Şeyh Sait İsyanından Serhıldanlara...
Kendi tarihini kavgayla yazan halk!
Tarihte kurdukları ilk devlet olan Med İmparatorluğunun yıkılmasının ardından Kürtler, dağınık beylikler halinde yaşamaya başladılar. 1638de İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki Kasr-ı Şirin anlaşması Kürdistanı ikiye böldü. Bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu, diğer kısmı da İran boyunduruğu altında kaldı. Bölünmüşlüğe, eşitsizliğe ve baskılara karşı Kürt beylikleri ve aşiretleri içinde mayalanmaya başlayan öfke, 1. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında Kürdistanın dört parçaya bölünmesiyle yerini ayaklanma ve isyanlara bıraktı. Şeyh Sait İsyanı da Türk devletinin Kürtlerin varlığını ve ulusal haklarını hiçe sayan politikasına karşı cumhuriyet döneminin ilk önemli Kürt ayaklanması oldu. Hem bu yanıyla, ama hem de yeni kurulmuş Kemalist iktidarın gerçek yüzünü göstermesi bakıından, bu ayaklanmanın tarihimizde ayrı bir yeri vardır.
Şeyh Sait 1865 yılında Paluda doğdu. Gençlik yıllarında medrese eğitimi gördü. Babası öldükten sonra Nakşibendi şeyhi oldu. Koyun ticareti nedeniyle sık sık diğer Kürt beylikleri ile biraraya gelen Şeyh Sait, kısa sürede saygınlık ve ün kazandı. Zaza aşiretinin lideri konumuna geldi. 1924 yılında Şeyh Saitin katılımıyla Azadi örgütü kuruldu. Kongresini başarıyla tamamlamasının ardından birçok kadrosu devlet tarafından yakalandı. Bunun ardından örgüt, 1925te 2. kongresini topladı. Büyük ayaklanmanın öncesinde Kürtler içersinde ciddi bir etkiye ulaşmıştı. Ayaklanmanın örgütün kurulmasından kısa bir zaman sonrasına rastlaması bile bunu gösterir. Bu kuşkusuz Kürt halkının baskı ve inkar politikalarına duyulan rahatsızlıktan ayrı düşünülemez.
Aslında yıllarca sol çevreler içerisinde de büyük tartışmalara konu olmuş Şeyh Saitin kimliği sorunu bizce meselenin ikincil yanıdır. Şeyh Sait bir din adamı olmakla ve hareketi belirgin dini motifler taşımakla birlikte, önderlik ettiği ayaklanma özünde ulusal baskı ve inkara karşıydı. Şeyh Saitin önderlik ettiği hareket içindeki yerine ve dolayısıyla buradan gelen tarihsel kimliğine de bu gözle bakmak gerekir.
26. Kürt isyanı
Cumhuriyetin ilanından önce Kürtlere yönelik politikalar da oldukça farklıydı. Lozanda ...sadece Türklerin değil, Türklerin ve Kürtlerin temsilcisiyim diyen İsmet İnönü, her fırsatta Kürtleri öven Mustafa Kemal, kısa zamanda sömürgeci politikaları yeğlemişler ve Kürt halkına yönelik tutumlarında kökten değişiklikler yapmışlardır. Kendilerine vaadedilen ve bedelini emperyalist işgale karşı kanlarını dökerek önceden ödedikleri haklarını alamayan Kürtler, veya daha doğru bir ifade ile dönemin Kürt Beyleri, cumhuriyetin umutlarını karşılayamayacağını gördüler. İşte 26. Kürt isyanının başlama nedeni ve noktası burasıydı.
Yavaş yavaş Kürt halkı üzerinde etkisini göstermeye başlayan hareket, 13 Şubat 1925te Elazığın Eğil bucağı Piran köyünde gizlenen mahkumları aramaya gelen jandarma birliğine karşı konulması üzerine alevlendi. Türk devletinin çok büyük askeri yığınak yapmasına rağmen çatışma kısa sürede yayıldı. Bölgedeki telefon ve telgraf telleri kesildi. Genç ilinin merkezi Drahni, Şeyh Saitin yönettiği isyancı ordu tarafından ele geçirildi. Kendisine katılan dört aşiret reisiyle birlikte Şeyh Sait Diyarbakır, Muş ve Çapakurda hükümet güçlerine karşı cephe açtı ve bir piyade alayını Diyarbakıra çekilmek zorunda bıraktı. Hükümet kuvvetlerinin yaptığı karşı saldırı bir sonuç vermediği gibi Şeyh Sait idaresindeki ordu, bir süvari alayını pusuya düşürüp tutsak alarakHaniye girdi. Bu arada diğer Kürt aşiretleri de Vartoyu ele geçirip Erzurum üzerine yürüyordu.
Başlangıçta Ali Fethi Okyar hükümeti olayı bölgesel, çabuk bastırılabilecek bir ayaklanma olarak değerlendirmişti. Fakat çok geçmeden olayın yeni kurulan Türk devletinin Kürdistan üzerindeki egemenliğini tehdit edecek bir isyan olduğu görüldü ve 4 Mart 1925te Takrir-i Sükun kanunu kabul edildi. Yasa uyarınca ilan edilen seferberlikle hükümet güçlerinin önemli bir bölümü Diyarbakıra ulaşarak ayaklanmayı bastırmak için geniş ve ayrıntılı bir harekâta başladı. Harekât sonucu Şeyh Saitin elinde olan yerler tek tek geri alındı, 15 Nisan 1925te Şeyh Sait ve yanındakiler Varto yakınlarındaki Çarpuh Köprüsünde yakalandı ve isyan böylelikle bastırılmış oldu.
Yakalananların yargılamaları kurulan İstiklal Mahkemelerinde görülmeye başladı. Baskının, katliamların, zorbalığın ve her türlü keyfiliğin yasal kılıfı olan İstiklal Mahkemeleri, birer kıyım makinesi gibi işletildi. Bugünkü DGMlerin temeli olan İstiklal Mahkemelerinde görülen göstermelik yargılamalar sonucu 29 Haziranda Şeyh Sait ve 47 arkadaşının idamı gerçekleştirildi.
İsyan bastırılmış, ileri gelenler idam edilmiş olmasına rağmen, Takrir-i Sükun yasası süresi 2 yıl daha arttırılarak yürürlükte kaldı. Ayrıca meclis de 2 yıl süreyle olağanüstü yetkilerle donatıldı. Bu 2 yıl, Takrir-i Sükun dönemi, feodal irticacıların üzerine kararlılıkla giden Türk devletini ve katliamı alkışlayan TKP için de her türden muhalefetin bastırıldığı dönem oldu. Muhalif bütün gazetelerin ve partilerin kapatıldığı, TKPnin tüm faaliyetini yeraltından yürütmesine sebep olan bu 2 yılda 500ün üzerinde kişinin de idamı gerçekleştirildi.
Emperyalizme ve gericiliğe karşı
halklarla özgürlüğe yürümek
Özellikle Takrir-i Sükun yasası burjuva diktatörlüğünün kirli yüzünü açığa çıkardı. Buna rağmen o günlerde büyük bir hata yapan TKP, tek yanlı bir ele alışla isyanı gerici ve irticai olarak değerlendirdi. Bu hata, sadece o gün için değil, ama yıllarca Kürt halkı ile Türk devrimcileri arasında olması gereken güven bağının kurulmasını engelledi. Elbette bu ayaklanmanın içerisinde gerici öğeler bulunuyordu, ancak bu Kürtlerin ulusal özlemlerini ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin ilericiliğinin görmezden gelinmesi için bir gerekçe olamaz. Benzer hatalı yaklaşımlar yıllarca tekrarlandı. Bazen Kürt halkının özlemleri hiçe sayıldı, sözde sol bir tutumla bu mücadele inkar edildi, bazen de körü körüne destek verilerek, büyük yanlışların vebaline ortak olund. Türkiye devrimci hareketinin bu zaaflı görüntüsünü düzeltmek, Aurias Ahırlarını temizlemek de komünistlere düştü. Bugün bir yandan Türk sömürgeciliğine ve onun hizmetindeki sosyal şovenizme karşı, öte yandan teslimiyet ve tasfiye çizgisine karşı ilkeli ve kararlı bir mücadele yürüterek komünistler, yıllar önce ortaya koydukları ilkelere dayalı devrimci çizgiyi tutarlılıkla südürmektedirler.
Bir ulus-devlet yaratma yolunda faşist İtalyadan belirgin biçimde etkilenen yeni Türk devleti, varlığını bile dağ Türklüğü tanımına indirgediği Kürt ulusunun isyanlarını ezmekle kalmamış, onların haklılığını da binbir çarpıtmayla gölgelemeye çalışmıştır. Kürt ulusunun meşru ulusal demokratik haklarını tanımaya yanaşmayan ve bunları elde etmeye yönelik tüm girişimleri kuruluşundan bu yana kanla bastıran Türk burjuvazisi, bugün de tarihsel inkarcılık ve imha politikasından vazgeçmiş değildir. Bugün Türk burjuvazisinin en temel ve en ağır sorunlarından biri, teslim aldığı önderliğine rağmen yokedemediği Kürt halk direnişi gerçekliğidir. Bu gerçekliğin kaynağı Kürt emekçileridir.
Efendisi ABDnin Irakı işgalinin ardından, TC de oradaki Kürtlere karşı savaş rüzgarları estirmiş, Kürt halkının her hareketine karşı nefret dolu açıklamalar yapmıştır. ABD ile yapılan pazarlıkların bir yanı hep bölgedeki Kürtler olmuştur. Ama tüm bu oyunlar sökmeyecek ve hem güneyde, hem de kuzeyde Kürt halkı mücadele ile özgürlüğü kazanacaktır. Bunu başarabilmesi için gerici ve teslimiyetçi önderliklerini aşması, Güney Kürdistanda emperyalist işgale karşı Arap halkı ile, Kuzeyde Türk işçi ve emekçileri ile kolkola girmek, birlikte devrime yürümek bunun için tutulması gereken biricik yoldur.
|