ARSIVANA SAYFA
 
17 Haziran '00
SAYI: 22
Kızıl Bayrak'tan...
Hücre saldırısına karşı hazırlık!
Sosyal yıkım saldırısı sürüyor!
Sermaye enflasyonu düşürme masalıyla...
15-16 Haziran ve işçi sınıfının öncü rolü
İnsanca yaşanacak bir ücret için...
"Kararlılığımızı koruyarak sınıf adına mücadelemizi...
Devrimci kamu emekçileri sorumluluk...
Bu çizgi "zafer" değil, sürekli yenilgi getirir!
Eğitim-Sen bürokratları Ankara eyleminde...
Yaşamı devrimci tarzda dönüştürmek esas olmalı!
MHP'ye çekilen cila tutmaz!
Dönemi kazanmanın olanakları...
Hücre karşıtı faaliyetin durumu ve devrimcilerin görevi
İzolasyon politikası hücre tipi cezaevleriyle...
Katıl karşı duralım!...
Öldürtme, sahip çık!
"Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır" Kurultayı
Son İEP toplantısı ve...
Sol liberallerin "Emek Platformu" aşkı
Çoçuk emeği, kapitalizm ve sosyalizm!
Dünyanın en adaletsiz sınav sistemi
Hafız Esad'ın ölümü ve hassasiyet kazanan...
Arjantin'de bir kez daha genel grev!
Clinton gezisinin perde arkası...
Ateşi Çalmak
Mücadele Postası

 
 

Clinton gezisinin perde arkası


Bill Clinton’un çok işlevli Avrupa seyahatinin bilançosu tahmin edildiğinin de gerisinde kaldı. Bu ziyaretin tanımlanması konusunda başvurulan dolambaçlı tarifler bile kendi başına ciddi bir sıkıntının ifadesi oldular. Sözkonusu seyahate önce bir “elveda ziyareti” denildi, ardından Putin’le bir ilk temas sayıldı, arasıra ABD/Rusya zirvesi olarak tanıtıldı vs... Yani hem önemli hem önemsiz gösterilmeye çalışıldı.

Sonuçta biçim ne olursa olsun, bu gezinin esasına ilişkin olarak iki noktayı hatırlatmak durumundayız.

Birincisi, bir ABD başkanının birçok Avrupa ülkesini ve özellikle de Rusya’yı kapsayan gezisinin sıradan bir nezaket ziyareti düzeyine indirgenemeyeceği açıktır. İkincisi, bu gezi sırasında işlenmeye, tartışılmaya ve hatta önden pazarlığı yapılmaya çalışılan konudur. ABD’nin geliştirmek istediği “nükleer savunma kalkan”’ projesi Bill Clinton’un baştan itibaren tüm muhataplarıyla temaslarının ana konusunu oluşturdu. Demek oluyor ki, nezaket görüşmesi kılıfı altında ve üstelik pek fazla seremoniye girilmeden, güvenlik ve silahlanma gibi son derece ciddi bir sorun gezinin esas konusudur.

Gezinin çerçevesi ve esas amacı bu şekilde belirlendikten sonra, doğal olarak çok boyutlu değerlendirme gerekiyor. Ancak biz burada birkaç gözlemde bulunmakla yetineceğiz.

ABD emperyalizminin kendisini bir “nükleer savunma kalkanı” arkasına mevzileyecek kadar can alıcı bir savunma ihtiyacı nerden geliyor?

Bill Clinton’un ifade ettiği iddialara bakıldığında, ABD’nin hemen olmasa bile çok yakın bir gelecekte İran, Libya, Kuzey Kore, Irak gibi terörist olarak anılan devletler tarafından nükleer başlıklı kıtalararası füzelerle vurulma ihtimali var. ABD sorumlularının oluşturdukları bu düşman listesine göz atıldığında, bir eksiklik ve ciddiyetsizlik hemen farkediliyor. 7 Ağustos ‘98 günü Kenya ve Tanzanya başkentlerindeki ABD elçiliklerine karşı düzenlenen bombalı suikastların beyni olduğu iddia edilen Usama Bin Laden listede yer almıyor. Oysa bu adam yüzünden Afganistan ve Sudan füze yağmuruna tutulmuş, Hartum’un biricik ilaç fabrikası toptan imha edilmişti. Son dönemde nerede bir taş kaldırılırsa, altında mutlaka Usama Bin Laden’in çıktığı iddia edilmektedir. Amansız bir hastalığa yakalandığı söylenen Usama Bin Laden tarifi zor bir sefaletin hüküm sürdüğü Afganistan’da, muhtemelen tam bir teknik donanımı olan bir mağarada, internet aracılığı ile, Filipinler’in Jolo adasındaki rehine eylemini idare ediyor; Ortadoğu’daki, Afrika kıtasının sayısız ülkesinde irtica örgütlerini yönlendiriyor; Çeçenistan’daki savaşın kadro eğitimi, silah ve dolar ihtiyacını karşılıyor, vs... Kısacası bir devletten beter. Sorun açık ve ABD’nin ileri sürdüğü nükleer donanımlı potansiyel düşman listesi üzerinde daha fazla durmak gereksiz.

Dünyada nükleer başlıklı ve kıtalararası menzilli füzeleri olan devletlerin hangileri olduğu biliniyor. Son yıllarda Hindistan ve Pakistan’ın yaptıkları denemelerden hareketle, onları da tam teşekküllü birer nükleer güç kategorisine koymak olanaklı değil. Zira nükleer patlamayı gerçekleştirmek ve havaya bir füze fırlatmak, bu teknolojiye vakıf olmak anlamına gelmiyor. Muhtemelen Hindistan ve Pakistan ellerindeki birkaç nükleer başlığı sabit bir hedefe yönlendirme kapasitesine bile sahip değildir. Kaldı ki bu iki ülkenin halihazırda kıtalararası menzilli füzesi ya da nükleer denizaltısı yoktur ve sahip olmaları da o kadar kolay değildir. Sonuç olarak, ABD ile sürtüşmeye girebilecek Rusya ve Çin halk Cumhuriyeti dışında bir güç sözkonusu değildir. Beyaz Rusya ile Ukrayna hisselerine düşen füzeleri Rusya’ya devrettiler.

Bu arada belirtmek gerekir ki, ABD silah teknolojisini geliştirmek için olağanüstü bir çaba harcamakta, rakipleri ile arasına niteliksel olarak büyük bir fark koymuş durumda. US World Policy Institute’de (New York) görevli araştırmacı William Hartung’un yaptığı kıyaslama, konuya ayrıca açıklık getirmektedir. William Hartung; “ABD’nin 260 milyar doları aşan yıllık askeri bütçesinin ABD’nin güvenliğini tehlikeye düşüren gerçek bir tehdite karşı tepki düzeyinde değil, sadece politik ve iktisadi bakımdan bir anlamı vardır. Böyle bir rakam Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti gibi büyük güçler başta olmak üzere Kuzey Kore, Irak, Libya, vb. ABD’nin düşmanı sayılabilecek devletlerin toplam askeri bütçelerinin iki katından fazladır”, diyor.

Dolayısıyla, ABD emperyalizminin hedefi başkadır. Sorunun kuşkusuz askeri boyutu mevcuttur, ama bu açıdan ABD’nin inisiyatifi, en azından mevcut aşamada, sanıldığı kadar önemli değildir. Birincisi, “nükleer savunma kalkanı” projesi için öngörülen 50 milyar dolarlık bütçe, amaçlanan sistemin ihtiyaçları bakımından gülünç bir rakamdır. Saatte 25.000 km hızla ilerleyen bir değil birçok füzeyi atmosferde imha edebilecek bir sistemin oluşturulması öyle önden saptanan bir bütçeyle karşılanamaz. Astronomik rakamlarla ifade edilen yatırımlar ve harcamalar gereklidir. Pentagon sadece kamuoyunu ürkütmemek için piyasaya bir takım rakamlar sürüyor.

Projenin ikinci sorunu, teknik olarak gerçekleştirip gerçekleştirilemeyeceğidir. Bu konuda hiçbir uzman tam bir değerlendirme yapamamaktadır. Sadece konuya vakıf olmayan askerler ve politikacılar iddialı konuşmaktadırlar. Son dönemde yapılan deneme fiyasko ile sonuçlandı. Nükleer tehlikeleri azaltma koalisyonu (CRND) adlı kuruluşun sorumlusu Stephen W. Young, “Bir kurşunla bir başka kurşunu vurmak mümkün. Ama gerçek koşullarda ve çok sayılı bir saldırı halinde durum çok daha farklılaşıyor” demektedir. Fakat iddianın cüretliliğine, kurgu bilim kategorisine girmesine rağmen, bilimin ve teknolojik gelişmenin zamanla çok farklı olanaklar sunacağı da açıktır.

Ancak, henüz deneme aşmasında olan ve teknik açıdan nasıl bir akibeti olacağı bilinmeyen “nükleer savunma kalkanı” projesini ABD hemen yürürlüğe koyacakmış gibi davranıyor. Oysa, denemelerini sürdürmesine, sistemin yetkinliğini geliştirmesine engel olan uluslararası bir anlaşma yok. Yani deneme aşaması ile fiilen uygulamaya koyma aşaması birbirine endeksleniyor. Başka bir ifade ile, henüz varlığı sözkonusu olmayan “nükleer savunma kalkanı” faaliyete geçirilmek isteniyor. Böyle olunca, ABD ile Sovyetler Birliği arasında ‘72 yılında imzalanan ve anti-balistik füzelerin sınırlandırılmasını öngören ABM antlaşmanın bozulması gerekiyor. Washington’un esas talebi “nükleer savunma kalkanı” projesini uygulamaya koymak değil, ABM anlaşmasını sabote etmek. Dolayısıyla, ABD emperyalizminin gerçek niyeti kendi güvenliğini sağlamak değil, uluslararası bağlamda yeniden bir silahlanma yarışı başlatmak.
ABD’nin uygulamaya koymaya hazırlandığı bu senaryonun başlıca m

uhatabı, sanıldığının tersine, Rusya değildir. Sorun Rusya’nın masraflı bir silahlanma yarışının faturasına katlanmanın olanaklarına sahip olup olmamasıyla da ilgili değildir. Tam tersine, günün Rusya’sını böyle bir sınava zorlamak son derece tehlikeli sonuçlar yaratabilir. Amaç, başta Almanya olmak üzere iktisadi bakımdan kudretli konumda olan orta ölçekli güçleri, bir koşuya sürmek, masrafa sokmaktır. Nasıl olsa bunların halihazırda askeri teknoloji alanında ABD ile yarışabilecek kudretleri yok. Ama sermayeleri var. Washington kendi pazarına el atan, dünya pazarında sürekli bir palazlanma süreci içinde olan bu güçleri kendi minderine çekerek yormak ve zayıflatmak istiyor. Sorunun özü ve özeti bu.

Bill Clinton ABD emperyalizminin bu amacı uğruna Avrupa’da sıkıntılı bir geziye katlanmak zorunda kaldı. Gidici konumda olan Clinton’un Berlin’de terslenmesi, Moskova havaalanında bir bakan tarafında karşılanması, Duma’da yuhalanması, küfür yağmuruna tutulması, halen Moskova’da iken Putin’in Roma’ya uçması, Washington’u fazla rahatsız etmedi. Çünkü Clinton bu faturayı ödemekle, sonbaharda seçilecek olan ve silah tekellerinin politikasını icra etmekle yükümlü yeni ABD başkanının işini kolaylaştırmış oldu.