Avrupalı emperyalistlerin Kopenhag kriterlerini gerçek kriterlerini perdelemek amacıyla ortaya atması ne kadar anlaşılır bir durumsa, Türkiyeli Kürtlerin denize düşen yılana sarılır misali bunlara can-ı gönülden sarılması o kadar abesle iştigal... Ancak, devrimin yolunu yitirenlerin düzenin labirentinde kaybolmaları kaçınılmaz oluyor.
Kopenhagda çözüm arayan teslimiyetçiler, AB şefleri İngiltere ve Fransada uygulanan kriterlerin Kopenhagda değil AGİTte belirlendiğini bilirler bilmesine, ama bilinçsiz kitleleri peşlerinden sürükleyebilmek için bilmezden gelirler.
Geçtiğimiz yıl İstanbul zirvesinde alınan kararlarla, Avrupanın emperyalist burjuvazisi, kendi geçmişinin inkarını belki de ilk kez böylesine açıktan ilan ediyordu. Ulusal pazar derdindeki atalarının yüz yıl evvel dalgalandırdığı self-determinasyon bayrağını sessiz sedasız gönderden indirdiler ve demokrasi defterindeki ulusal haklar maddesini çizip yerine birey haklarını yazdılar.
Sözkonusu zirvenin kararları, düzen cephesinde en küçük bir tartışma dahi yaratmamıştı. Ne asker, ne sivil bürokratlar ve ne de kapitalistlerden itiraz geldi kararlara. Tersine, büyük bir heyecanla sahiplendiler. Teslimiyet batağında hergün daha dibe çökmelerine rağmen yol alır görüntüsü yaratmaya çalışan Kürt siyaset ve demagoji uzmanları, acaba bu gelişmelerden, bu kararlardan gerçekten bihaber midirler? Habersiz olmaları mümkün müdür? Tabii ki bildikleri halde bilmezden geliyorlar. Kopenhag kriterleri tekerlemesini sürdürmeyi tercih ediyorlar. Çünkü ısrarla peşine düştükleri Avrupai çözümün, işin özünde ulusal varlığın inkarı demek olduğunu Kürt halkına söyleyemezler. Emperyalist Avrupa, bir yandan NATOda birleştirdiği askeri güçleriyle ulusların cellatlığını yaparken, diğer yandan insan hakları havariliğine soyunuyor. AGİT şartlarındaki ulusal varlığın inkarı (konumuz ulusal sorun olduğu için ulusal diyoruz, yoksa, ulusal, sınıfsal tüm grup varlıklarının inkarıdır), örgütlenmenin reddi ile, Kopenhag kriterlerinin çeliştiği iddia edilemez. Her iki belgenin de özü birey haklarının öne çıkarılmasıdır.
TC de bu öze dayanarak bugün diyor ki, Türkiye Cumhuriyetinin Kürt yurttaşları diğerleriyle tümüyle eşit haklara sahiptir. Birey olarak Kürte karşı ayrımcı değiliz. Biz bölücü ulusal harekete karşıyız. Ezmekte de kararlıyız... Ezmekte kararlılık artık PKKyi anlatmıyor. Ya da dünkü gibi silahla ezmeyi. Şimdi daha ziyade ideolojide ve Kürt halkının belleğinde mücadelenin onurundan ne kaldıysa onu ezmek-yoketmek anlamına geliyor.
TC bununla, sadece Avrupa şartlarının özüne uygun davranmış olmuyor, şeklen de İngilterenin, Fransanın uyguladığı modellerden yararlanma yolunu tutuyor. Özetle, ne fikirde ne görüntüde Avrupa emperyalistlerinden farklı, ona aykırı bir tutum göstermiyor.
Düzen ve devlet içindeki kimi anlaşmazlıkları Kürt sorununa yakıştırmak bu nedenle doğru değildir. MGKnın varlığı, rolü ve işlevi eksenli bir tartışmadan, devletin en uyumlu olduğu Kürt sorununa (onun Avrupai çözümüne) paye çıkarmak, teslimiyetçilerin oyalama politikaları dışında kimseye yarar sağlamayacaktır.