğü ortaya çıktı. Bütün bu çalışmalar, hücre tipini uygulamaya çalışan devletlere geri adım attırdı. Fakat, halen bu uygulamayı, İngiltere, İrlanda, İspanya (Bask Bölgesi), Almanya (Güney Bölgesi) gibi ülkeler uygulamaktadır.

‘Deney hayvanlarında yapılan araştırmalarda; erişkin farelerde direkt agresif etki yarattığı, saldırgan tavırlar geliştirdiği, akranlarıyla karşı karşıya kaldıklarında sosyal etkileşimlerinin ve diğerlerine ilginin azaldığı, kilo artışı, karşı cinse karşı ilginin azalımı görülmüştür. İnsanlarda ise sosyal kimlik algılamasında bozukluk, sosyal ilişki kurmada güçlük, sosyal ilişki kalitesinin azalması saptanmıştır.’ (6)

Bu bilimsel veriler hücrenin tıbbi açıdan sakıncalı olduğunu, insanlarda fiziksel ve ruhsal bozukluk olabileceğini gösterir. Doğal ışıksız, nemli, soğuk bir ortamın, olumsuz sağlık profilinin, işkence gibi travmatik yaşantıları eklediğimizde bu durumun artacağı kesindir.

Tartışılmaz bir suç
İnsan toplumsal bir öğedir. Toplumsal ortamla ilişkili dinamikler, bireyin var oluşundaki süreçtir. Herşeyin tek tip olduğu, kişinin kendini üretmesine izin verilmediği, bireyin bir hiç olduğunu hissettirmeye çalışan büyük bir bürokratik araçtır cezaevleri. Kişinin böyle bir ortamda kendini savunabilmesi imkansızdır.

Ceza sisteminin insan haklarıyla uyumlaştırıldığı bu günlerde, tecrit tartışılmaz bir suçtur. Tam bir sosyal tecritin kişiliğin tahribi sonucunu doğurabileceği ve bu durumun da ne güvenlik ne de diğer herhangi bir nedenle haklı görülebilecek bir muamele biçimi oluşturmayacağı belirtilmektedir. (7)

Fiziksel ve ruhsal olarak tahribata yol açması, sosyo-kültürel yapı ve geleneklerle çelişmesi, insan haklarına aykırı bir uygulama olması nedenleriyle hücre tipi, kabul edilemez bir uygulamadır.

Sonuç (8)
Tekeller ve onların devletleri ile bir avuç bürokratın ‘herşey’; marjinalleştirilmiş, gündemdışı edilmiş yüzde 90 çoğunluğun ‘hiçbir şey’ olduğu yeni dünya sömürü düzeni; sermayeyi küreselleştirirken emekçi halkı ise hücreleştirilmiş bir yaşama mahkum etmiştir.

Gericiliğin ve şiddetin her biçimiyle demokrasi istemlerimiz boğulmak isteniyor. Hücre tipi cezaevi yavaş ve sessiz ölümü hedefleyen bir şiddet biçimidir. Bu şiddet; toplumu korkutmayı, sindirmeyi, dayanışma duygusunu yokederek bağlarını koparmayı, yalnızlaştırmayı, başkaldırdığında da ölümü içermektedir.

Hücre tipi cezaevi uygulaması, halka yönelik bir gözdağı, ölüm tehdididir. Hücre tipi cezaevi, kusursuz cinayeti planlayan beyinlerin ürünüdür ve 12 Eylül saldırısının derinleşmiş ve incelmiş biçimidir. Hapishane içinde hapishane uygulaması olarak hücre tipi, çağdaş barbarlığın bir ölçüsüdür.
Devrimci, demokrat insanlar, aydınlar, sanatçılar, işçi ve memur sendikaları, birlik ve odalar, öğrenciler olarak hücre tipi cezaevine ve hücre tipi yaşama hayır demeliyiz.

Evrensel/24 Haziran ‘00

____________

DİPNOTLAR
(1) Meclis İnsan Hakları Komisyonu Raporu
(2) İHD Hücreler Raporu
(3) Baro Gündemi, Oya Ersoy ATAMAN
(4) Baro Gündemi, Oya Ersoy ATAMAN
(5) Hapishanelerde İnsan Hakları
(6) İHD Hücreler Raporu
(7) Hapishanelerde İnsan Hakları
(8) İHD Hücreler Raporu




Hapishane rejimi

12 Eylül’ün hapishane rejimi Anayasa’dan bile daha dayanaklı bir 12 Eylül kurumu olarak varlığını sürdürüyor


Tanıl Bora


(...) Ülkücülerin bile lanet ettiği 12 Eylül’ün hapishane rejimi, belki Anayasa’dan bile dayanıklı bir 12 Eylül kurumu olarak varlığını sürdürüyor. 12 Eylül, hapishaneleri, “rejim düşmanı” ve “terörist” sayılanların ezileceği, kişiliklerinin yokedileceği bir sürekli işkence tesisi olarak düzenlemişti. Hapishanelerde, askeri yönetimin gözünde ideal ceza ölçüsü olan idamın gerçekleştirilemediği hallerin telafisini sağlamış, zaman zaman da ölümü “kolaylaştırarak” yahut linç yoluyla fiilen idam cezası infaz edildi. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi’nin hazırladığı kapsamlı “Cezaevleri” raporu, 1981-1995 döneminde hapishanelerde 50’yi aşkın insanın öldürüldüğünü hatırlatıyor. Acil/ölümcül sağlık sorunlarıyla ilgilenilmediği, tedavisi namütenâhî geciktirildiği için ölenler -ya da yaşamları kısalanlar- hariç... Açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında ölenler hariç...

Hapishanelerdeki zulmün oluşturduğu basınç, 12 Eylül döneminden beri ara ara açlık grevleriyle, ölüm oruçlarıyla infilâk ediyor. Mahkumların ve tutukluların, seslerini duyurmak için son çareleri bu. Yirmi yıldır defalarca başvurulan bir son çare. Türkiye’nin son yirmi yılında, insanların hayattan vazgeçme noktasına geldiği kaç eşik atlandı:

(...) Hepsini saymadığımız bu açlık grevleri karşısında, “yetkililerin” kan dondurucu bir standart tavrı var: İnsanların ölümüyle, hayattan geçmesiyle alay eden.... Meâli: “Kendileri bilirler, asmayıp beslemekten kurtuluruz” demek olan... Kenan Evren’le başlıyor bu çirkin sinizm: “Bunlar açlık grevine gidiyor da hangisi öldü? İnsan açlık grevinde hiçbir şey yemezse 15-20 gün yaşar. Ondan sonra ölür. Bunlar bir ay, iki ay açlık grevi yapıyorlar. Ölmediklerine göre demek ki yemek yiyorlar...” (1984’te bu sözler söylenirken açlık grevlerinde 12 insan ölmüş bulunuyordu!) Adalet Bakanları aynen devam ettiriyor: “Yaşamını yitiren olursa sorumluluk kendilerine ait olacaktır... İçlerinden fedai olarak seçilen bazı kişilerin ölümü göze aldığı yolunda bize istihbarat geldi” (Oltan Sungurlu, 1989), “Açlık grevlerinden önce hapishane kantinlerindeki yiyecekler koğuşlara depo edildi, bunlar yiyip içiyor” (Şevket Kazan, 1996).

1990’ların ikinci yarısında “sistemli münferit vakalar” olarak hapishanelerde yapılan linçler var bir de. Hukuken “canları devlete emanet olan” insanlar, tedavi etmeyerek, ölüm oruçlarına aldırmayarak “ölmeye bırakmak”tan da öte, bilfiil öldürülüyor. 1995’te Buca’da bir firar olayı üzerine atılan toplu dayaklarda üç insan öldü. 1996’da Ümraniye’de 4 tutuklu aynı şekilde... Aynı yıl Eylül’de Diyarbakır hapishanesinde korkunç bir şekilde dövülen 33 kişiden 10’u öldü. 1999’da Ankara-Ulucanlar’da “direnişi kırmak” amacıyla saldırılan mahpusların 10’u öldü. Onlarca insanın yaralanmasını, sakat kalmasını saymıyoruz.

Trajik olan şu ki, hapisleşme oranının hayli yüksek olduğu (yaklaşık 1300 kişiden biri hapiste!) bu ülkede, hapishanelerdeki ölümcül sorunlara “kamuoyu ilgisi” çekebilmek çok zor oluyor, çok mihnet gerektiriyor. (...) “Sivil” idare altındaki eşik olaylarda, sadece 1989’daki “ölüme sevk” olayı ve 1996’daki 12 ölümlü ölüm orucu, “kamuoyu” denen şekilsiz ortamda belirli bir hassasiyet yaratabildi. Hapishanelerin “teröristlerin”, “bölücülerin”, “canilerin” kendi hükmünü yürüttüğü fesat yuvaları olduğuna, “devletin oraları kontrol edemediğine” dair propaganda, bu duyarsızlığı pekiştiriyor; dahası, “sokaktaki adam”ın gönlünü, mahpusların “cezalandırılmasına” hazırlıyor. Bu duyarsızlık karşısında hükümlü ve tutukluların çaresizliği büyüyor, açlık grevlerinin eşiği yükseliyor.

Şimdi, insanları kapatmak, üstelik sağlığını ve can emniyetini güvencelemeyen hapishanelere kapatmak kafi ceza değilmiş gibi, bilhassa siyasi tutuklu ve hükümlüleri ilaveten cezalandırmayı, ezmeyi hedefleyen yeni bir proje var “Adalet” bürokrasisinin gündeminde: 6 yerde inşa edilmekte olan, yaklaşık dört bin “ağır suçlu”nun sevkedilmesi planlanan F-Tipi Cezaevleri. Yetkililerin “konforuyla” övdüğü bu hapishanelerin esas özelliği, tecriti, sosyal izolasyonu kurumlaştıran (tek kişilik ve üç kişilik) hücre sistemine dayanması. İHD Ankara Şubesi’nin raporu, hücre sistemini, “insanlardaki dayanışma duygusunu yok etmeyi, bağlarını koparmayı, yalnızlaştırmayı, yavaş ve sessiz ölümü” öngören bir “kusursuz cinayet” olarak tanımlıyor.

Evet, 12 Eylül’ün en dayanıklı ve “kendini geliştiren” kurumlarından biri, hapishane rejimi. Bu rejim, hapishaneyi, bizatihî bir ceza olmanın ötesinde, keyfi ve hudutsuz baskı pratiklerinin deneneceği bir mekan olarak görüyor; “ıslah”ı/ “rehabilitasyon”u, insanların onurunu çiğneyen gaddarca bir burun sürtme eziyeti olarak anlıyor. Bu zihniyet, insanları hakkı-hukuku olan, bizatihî insan olmaktan gelen bir değeri olan varlıklar gözüyle görmeyen bir “Devlet Aklı”nın bam telidir. Bu zihniyet değişmeden, bu kangrenleşmiş meselede herhangi bir şeyin çözülmesi mümkün olmayacak. “Evet ama...” diyebilecekler için ekleyelim: Bu zihniyet değişmeden, mahkumlar arasında oluşan sultalar, örgütlerin birey iradelerine tahakkümü vb. gibi sorunların meşru bir zeminde salim kafayla tartışılması da mümkün olmayacak.

Radikal-İki, 25 Haziran 2000




Yumuşak G Tipi Cezaevi


Aydın Engin


(...) Tartışmanın kilidi, anlamsız bir “terim” tartışması gibi görünüyor: Hücre mi, oda mı?

Adalet Bakanlığı ısrarla ve inatla “hücre” terimini reddediyor. F tipi cezaevlerinin “koğuş” sisteminden “oda” sistemine geçiş olduğunu ısrarla vurguluyor ve vurgulanmasını diliyor.

Siyasal tutuklu ve hükümlüler, onların aileleri, onlarla dayanışma içinde olan kuruluşlar ise F tipi cezaevlerinin bal gibi “hücre sistemi” olduğunda ısrarlılar.

Dünkü Tırmık’ı anımsayın. Orada “hücre” teriminden kimin ne anladığı üstünde durulmuş, şöyle denmişti:

“...... Hücre deyince, Victor Hugo’nun Sefiller’indeki gibi, yerin yedi kat dibinde, tepedeki daracık bir yarıktan ışık alan (yani almayan), duvarlarından sular sızan, zemini çamur içinde, saçı sakalına karışmış, paçavralar içindeki mahkuma kedi büyüklüğündeki farelerin arkadaşlık ettiği bir 18. yüzyıl zindanı anlaşılıyorsa, hiç tartışmasız F tipinde hücre yok, oda var.

Ama artık dünyanın hiçbir mapushanesinde de öyle hücreler yok.
Bugün mapushane dilinde ‘hücre’, öteki mahkûmlardan yalıtılmak, tek başına bırakılmak, eski deyimle ‘tecrit’ edilip çıldırtıcı, tüketici, kişiliğin sakatlandığı, kimliğin ağır ağır yok edildiği bir yalnızlığın içine gömülmek demek......”

Peki, “hücre” terimini, bu içeriği ile kavrar ve tanımlarsak F tipi cezaevlerinde oda sistemi mi, hücre sistemi mi var?

Kocaeli F tipi cezaevini bizlere gezdirirken, Adalet Bakanı ve bakanlık üst yöneticileri, F tipi cezaevleri için özel bir “içyönetmelik” hazırlandığını, 500 sayfaya yaklaşan bu yönetmelik tamamlanmadan F tipi cezaevlerinin kullanımına geçilmeyeceğini söylediler.

Sütten ağzımız yandığından yoğurdu üfledik ve sorduk: “Bu kesin bir karar mı?” Yönetmeliği hazırlamakla sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Yılmaz Sağlam ileride kendini bağlayacak bir kesinlikle yanıtladı:

- Kesin efendim. Benim ağzımdan aynen yazabilirsiniz. İnşaatlar bitse bile bu cezaevlerinde görevlendirilecek personelin özel eğitimi tamamlanmadan ve sizin sorduğunuz içyönetmelik (Yılmaz Sağlam, yönetmelik yerine Tretman deyimini kullanıyor) bitmeden, bu cezaevlerine tutuklu ve hükümlü konmayacak. Bu üç ayak, yani inşaat, tretman ve personel eğitimi eşzamanlı olacak...

İşte bu çok çapraşık, bu çok yakıcı sorunun birkaç kilidinden biri de tam burası.

İçyönetmelik, tutuklu ve hükümlülerin hak ve yükümlülüklerinin belirlendiği bir belge. Bir başka deyişle “cezaevinin hukuku”.

Bu hukukun özü ne?

Örneğin, tutuklu ve hükümlülerin yatma saatleri dışında kullanacakları ve birarada olabilecekleri “ortak alanlar”ın kullanımı hangi hukuksal felsefeye dayanılarak düzenleniyor?

Kimse “Merak etmeyin, hukuk devletine yaraşır bir yönetmelik olacak” deyip içimizi serinletmeye kalkmasın. Biz bu ülkede “Ağar Tretmanı” diye anılan cezaevi yönetmeliklerine de tanık olduk. Cezaevi yönetiminin topluca “konuşmama eylemi”ni bile disiplinsizlik sayan; yargıç karşısında susma hakkının kullanılmasını bile cezalandıran bir hukuk utancının anıları pek taze.

Bir yönetmelik yaparsınız ve mapus damındaki yurttaşın, ortak alanlarda birarada olup, yalıtılmışlığın çıldırtıcı, yok edici çemberini gevşetebileceği olanakları cezaevi yönetiminin iki dudağının arasına sıkıştırırsınız:

Yan baktın, “hücre-oda”dan ve onun havalandırmasından çıkmak yok. Düz baktın, spor salonunda, kütüphanede öteki arkadaşlarınla buluşma hakkın yandı. Yere baktın, aynı havalandırmayı kullanan bitişik hücre-odaları boş bıraktım. Hücrende ve havalandırmasında tek başınasın artık. Yukarı baktın, çim sahadaki futbol maçına seyirci olarak bile katılamazsın...

Bu keyfiliğe kapı araladıktan sonra kalınan yerin adı ister “hücre” olsun, ister “oda” . Bunun adı yalıtmak, yalnızlığın, yapayalnızlığın çaresizliğine gömmek demektir ve sadece bu demektir.

Gelelim... Nereye geliyoruz. Yer bitti. Çarşamba günü Tırmık izinlidir. Bu hafta izin yapmasın. F tipi tartışması yarın da sürsün... Yazan bıkmayacak, okuyucu da bıkmasın. Yoksa birkaç ay sonra hep birlikte ağlayacak ve kahrolacağız...

Cumhuriyet, 27 Haziran 2000