ARSIVANA SAYFA
 
1 Temmuz '00
SAYI: 24
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
Düzen cephesinde krizler ve reformist solda hayaller
"Kriter" tartışmaları ve teslimiyet platformu...
"Kophenag kriterleri" tekerlemesi ve...
Sistem kontr-gerillasız yapabilir mi?
Sermaye patronları açık köle pazarına dönmüş...
24 Haziran İstanbul mitingi
Mamak belediyesi işçileri grev kararı aldı
Çorlu deri işçileri baskı ve teröre rağmen...
Asgari ücret mi, sefalet ücreti mi?
Enerji-Yapı Yol Sen üyelerinin ülke çapında...
Tüm Sosyal Sen ve SES'in ortak eylemi
Tekirdağ'da 20 bin kişilik üretici köylü gösterisi
TÜGSAŞ ve İGSAŞ'ın özelleştirilmesi...
Sivas katliamının perde arkasında...
Hırsızlık, Yolsuzluk, pislik ve "Yüce Meclis"!
Devrimci tutsakların "sağlıklı yaşam hakkı"...
İstanbul Barosu'nun cezaevi etkinlikleri
Emperyalist tekeller kâr uğruna doğayı katlediyorlar!
Ekim Gençliği'nden...
Almanya'da anlamlı öncü işçi etkinliği
Otomobil sektöründe neler oluyor!
Basında hücre saldırısı
Mücadele tarihimizden
Mücadele Postası
 
Tüm başlıklar



 
 
Sistem kontr-gerillasız yapabilir mi?


Ayşe Aydın


Ağca’nın iadesiyle birlikte kontr-gerilla operasyonları bir kez daha gündeme çıkarıldı. Ama bu kez, “umut operasyonu” çerçevesinde kontr-gerillayı unutturma/derin devleti aklama operasyonuna destek babında sürdü tartışmalar.

Katil diyor ki; “ben suçlu değilim, sadece bir aktörüm.” Bunu ne amaçla söylerse söylesin, bir yanı bir gerçeği ifade ediyor. O, bir aktör değilse bile bir figürandır. En adisinden bir maşa. Hangisi olursa olsun, sonuçta onu bir kullanan vardır. Ancak medyada çeşitli senaryolar ortaya atıldığı gibi, bu “kullanan” bir şahıs ya da özel grup değil, temel bir kurumdur. Bu kurum tam da devletin kontr-gerilla örgütlenmesidir. Kontr-gerilla hangi suçlar için hangi maşaları kullanmıştır? Kimi kadrolu çalıştırmış, hangisine tetikçilik yaptırmıştır? Bunlar bir yerde çok önemli değil. Önemli ve aslolan bu temel kurumun varlığıdır, sistemin bu gizli örgütlenmeye olan ihtiyacıdır.

Ağca’nın da diğer Ülkücü katiller gibi kısa zamanda serbest bırakılacağı kaygıları dile getiriliyor. Sözde konuşturulması ve cezalandırılması isteniyor. Böyle bir gelişme olsa, “demokratikleşme”nin yolunun açılacağı varsayılıyor. Bunlar yılgın, artık düzene esastan hiçbir itirazı da olmayan sol aydın ve yazar-çizer takımının umut ve temennileri. Peki ama umut operasyonuyla devletin yapmaya çalıştığı tam da bu türden aldatıcı manevralar değil miydi? Varsayalım ki Ağca sabit suçlarından cezalandırıldı... Bir daha İpekçi cinayetleri olmayacak mı? Böylece İpekçi’yi, Mumcu’yu, Üçok’u, Kışlalı’yı katledenlerin (katlettirenlerin) bu ihtiyacı ortadan kalkmış mı olacak?

Böyle olmayacağını herkes biliyor aslında. Basının kontracı kalemlerini bir yana bırakalım. Onlar Ağca gibilerinin arkasındaki devlet örgütünü perdelemeye çalışırken sadece görevlerini yapıyorlar. Ya dışındakilere ne demeli?.. Kendileri de bir İpekçi, bir Mumcu olmaya aday kimi “ilerici” kalemler de, kontracılarla aynı kör kuyudan su taşımaya çalışıyor.

Çoğu Sansaryan Han’dan, DAL’dan geçmiş, kontr-gerilla ile bizzat yüzleşmiş (üstelik sıkıyönetim dönemlerinde ve asker kadrolarıyla) bu kesim, her vesileyle kontr-gerillanın merkez üssü orduya da arka çıkmayı, gericiliğe karşı mücadelenin gereği addediyor. Siyasi cinayetlerin arkasındaki kontr-gerilla gölgesini, CİA parmağını göre göre, şeriatçı izi bulma umuduyla çırpınıyorlar. Asıl katillerin attığı her “İran” yemine hevesle saldırıyorlar.

Gerçi Hizbul-kontra vakasının da gösterdiği gibi, pek çok cinayetin tetikçiliğini “islami terör” görüntüsüne bürünenlere de yaptırabilmektedirler. Ya da bu yeşil örtüyü bizzat kontra uzmanları hazırlamaktadır. Ama sonuçta hepsi aynı ihtiyacı karşılamakta, aynı merkezden emir almaktadırlar. Bu merkez, Ağcaların cezalandırılması istenen devlettir. Devletin kontra örgütlenmesidir.

Ve kapitalist Türk devletinin bu suç örgütlenmelerine ihtiyacı azalmamakta, gün geçkikçe daha artmaktadır. İMF programlarını aksatmadan uygulamaya çalışan tüm geri ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de bu yıkım programlarının sosyal patlamalara yol açacağı burjuva uzmanlarca yıllardır öngörülüyor. Hazırlıklar buna göre yapılıyor. Bu yolu, 10-15 yıl gibi bir arayla, Türkiye’den önce katetmiş ülkelerde ne yaşandıysa, Türkiye 10 kat fazlasını yaşamaya hazır olmalıdır. Bu çerçevede kontr-gerilla suçlarındaki artışa da...




Köleleştirme planlarını
hayata geçirmek için oynanan
oyunları boşa çıkaralım!


Tasarruf fonunda biriken paranın ve nemalarının geri ödenmesi için sendikalar tarafından bir süredir baskı oluşturulmaya çalışılıyor. 12 yıldır biriken 3.7 katrilyon lirayı devlet hemen ödemekten yana değil. Bakan, “devlet bu parayı öderse ekonomi zor durumda kalır, hedefleri tutturamayız” diyor.

Hedef bellidir: İşçi ve emekçi haklarını son damlasına kadar gaspetmek! Çetelere örtülü ödenekten daha fazla para, sanayicilere verilen kredilerin kesilmemesi, çalışanların ödedikleri vergilerin %60’ının faiz ödemelerine gitmeye devam etmesi, batık bankaların kurtarılması, polisin, askerin daha öldürücü silahlara kavuşturulması, F tipi cezaevlerinin yapımı için trilyonların harcanması, sermaye devletinin plan ve uygulamaları arasındadır. Kısacası, İMF-TÜSİAD’ın emekçileri köleleştirme programının pürüzsüz olarak uygulanmasıdır istedikleri.

Sermaye medyası da bu doğrultuda kamuoyu yaratmak için gece gündüz çalışıyor. Devletin yaptığı hırsızlığı gündeme getirmek bile istemiyor. Gündeme getirmek zorunda kaldığında ise, işçi ve emekçileri yanlış yönlendirmek, bilinçlerini çarpıtmak için her türlü hileye başvuruyor.

Bir haber programında, halk ile yapılan röportajlarda önce “devletin tasarruf paralarını bir kerede ödeyeceğine inanıyor musunuz?” gibi yönlendirici sorular ile istedikleri yanıtları almak istiyorlar. Alınan yanıtlar, “hayır, inanmıyorum” oluyor. İkinci olarak, “peki, tahvil ya da bono olarak verilirse kabul eder misiniz?” sorusuna, “biz paramızı nakit olarak istiyoruz” yanıtı veriliyor. Üçüncü olarak, “taksitle verilsin mi?” sorusuna, “verilsin, ona da razıyız” yanıtları alınıyor. Aynı soruları devlete yüksek faizle borç veren rantiyelere sorsalardı, alacakları yanıtlar ne olurdu acaba? Onlar, herhalde “devlet hemen paralarımızı ödesin, yoksa bu hükümeti yerle bir ederiz” derlerdi. Ve sermaye medyası da onları alkışlar, göklere çıkarır ve hakkını arayan örnek vatandaşlar olarak ilan ederdi. Ama sözkonusu işçi ve emekçilerin hakları olunca, sermaye medyası bu hakların mümkün olduğunca gaspedilmesini destekliyor.

Aynı haber programında, ardından başka bir konuya geçiliyor. “Galatasaray şampiyon oldu, ödül verilmesine taraftar mısınız?” sorusuna, günlerdir futbol afyonu ile zehirlenen insanlar, “bizi uluslararası planda temsil etti, Türk’ün adını duyurdu, verilsin” diyorlar. 31 kişinin yaralandığı, 4 kişinin öldüğü futbol histerisinin ardından gurur vesilesi yapılan takıma verilecek ödülün miktarı 22 trilyon civarında. B. Ecevit “ödül miktarını fazla abartmamalı” diyebiliyor. Sermaye partileri de, bu histeriyi seçimlerde oy haline getirebilmek için, en yüksek ödül miktarını savunmakta birbirleriyle yarışıyorlar.

Devlet tassarruf paralarını ödemek yerine, futbolculara milyarlar verebilmektedir. Depremzedelere verilen sözlerin ise hiçbiri tutulmamıştır. Sermaye devleti işçi ve emekçilerin elinde ne var ne yoksa hepsini almak istiyor. Emeği ile geçinenlere yoksulluk ve sefalet reva görülürken, sermaye sınıfı muazzam bir servet birikimi yapıyor. Bunun sağlanabilmesi için örgütsüz kitleler içinde her türlü oyun oynanıyor.

“Zorunlu tasarruf” birikimi tefecilere ve faizcilere dağıtılırken, acaba geriye hazinede para kaldı mı? diye sormak gerekiyor. Aynen devletin depremzedelere yapılan yardımlar konusunda söylediği yalanlar gibi, gerçekler ortadadır. Bolu ve Kocaeli halkı seslerini duyurmak için zaman zaman düzenledikleri mitinglerde polisle karşı karşıya geliyorlar. Halk 1 Mayıs’ta, Gölcük’teki işçi mitinglerinde seslerini duyuruyor. Depremzedelere dağıtılan miktarın gelen yardımlar yanında devede kulak kaldığı gerçeğini tüm Türkiye biliyor. Her alanda kitlelerin devlete güveni yıpranıyor, tükeniyor. Bunun içindir ki çete devleti, imajını düzeltmek için, aylarca Hizbullah operasyonları gerçekleştiriyor. Yıllar sonra katiller sözde ortaya çıkarılıyor; bunlar gerçekleştirilirken, ortalık sirk panayırına döndürülüyor.

B. Ecevit, “Devlete güvenin yitirildiği bir zamanda cinayetleri işleyenlerin yakalanması tekrar güven kazandırmıştır”, diyor. İşçi ve emekçilere saldırıların yoğunlaştığı, grevlerin yasaklandığı, sosyal güvenliğin gaspedilmeye çalışıldığı bir dönemden geçilirken, devlet birden bire katilleri bir bir ortaya çıkarıyor!.. Bu katillerden en çok cinayet işleyen olarak gösterilen Ferhan Özmen kontr-gerillaya hizmet eden bir aileden geliyor. Aile fertlerinden, ablası emniyette hemşire, eniştesi köşkte şöför, bir yakını GATA’da tabip albay, bir başka yakını ise emniyet istihbaratında komiser. Ferhan Özmen işlediği cinayetlerden elde ettiği paralarla servet yapmış.

Sınıf hareketinin geliştiği şu dönemde, sınıftan yana görünüp de ihanet edenlerden işçi ve emekçiler hesap sormalıdır. İşçi sınıfı, sendikacıların sermaye ile uzlaşma oyunlarına artık izin vermemelidir.

Yasaklanan Lastik işçilerinin grevinde sendikacılar her zamanki rollerini oynadılar. Ülke ekonomisinin zor duruma düşmemesi için fedakarlık yaptık, diyorlar. Ülke ekonomisi denilen, Sabancılar’ın, Koçlar’ın kasalarında biriken paralardır. Bunu sendikalar da çok iyi bilmektedirler. İşçileri kandırmayı, gerçekleri işçilerden saklamayı nereye kadar sürdürecekler? Bu oyuna artık bir son vermelidir!

İşçi sınıfı savaşacak, sosyalizm kazanacak!