ARSIVANA SAYFA
 
17 Haziran '00
SAYI: 22
Kızıl Bayrak'tan...
Hücre saldırısına karşı hazırlık!
Sosyal yıkım saldırısı sürüyor!
Sermaye enflasyonu düşürme masalıyla...
15-16 Haziran ve işçi sınıfının öncü rolü
İnsanca yaşanacak bir ücret için...
"Kararlılığımızı koruyarak sınıf adına mücadelemizi...
Devrimci kamu emekçileri sorumluluk...
Bu çizgi "zafer" değil, sürekli yenilgi getirir!
Eğitim-Sen bürokratları Ankara eyleminde...
Yaşamı devrimci tarzda dönüştürmek esas olmalı!
MHP'ye çekilen cila tutmaz!
Dönemi kazanmanın olanakları...
Hücre karşıtı faaliyetin durumu ve devrimcilerin görevi
İzolasyon politikası hücre tipi cezaevleriyle...
Katıl karşı duralım!...
Öldürtme, sahip çık!
"Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır" Kurultayı
Son İEP toplantısı ve...
Sol liberallerin "Emek Platformu" aşkı
Çoçuk emeği, kapitalizm ve sosyalizm!
Dünyanın en adaletsiz sınav sistemi
Hafız Esad'ın ölümü ve hassasiyet kazanan...
Arjantin'de bir kez daha genel grev!
Clinton gezisinin perde arkası...
Ateşi Çalmak
Mücadele Postası

 
 

Hafız Esad’ın ölümü ve
hassasiyet kazanan Ortadoğu dengeleri


C. Kaynak


Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü, hem bu ülkenin iç politik yaşamında, hem de Ortadoğu sorununda ciddi sonuçlar yaratabilecek bir sürecin başlangıcı olma riski taşıyor. Başka bir ifadeyle, Hafız Esad’ın ölümü, her iki alanda otuz yıldır egemen olan denge politikasını, statükoyu yeniden tartışmaya açmış, bir istikrarsızlık dönemine sokmuş bulunuyor. Suriye’nin önemli bir aktörü olduğu Ortadoğu sorunu gibi son derece hassas bir çelişkiler yumağında böyle bir sürecin önünün açılmış olması, doğal olarak, bu ülkenin sınırlarını aşan bir önem arz ediyor.

Hafız Esad’ın ölümü ile gündeme giren sorunun tanımlanıp irdelenmesinin zor olmayan yönü, Suriye’nin iç politik yaşamına ilişkin boyutudur. Çünkü, rejimin yüzyüze kaldığı veya yakın gelecekte kalacağı sorunların muhtevası genel hatları ile bilinmektedir. Bölgedeki başka ülkelerde de değişik rejimlerin biçim olarak benzer çıkmazlarla karşı karşıya kaldıklarına sık sık tanık olunmaktadır. Bu ülke gündemindeki toplumsal-siyasal sorunlar, politik akımları ne denli özgün olsa da, sonuçta geleneksel tahlil yöntemi ve kalıpların birer öğesidir.

Osmanlı egemenliği ve Fransız mandasından
gerici iç boğazlaşmalara...
Suriye genç bir devlettir. Birinci emperyalist savaşın karmaşık koşullarında Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinden kurtulmuştur. Ancak, Suriye üzerindeki Osmanlı egemenliğinin son bulması Arap milliyetçiliğinin başlıca ekseni olan salt bir ulusal kurtuluş savaşının ürünü değildir. Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransız kışkırtmaları günümüz Suriye’sinin tarihinde önemli bir rol oynamış ve hatta onun ilk oluşum sürecini belirlemiştir. Ve bunun doğrudan bir sonucu olarak Osmanlı egemenliğinden kurtulan Suriye, kendisini onyıllar boyu Fransız mandası altında bulmuştur.
Süreç içinde Suriye’de Fransız emperyalizmine karşı mücadele dinamikleri doğdu ve gelişti. Ama sürecin nihai karakterini esas olarak ikinci emperyalist savaşın sonuçlanma koşulları belirledi. Bir başka ifadeyle, nasıl ki asrın başındaki emperyalist boğazlaşma Suriye’nin Osmanlı egemenliğinden sıyrılmasını kolaylaştırdıysa, aynı şekilde ülkenin bağımsızlığı da ikinci emperyalist savaşın bir yan ürünü olarak gündeme geldi ve Şam’daki Fransız mandası son buldu. Böyle bir sürecin içinden süzülerek Şam’da işbaşına oturan iktidar, toplumun temel talep ve ihtiyaçlarının taşıyıcısı olmak bir yana, emperyalist destekli ve köstekli bir iktidar olmanın ötesinde bir vasfa sahip olamadı. Fransız mandasının yerini bu kez gerici bir boğazlaşma aldı. Bir düzine askeri darbenin seyrini belirlediği bu boğazlaşmanın tozu ve dumanı içinde, toplumun ileri kesimini temsil eden güç ve akımlar tasfiye edildiler, ezildiler, gerici kliklerin destekçisi konumuna düşürüldüler.

Baas partisi bünyesinde yer alan değişik klikler düzen içi iktidar boğazlaşmasının başlıca aktörleri oldular. Hafız Esad’ın başını çektiği 13 Kasım 1970 askeri darbesi ile iktidarı tek başına ele geçiren akım, bu kliklerden birisi, onların esas olarak asker kökenli olanı idi. Böylece bir cunta ile Suriye’de cuntalar dönemi, en azından otuz yıllık bir süre için kapanmış ve günümüzde sözü edilen iç politik istikrara kavuşulmuş oldu. Onun için, Hafız Esat iktidarı ülke tarihinde bir kilometre taşı olarak önem taşıyor. Suriye’nin iç ve dış politikasını, Ortadoğu’daki rolünü tanımlamada başlıca kıstas işlevi görüyor.

Hafız Esad rejimi de özünde gerici
bir diktatörlüktür
Hafız Esad rejimi Ortadoğu’daki Arap rejimlerinin ilerici olanı olarak tanımlanıyor. Bir bakıma belli bir doğruluk payı olan bu tanım görecelidir ve özünde tümüyle dış kriterlere dayanmaktadır. Soğuk savaş koşulları, Şam rejiminin Sovyetler Birliği’ne yaslanması, Ortadoğu’daki emperyalist tahakküm, başka gerici Arap rejimlerinin kişiliksizliği ve uşaklığı, İsrail yayılmacılığı vb., bu tanımlamanın yapılmasında asıl kriter oldu. ABD emperyalizmine uşaklık etmenin Ortadoğu’daki birçok Arap rejiminin biricik misyonu olduğu koşullarda, Hafız Esad rejimi ister istemez kendisini “ilerici” bir kategoride buldu.

Bu tanımlamanın, tali de olsa, bazı iç dayanakları da mevcuttur. ‘70 askeri darbesini gerçekleştiren Hafız Esad ekibi, Baas partisinin askeri ve üstelik gerici kanadını temsil ediyordu. Ama bu kliğin gericiliği, Baas partisinin içindeki en gerici ve en işbirlikçi akım karşısında doğal olarak olumlandı, kutsandı, ilerici sayıldı. Bir de rejimin popülist pratiği ve milliyetçi söylemi, gerilimli bölge koşullarında, onun kitle desteği görmesini kolaylaştırdı. Rejim bu kitle desteğine dayanarak toplumsal dinamikleri bastırmakta, muhalif akımları ezmekte zorluk çekmedi. Ama, daha şimdiden yüzyüze kaldığı iç sıkıntıların ve boğazlaşmaların da kanıtlamaya başladığı gibi, gerici bir diktatörlükten ibarettir.

Rejimin temelinde var olan bu yapısal çürüklük, bugün kendisini iktidarın babadan oğula geçtiği monarşist bir gelenek olarak ifade etmektedir. Bu yüzden, Şam rejimi, kurucusunun ölümü ile birlikte sadece olağan bir istikrarsızlık dönemine girmiş olmamakta, daha köklü yapısal sorunlarla yüzyüze gelmektedir. Son aylarda Şam’da intiharlar, ihraçlar ve sürgünler üzerinden kendini ortaya koyan boğazlaşmanın önü eğer şiddet politikası ile alınmaz ya da bunda başarısız kalınırsa, çok daha bunalımlı bir dönemin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Hafız Esad’ın ölümü Ortadoğu yumağını
daha da karmaşıklaştırmıştır
Hafız Esad’ın ölümü ile doğan boşluk esas olarak Ortadoğu sorunun geneli üzerinden kendisini ifade edecektir. Emperyalizmin bölgede icra etmek istediği ve parça parça uygulamaya koyduğu toplu çözüm paketinin toptan iflas ettiğini 20. sayımızda Lübnan sorunu üzerinden işlemiştik. Lübnan’daki siyonist işgalin çökmesiyle birlikte oluşan koşullara Hafız Esad’ın ölümünün de eklenmesi, zaten karmaşık olan çelişkileri daha da boyutlandırmaktadır. Zira, emperyalist güçlerin temsilcilerinin son günlerde döne döne vurgulamak zorunda kaldıkları gibi, Hafız Esad rejimi bölgede bir istikrar unsuru idi. Küçük hesapların ustası Hafız Esad’ın ölümü ile Şam rejimi üzerinden ortaya çıkan belirsizlik, bölgedeki hassas dengeleri iyice bıçağın sırtına bindirmektedir.

Suriye rejimine Lübnan, Ürdün vb. devletler ile bir arada bakıldığında, Hafız Esad’ın bölgedeki krizler konusunda ciddi bir muhatap olduğu, belli bir politikasının ve iddiasının bulunduğu bir gerçektir. Bölge devletleri arasında Suriye, ayrı bir yer tutmakta ve krizlerde kendisini muhataplarına ciddi bir taraf olarak dayatmakta ve kabul ettirmekte zorluk çekmemiştir. Diğer taraftan, Ortadoğu sorununun doğrudan muhataplarından olan Ürdün’ün durumu meydandadır. Arafat’ın ne bir otoritesi ne de itibarı kaldı. Lübnan’da ise devlet mekanizması 35 bin Suriye askerinin işgali sayesinde ayakta durabilmektedir.

Sonuçta Ortadoğu sorunu, deyim yerindeyse, bir arap saçına dönmüş durumda. Emperyalist güçler nereden ve nasıl müdahale edebileceklerini, inisiyatifi nasıl ele geçirebileceklerini bilemez konumdadırlar. Hafız Esad’ın cenaze törenine batıdan Jacques Chirac dışında kimsenin gidememiş, gitmek istememiş olması, bu rahatsızlığın bir ifadesidir. Geçen yıl Şubat ayında Kral Hüseyin için tavır çok daha farklı olmuş, irili ufaklı tüm emperyalist güçler, gerici devletler, en yüksek sorumlularını Amman’a göndermişlerdi. Sorun sadece ABD’nin Suriye’yi terörist devlet listesine koymuş olmasından kaynaklanmamaktadır. Bölge yeniden bir barut fıçısına dönüşmüştür. Lübnan’da Hizbullah gerillaları haftalardır zafer çığlıkları atıyorlar, Filistin halkını ayaklanmaya çağırıyorlar, Filistin yerleşim birimlerinde kitleler özerk idarenin teslimiyet politikasını hiçe sayarak direnişe atılmaya hazır olduklarını gösteriyorlar. İnisiyatifi elden kaçıran İsrail, bir taraftan nasıl bir yöntem uygulayacağı konusunda terreddüte düşerken, öte yandan içte bir hükümet krizine doğru sürükleniyor, vb.

Bu durum emperyalist güçleri ihtiyatlı davranmaya, açıktan angajmana girici tavırlar almamaya zorluyor. Buradaki ihtiyat sadece yerel sorunların karmaşıklığından kaynaklanmıyor. Yani emperyalistler ortalığın durulmasını beklemiyorlar. Nitekim ABD ve Fransa dışişleri bakanları bölgede mekik dokuyorlar.

Rusya’nın Ortadoğu’ya ilişkin hesapları
Ortadoğu’da, henüz potansiyel konumda olmasına karşın, deyim yerindeyse, pusuda fırsat kollayan, ama kimsenin adını anmadığı bir yeni faktör var. Bu faktör Rusya’dır ve onun bölgeye ilişkin politikasıdır. Elbette Rus politikasına ilerici sıfat yakıştırılamaz. Mevcut uluslararası güçler dengesi, nesnel veriler, potansiyel dinamikler üzerinden irdelendiğinde ve Rusya’nın bir güç olarak hakkı iade edildiğinde, bu zaten mümkün değildir. Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da ciddi mevzileri vardı ve özellikle Suriye rejimi bir dayanak teşkil etmekteydi. Bu mevzilerin kökü kazındı ve on yıldır Moskova’nın bölge ülkelerinde diplomatik temsilciliklerinden başka bir varlığı yoktur.

ABD emperyalizmi bu boşluktan çok iyi yararlandı, Filistin sorununa ilişkin çözüm paketini dayattı, Suriye’yi İsrail’le pazarlık masasına oturmaya zorladı, vb.. Emperyalizmin bu boşluktan yararlanarak dayattığı “barış planı”nın çökmesi, Rusya’nın iddialarına sahip çıktığı dönemle çakışmaktadır. Putin Ortadoğu konusunda henüz bir şey söylemiş, somut bir adım atmış değildir. Ama Yeltsin düşkününün Kremlin’i terketmesi ile birlikte tanık olunan diplomatik aktivite ve inisiyatifler, Moskova’nın Ortadoğu’ya da el atmasının gündemde olduğunu gösteriyor. Örneğin, iki Kore arasındaki tarihi zirvenin arifesinde Putin’in Kuzey Kore’ye ziyarette bulunacağını ilan etmesi basit bir zaman çakışması değildir. Putin’in kimsenin selam dahi vermeye cesaret edemediği Kuzey Kore’yi bu şekilde onurlandırmış olması, ABD’nin beşinci kolu konumundaki Güney Kore’nin küstahlığına, dolayısıyla Washington’un girişimlerine taş koyma anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde, içinde Ortadoğu’nun da yer alacağı Moskova’nın bu tür inisiyatiflerinin frekansının artması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Chirac’ın Şam’a giden batılı tek lider olmasının gerçek anlamı da bu düzeydedir. Eski sömürgeci güç, Fransa-Suriye tarihi ilişkileri, vb. türden argümanların bir ciddiyeti yoktur. Düne kadar Hafız Esad rejimi konusunda Paris de Washington’un ağzı ile konuşuyordu. Moskova’nın ABD’ye karşı uygulamaya başladığı basınç, yeniden Fransız emperyalizminin geleneksel politikasına hayat hakkı tanımakta, onun mevzi kapma yarışında aktif olmasını sağlamaktadır.

Rusya’nın Ortadoğu politikasının yolaçacağı sonuçlar
Rusya’nın Ortadoğu’ya el atmasının önden görülebilecek bazı sonuçları vardır. Birincisi, ABD emperyalizminin bölgede önüne gelene gelişi güzel saldırarak, dilediğince at oynatması zorlaşacaktır. Hareket alanı az da olsa daralacaktır. İkincisi ve buna bağlı olarak, ABD emperyalizminin deneme tahtasına dönüştürülmüş devletler yıllardır yaslanacak bir güç, tutunacak bir dal arıyorlar. Bunların başında kuşkusuz Irak, Suriye, Filistin Özerk idaresi vb. gelmektedir. Örneğin, ABD başkanı İsrail başbakanını ve Arafat’ı yanyana getirdiğinde, ortaya garip bir manzara çıkıyor. Arafat’ın zaten perişan bir konumda olduğu oyunda, ABD hem hakem hem de oyuncu rolünü oynuyor ve zirve bir pazarlık veya uzlaşma toplantısı değil, Arafat’a bir ültimatom imzalatma törenine dönüşüyor.

Ancak sorun sadece devlet politikası hesapları düzeyinde değildir. Bölge halkları, oradaki anti-emperyalist direniş ve mücadele dinamikleri kendilerini ifade edecek, açığa çıkarabilecek ortam arıyorlar. Bölgede Rusya ABD’nin stratejik hesaplarına engel çıkartmaya başladığında, tarihsel deneyim, biriken öfke, kandırılmış ve ezilmiş olmanın verdiği hırs, kendisine mücadele kanalları açmakta zorluk çekmeyecektir. Irak halkı ABD’nin yaptırım politikasını delmeye çalışacak, Filistin halkı özerk idarenin teslimiyet ruhuna daha güçlü bir biçimde bayrak açabilecek, Suriye kendisine dayatılan çözüm formülüne direnme cesareti bulabilecektir, vb.

Diğer emperyalistlerin ABD’yi Rusya
üzerinden dizginleme hesapları
Ayrıca, Ortadoğu’nun önemi, oradaki mevzilenme yarışı, devrimci ve anti-emperyalist damarları kesme çabaları, güncel ve konjonktürel değildir. Eskiden olduğu gibi bundan sonra da birçok başka çelişkinin hesabı da burada görülecektir. ABD, İsrail ve Türkiye ittifakının özetlediği ABD politikası, farklı alanlarda ve adım adım uygulanıyor. Bugüne kadar Washington’un bu yatırımına bir tepki gelmedi. ABD ile çıkarları çelişen diğer emperyalist güçlerin bu girişimden rahatsız oldukları açık. Fakat bir şey yapma kudretine sahip değiller. Tavır belirleme gereği duyan Fransa’dır. O bir yandan Lübnan’la yakınlaşmaya çalışırken, öte yandan ABD ile çelişmeme denklemi kurarak politika saptamaya çalışıyor. Jacques Chirac Arap dünyasında destek arıyor, Şam’a cenaze törenine koşuyor, Abdülaziz Buteflika’yı Paris’te ağırlıyor, vb.

Fakat, Ortadoğu’da Rus faktörünün devreye girmesi ile birlikte çok farklı hesaplar yapmak gerekecektir. Çünkü Moskova’nın, ABD emperyalizminin arpalığı saydığı mekanlara, özellikle de Ortadoğu’ya el atmaktan başka bir seçeneği yoktur, dahası buna mecburdur. Washington Rusya’nın nüfuz alanlarına açıktan el atmış, Kafkasya’yı tutuşturmuş, Gürcistan’ı bir üssüne dönüştürmüş durumda. Kremlin duyduğu rahatsızlığı bugüne kadar Çeçen halkına saldırmakla ifade etmeye çalıştı. Ama bu bir çaresizlikten başka bir şey değildir ve sonucu değiştirmeyecektir. Grozni’yi bombalamakla, Eduvard Şevernadze’ye karşı suikast tezgahlamakla, Erivan parlamentosunda cinayet işlemekle, ABD’nin Kafkasya seferinin dizginlenemeyeceği, stratejik hesaplarının bozulamayacağı açıktır.

İşte Kuzey Kore konusunda Putin’in yaptığı jest gerçek anlamını böyle bir perspektif içinde bulmaktadır. Rusya hedef olduğu çok yönlü sataşmanın önünü almak için hasımlarının mekanlarında onların en ince damarına basmak zorunda. Bunu icra etmenin en ideal alanı ise Ortadoğu’dur. Daha açık bir ifadeyle, uluslararası bağlamda Rusya’nın önünde duran en acil misyon, ABD’nin küstahlığına engel çıkartmak, onun hareket alanını daraltmaya çalışmaktır. Bir başkasının üstlenemeyeceği bu misyon Rusya için bir ihtiyaç, başkaları için de bir talebe dönüşmüş durumdadır. Burada nesnel bir çıkar birliği sözkonusudur. Putin’le birlikte orta ölçekli emperyalist güçlerin ABD karşısında, en azından ticari konularda, tok konuşmaya başlamış olmalarının, Clinton’un “nükleer savunma kalkanı” projesini reddetmelerinin arkasında bu talep yatıyor. Li Peng’in Belgrad’da ABD emperyalizminin barbarlığını teşhir etmesinin, ona karşı Yugoslav halkının yiğit direnişini övmesinin pek etkisi olmuyor. Ama Kremlin’in sıradan bir basın açıklaması anında rahatsızlığa yol açıyor.

Uluslararası gelişmelerin böyle bir sürece girmesi elbette bir zaman sorunudur. Ama zamanın hızla ilerlediğini, kriz odaklarının dünyanın dört bir yanında silahlı çatışmalara dönüşerek çoğaldığını görüyoruz. Washington İMF ve Dünya Bankası kredileri üzerinden Rusya’ya kelepçe vurmakta geri durmayacaktır. Fakat, hızlanan gelişmeler, artan ve keskinleşen çelişkiler, böyle bir perspektifin açılmasını adeta zorlamaktadır. Ortadoğu’daki gelişmeler, Hafız Esad’ın ölümü, Arafat’ın günlerinin sayılı oluşu, bu bağlamda büyük bir önem taşımaktadır.