|
15-16 Haziran ve işçi sınıfının öncü rolü
1950li yıllar Türkiyede kapitalist gelişmenin ivmelendiği yıllar oldu. 50lerden önce sağlanan sermaye birikiminin yanısıra, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin yükselişiyle birlikte Amerikan sermayesinin Türkiyeye akışıyla da hız alan kapitalist gelişme, 60larda sıçrama noktasına ulaştı. Asıl sermaye birikimi bu yıllarda gerçekleşti.
Bu yıllardaki kapitalist gelişmenin doğal sonucu olarak hızlı bir işçileşme ve kırdan kente göç yaşandı. 1963te işçi sayısı 2 milyon 750 bin civarında iken, 71e gelindiğinde bu sayı 4 milyon 55 bine ulaşmıştı. Sendikalı işçi sayısı ise 63te 446 bin iken, 71de 850 bine ulaştı. (Bugün Türkiyede sendikalı işçi sayısı 956 bin civarındadır. Sendikalı işçi sayısının 87 yılında 1 milyon 500 bin iken, bugün 1 milyonun altına düşerek 70li yılların rakamlarına yaklaşması, son on yılda yaşanan sendikasızlaştırmanın boyutlarını göstermektedir.)
60lı yıllarda toplumsal hareketlilik
Kapitalizmin bu hızlı gelişimi, dünyada yaşanan geniş kapsamlı toplumsal hareketlilikler ve devrimler, Türkiyede de toplumsal bir altüst oluşa yolaçmıştı. Sadece işçi sınıfının değil, küçük-burjuvazinin de geniş çaplı bir hareketliliği sözkonusuydu. 60lı yıllar, işçi sınıfının giderek radikalleşen grev ve direnişlerinin yanısıra, köylülerin toprak işgalleri ve mitingleriyle, öğrenci gençliğin boykot, direniş ve militan eylemlerine sahne oldu.
63 yılında Kavelle başlayan grev ve direnişler, 65te Zonguldak ve Kozlu maden işçilerinin direnişi, 66da Paşabahçe, 68de Derby, 69da Singer ve Demirdöküm işçilerinin direnişleri başta olmak üzere pek çok eylemle devam etti. İşçi eylemleri 69-70 yıllarında zirvesine ulaştı. 63te 8 işyerinde greve katılan işçi sayısı 1514 iken, 70de 21.156 işçi 72 işyerinde greve çıkıyordu. Grevlere katılan işçi sayısının ötesinde, eylemlerin hızla radikalleşmesi, kolluk güçleriyle çatışmaların yaşanması ve eylemlere fabrikaların çevresindeki gecekondularda yaşayan ailelerin ve halkın katılması, bu yılların ayırıcı bir özelliği oldu.
Yine aynı yıllarda köylülerin hazine arazilerini ve ağa topraklarını işgal etmesi ve köylü mitingleri öne çıkan gelişmelerdi. İzmir, Tokat, Malatya, Gaziantep, Diyarbakır, Balıkesir, Erzurum, Ordu, Ankara, Tarsus, Kozan, Silivri, Hatay, Burdur gibi birçok ilde işgal gerçekleştirildi ve mitingler yapıldı. Özellikle 67-71 yılları arasında köylü eylemleri yoğunlaştı. Bu yıllarda devrimci gençlik tarafından benimsenen Milli Demokatik Devrim (MDD) tezinin köylülüğe temel güç rolü atfetmesi, öğrenci gençliğin köylülerin eylemlerine katılmak ve desteklemek için özel bir çaba göstermesini sağlayan ek bir etken oldu.
Öğrenci gençliğin eylemleri ise protesto ve boykotlardan hızla çatışmalara dönüştü. Devlet katliam ve tutuklamalara girişti. Bu süreç toplumsal hareketliliğinin en aydın kesimini oluşturan öğrenci gençliğin hızla politikleşmesine yol açtı.
Toplumsal hareketliliğin birleşme ve
siyasallaşma eğilimi
60lı yıllarda sol siyasal akımlar, yaşanan toplumsal hareketlilik üzerinde yükseldi, gelişip serpildi. Başlangıçta tek sol siyasal oluşum sayılabilecek TİP içerisinde, çok geçmeden çok sayıda farklı eğilim oluştu. Yürütülen sol propaganda-ajitasyon çalışması ve yaşanan siyasal tartışmalar, geniş kesimlerin devrimci düşüncelerle tanışmasını sağladı. Özellikle öğrenci gençlikte yaşanan kitlesel sol politizasyon, öğrencilerin işçi ve köylü eylemlerine ilgi göstermesini hızlandırdı. Kendi mücadelelerine öğrencilerin ilgi gösterdiğini gören işçi ve köylülerin de devrimci öğrencilere sempati duymaya başlaması ile toplumsal harekette birleşme eğilimi oluştu. Ancak bu yakınlaşma daha çok tek taraflıydı. Bugün kamu çalışanlarının işçi eylemlerine gösterdiği ilgi ve verdiği destek boyutlarında bir işçi ve köylü yakınlaşması o dönemde gerçekleşemedi.
Hazine arazilerini ya da ağa topraklarını işgal etmeyi düşünen köylülerin Dev-Gençlileri çağırıp fikirlerini sorması gibi örneklere karşın, işçi hareketi ile köylü eylemleri iki ayrı kanaldan gelişiyordu. İşçi sınıfının köylülere göre daha ileri bir politikleşme düzeyi yaşamakta oldukları ise, DİSKin ortaya çıkması ve eylemlerin içeriği üzerinden görülebiliyordu. Köylü eylemleri hiçbir zaman büyük burjuvaların topraklarına el koyma biçimini almadı. İşgal edilen topraklar hazineye ait ya da anlaşmazlığa konu ağa topraklarıydı. Toprak reformu köylü eylemlerinin öne çıkan istemiydi.
İşçi eylemlerinin zirvesi olarak 15-16 Haziran ve
sol hareket üzerindeki etkileri
15-16 Haziran öncesinde çeşitli direnişlerde işçiler, polis ve ordu ile karşı karşıya geldiler. Ancak bu eylemlerde işçiler polisin saldırısına karşı koyuyor, askerler geldiğinde ise çoğu kez eylem bitiriliyordu. Ordu-işçi elele!, Ordu-gençlik elele!, yaygın olarak atılan sloganlardı. Eylemlerde Türk bayrakları dalgalanıyor, İstiklal Marşı söyleniyordu.
15-16 Haziranda kimi yürüyüş kollarında askerler yürüyüşlere müdahale etmediler, izlemekle yetindiler. Kimi yerlerde ise işçilerin önünde barikat oluşturuldu ve işçilerin üzerine ateş edildi. İşçilerin askerle çatışması, yıllardır tabu haline gelen bir anlayışın kırılmasını sağlıyordu. Ordunun işçi sınıfının devrimdeki müttefiki olduğu şeklindeki MDD tezi, böylece pratik tarafından boşa çıkarılıyordu. 15-16 Haziran eylemlerinde yine Ordu-işçi elele! sloganları attırılmaya çalışıldı, ama ordu hangi sınıfın hizmetinde olduğunun açık bilinciyle hareket etti.
Eylemlerin ardından MDDciler yayınlarında, ordunun aslında AP hükümeti tarafından provokasyon amacıyla, Milli Cepheyi bölmek için işçilerin karşısına çıkarıldığını işlediler. İşçi sınıfının büyük direnişi, önceki yıllarda başlayan anlaşmazlıkların derinleşmesini ve farklılıkların hızla ete-kemiğe bürünmesini hızlandırdı.
15-16 Haziran, bu yüzden, sadece militan bir işçi eylemi olarak değil, politik özellikleriyle de sol hareket üzerinde derin etkiler bıraktı.
70li yılların küçük-burjuva önyargıları
15-16 Haziran sadece orduya bakış konusunda yeni bir dönemin başladığını işaret etmiyordu. 150 bine yakın işçinin militan bir şekilde sokaklara çıkıp devlet güçleriyle iki gün boyunca çatışması ve bunun sermaye devleti üzerinde yarattığı korku, bir başka olgunun da gündeme gelmesini sağlıyordu: İşçi sınıfının toplumsal devrimdeki öncü rolü! İşçi sınıfının toplumsal devrimde önderliğini tartışmalı gören sözde orijinal Türkiye tahlilleri, bu iki gün içinde tuz-buz oldu. İşçi sınıfı sadece ideolojik planda değil, toplumsal planda da fiilen önder bir güç olduğunu, gövdesiyle toplumsal hareketin en önemli ve en etkili gücü olduğunu somut olarak ortaya koymuştu.
Buna karşın yeni yeni şekillenen küçük-burjuva devrimci akımlar, yeni bir değerlendirme yapma ihtiyacı duymadan, önceki yıllardaki tartışmaların izinden yürüdüler. MDD tezleri reddedilse de, etkisi önemli ölçüde sürdü. İdeolojik önderlik kavrayışı ise, terkedilmediği gibi, yeni türden teorik dayanaklara kavuşturulmaya çalışıldı. İşçi sınıfının devrimci öncü rolü kavranamadı. Bu zayıflık 70li yıllardaki yükseliş dönemine de yansıdı; işçi sınıfı içinde çalışmanın, ona dayanmanın öneminin kavranmasını engelleyen bir rol oynadı. Bu nedenle de, işçi sınıfı, esas olarak reformist parti ve akımların çalışma alanı olarak kaldı ve onun etkisinden kurtulamadı.
70li yıllarda işçi sınıfının en ileri sendikal örgütlülüğü olan DİSK, TİP ve TKP reformizminin etkisi altındaydı ve çok geçmeden onlar eliyle Ecevit CHPsinin hizmetine ve giderek denetimine sunuldu. Reformizmin işçi sınıfı üzerindeki etkinliği, bugün bile kimi devrimci hareketler tarafından, onun mücadele geleneğinin zayıflığı ve köksüzlüğü şeklinde değerlendirilmektedir. Oysa, tam da geleneksel devrimci akımların çarpık küçük-burjuva kavrayışlarından dolayıdır ki, sınıf içindeki çalışmaya gereken önem verilmemiş, bu alan reformistlere adeta tümden terkedilmiştir.
İşçi sınıfının 15-16 Haziranda taşıdığı büyük devrimci enerjiyi ve öncü yeteneğini açıkça ortaya koymasına karşın, bunun kavranamaması şaşırtıcı görünüyor. Kaldı ki, 70li yıllar boyunca reformizm sınıf hareketi üzerinde belirgin bir etkinlik kurmasına rağmen; DGM boykotu, faşizmi ihtar gibi eylemler, reformist cendere altında bile işçi sınıfının nasıl bir devrimci dinamizm taşıdığını ayrıca ortaya koymuştur.
80li ve 90lı yıllarda devrimci
önderlik boşluğu
Küçük-burjuva önyargıların güçlülüğü koşullarında, 70li yıllarda kavranamayan devrimci önderlik boşluğu sorunu, yine küçük-burjuva siyasal akımlar tarafından 80li ve 90lı yıllara taşındı. Ancak son 20 yılın gelişmeleri, emekçi kitlelerin sadece küçük-burjuvazinin bir toplumsal devrime önderlik edemeyeceğini değil, gelinen yerde günlük mücadelelerde dahi artık bir önderlik iddiasında bulunamayacağını gösterdi. 80li ve 90lı yıllarda gelişen kamu emekçi hareketi, Gazide zirveye ulaşan semt eksenli emekçi hareketi, Kürt ulusal hareketi gibi etkenlere karşın, 60lı ve 70li yıllarda benzer bir küçük-burjuva kabarış yaşanmadı. Bu, küçük-burjuva katmanların da ancak işçi sınıfı öncülüğünde gerçek mücadele kanallarına sahip olabileceğini göstermekteydi.
2000li yıllara gelindiğinde, küçük-burjuvazinin önderlik iddialarının tarihsel ve toplumsal olarak çöktüğü, sırasını savdığı artık görülmüştür. Önümüzdeki yıllar gürbüz proletaryanın bütün gövdesiyle mücadele sahnesine çıkıp damgasını vuracağı yıllar olacaktır. Bu bir niyetin ifadesi değil, toplumsal gelişmelerin ortaya çıkardığı bilimsel bir gerçektir. Parti programı bunu en net biçimde şöyle formüle eder:
Proletarya devriminin zaferi, yalnızca işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları için değil, sermayenin tahakkümü altında acı çeken ve günbegün yıkıma uğrayan kentin ve kırın ezilen köylü ve zanaatçı küçük-burjuva katmanları için de tek kurtuluş yoludur. (TKİP Programı, Türkiye Devrimi bölümü)
Programımızdaki bu ifade sadece Marksizmin genel, teorik bir ifadesi değil, bugünkü Türkiyenin toplumsal yapısının gerçekliğinin ifadesidir. Ne kamu emekçi hareketi, ne de semt emekçilerinin hareketi, tüm ezilen toplumsal kesimlerin önderliğini yapabilecek bir özelliğe sahiptir. İşçi sınıfı ise, önüne konulan bütün reformist ve sendikal barikatlara karşın, tüm ezilen toplumsal kesimlerin önderliğini yapabilecek bir güç taşıdığını göstermektedir. Bu potansiyel güç, her işçi eyleminde, her işçi yürüyüşünde, diğer ezilen kesimlerin gösterdiği ilgi ve sempatiden de açıkça görülmektedir.
Devrimci önderlik boşluğu doluyor
Son 30 yılın pratiği, işçi sınıfının toplumsal harekete ve devrime önderliği sorununun, devrimci komünist bir partinin işçi sınıfına önderliği sorunundan koparılamayacağının canlı bir örneğidir.
Partinin kuruluşunu ilan eden Kasım 98 tarihli Kuruluş Bildirisi, bu temel sorunu şöyle ifade etmektedir: Son 30 yılın devrim cephesinde kendini en yakıcı bir biçimde hissettiren temel zaafiyeti devrimci önderlik alanındaki boşluktur. Partimiz bugün bu boşluğu doldurmak iddiasındadır. Partimiz ideolojik çizgisini, bunun ürünü olan programını ve nihayet bu temel üzerinde bugüne dek sağladığı maddi-örgütsel birikimini bu iddianın somut güvencesi saymaktadır.
Eğer 15-16 Hazirandan dersler çıkaracaksak, bu derslerin ışığında geleceğe adım atacaksak, birinci ders tam da bu olmalıdır. 15-16 Haziranda işçi sınıfının görkemli direnişi işçi sınıfının toplumsal devrime önderlik yapabilecek bir güçte olduğunu göstermiş, ancak işçi sınıfının devrimci önderliği sorunu yıllarca çözülememiştir. İşçi sınıfına devrimci önderlik iddiasında olanlarsa, bunun gerçek anlamını kavrayamadıklarını politika ve pratikleriyle göstermişlerdir.
Sınıf hareketinin yükselişi ve parti
Bugün sınıf hareketinde yaşanan durgunluğun kırılmakta olduğunu gösteren gelişmeler, komünistler için ayrı bir anlam ve önem taşımaktadır. Sermaye devletinin özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma gibi araçlarla giriştiği kapsamlı saldırılara karşı gelişen tepkiler, sendika bürokrasisinin cenderesinden kurtulmak için gelişen taban örgütlenmeleri, platformlar, kapitalizme karşı uluslararası düzeyde gelişen eylemler, sınıf cephesinden yeni gelişmelerin beklenilmesi gerektiğini göstermektedir. Sınıf hareketinin gelişmesinin siyasal alandaki karşılığı ise, komünist partisinin serpilip büyümesi ve devrimci önderlik boşluğunu doldurmasıdır.
15-16 Haziran büyük direnişi 30 yaşında
Geçmişimiz geleceğimizi aydınlatıyor
Bundan 30 yıl önce, Türkiye işçi sınıfı, tarihinin en büyük ve en şanlı direnişini gerçekleştirdi. DİSKin çanına ot tıkayacağız diyerek gerçekte, Türkiye işçi sınıfının en temel sendikal hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmayı hedefleyen sermaye, bundan 30 yıl önce 1970de karşısında başta DİSK üyesi işçiler olmak üzere işçi sınıfımızı buldu. DİSKin direniş çağrısı, yalnızca kendi üyelerinde değil, tüm işçiler içinde yankı buldu. Türkiyedeki birçok işyerinde üretim durduruldu; İzmit ve İstanbul işçileri E-5i kapatarak yürüyüşe geçtiler. Büyüyen işçi selini zorla durdurmak için gösterici işçilere polis birçok yerde ateş açtı. Üç işçi kardeşimiz şehit oldu. Ama haklarını korumakta kararlı olan işçileri kimse durduramadı. Genel direniş 15 ve 16 Haziran günleri boyunca sürdü. Hayatı durdurarak tepkisini ortaya koyan işçi sınıfımız, sermayeyi pervasız hak tanımazlığına pişman etti. İşçilerin haklı öfkesinden korkuya kapılan birçok büyük patron soluğu yurtdışında aldı. Öğrenciler, kamu çalışanları ve tüm ezilen halk, işçi sınıfının yanında yerini aldı. Sendikalar, Grev ve Toplusözleşme Kanununda yapılmak istenen değişiklikler, Türkiye işçi sınıfının bu şanlı direnişiyle püskürtüldü.
15-16 Haziran büyük direnişinin 30. yıldönümüne yaklaşırken, Türkiye işçi sınıfı yine büyük bir sermaye saldırısıyla karşı karşıya.
Siyasi iktidar, İMF ve Dünya Bankasının direktifleriyle, geçtiğimiz yıl emekçileri mezarda emekliliğe mahkum etmişti. Bu saldırının son olmadığı belliydi. Şimdi de uluslararası ve yerli sermaye, Sosyal Güvenlik Yasasına Uyum Yasaları adı altında, kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya ve yıllardır işçilerden kesilen paralarla oluşturulan zorunlu tasarruf fonlarını gaspetmeye çalışıyor. Sermaye ve hükümet, bir yandan açıkça gaspa teşebbüs ederken, diğer yandan da enflasyonla mücadele perdesinin altında, hiçbir gerçekliği olmayan bir düşük enflasyon beklentisine göre gerçek ücretleri yarıya indirme çabasında. Ortaya çıkacak işçi tepkisini göğüslemek için hükümet, altında imzası bulunan İLO sözleşmeleriyle açık çatışma halindeki %10luk işkolu barajını bir tehdit olarak kullanıyor. Tüm sendikaları, Temmuz istatistiklerinde %10luk iş kolu barajının altında bırakarak, toplusözleşme düzenini ortadan kaldırmakla tehdit ediyor.
Sermaye ve hükümet, 20 yıldır kolunu kanadını kırdığını düşündüğü işçi hareketinin bütün bu saldırganlık karşısında direnme gücü bulamayacağını sanıyor.
Ancak yanılıyorlar. Bundan 30 yıl önce, konfederasyon farkına bakmaksızın hep birlikte ayağa kalkarak sendikal hak ve özgürlüklerini büyük bir kararlılık ve cesaretle savunan Türkiye işçi sınıfı, bugün de, aynı ortak bilinç ve duyarlılıkla mücadeleye girişmenin olanaklarını yaratmaya çalışıyor.
Bu ortak mücadele azminin ifadelerinden biri olan İstanbul Emek Platformu, Türkiye işçi sınıfını ve tüm emekçi ve ezilenleri, sermayenin topyekûn saldırısına karşı ortak mücadeleye çağırmak amacıyla, şanlı 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin 30. yıldönümünde bir miting yapmayı kararlaştırmıştır.
İMFnin talimatlarıyla emekçi halkı baskıya ve yoksulluğa mahkum eden siyasi iktidara ve fütursuz bir biçimde işçi sınıfına saldıran sermayeye karşı, bütün konfederasyonlardan işçileri ve kamu çalışanlarını, tüm meslek örgütlerinin üyelerini özgürlükten, barıştan ve bağımsızlıktan yana olan herkesi, bayrakları ve ortak mücadele azmini yansıtan sloganlarıyla, 17 Haziran Cumartesi günü Çağlayanda saat 13:00de yapacağımız mitingde yer almaya çağırıyoruz.
Yaşasın şanlı 15-16 Haziran işçi direnişi!
15-16 Haziran, yolumuzu aydınlatıyor!
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
|