Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Ağustos 2003
Sayı: 63
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Amerikan jandarması olmayacağız!
  ÖSS sendromu bitmiyor!
  Eğitim hakkımıza bir saldırı aracı: Yaz okulları
  Yıldız Teknopark AŞ kuruldu!
  Okullarımızı satmak istiyorlar...
  Özel Okulları Destekleme Projesi ve Uluslararası Ortak Lisans Programları...
  Çuval ABD'nin "bağımsızlık ve demokrasisi"dir!
  Genç komünistlerin bölge faaliyetlerinden...
  İşgalci ABD'ye destek, Ortadoğu halklarına ihanettir!
  Genç işçilerle kölelik yasası ve Irak'a asker gönderme üzerine konuştuk...
  Sanayi sitelerinden...
  Genç bir komünistin bir günü...
  Üniversite sermaye işgali altında!
  Şovenizm ve saldırgan milliyetçilik!..
  "Pozitif milliyetçilik"...
  Kurtuluş yok tek başına!
  Reklamlarla dayatılan...
  Ya da bir kutu kızıl boyayala dünyayı tüm renklere boyayın!
  "Dünyayı değşitirin, çünkü değiştirmek gerekiyor"
  Geçmişten bugüne halk ozanlarımız
  Alternatif bir dünya için kendi alternatif devrimci sanatımızı yaratalım
  "Yağmurları temizlemeli çocuklar yine koşabilsin yağmurların içinde..."
  Ayak sesleri...
  Okur mektupları



 
 
Üniversite, sermaye işgali altında!

Yeniden yüksek öğrenim reformu!

Son birkaç yıldır Türkiye burjuvazisi, yüksek öğrenimde gerekli gördüğü reformları gerçekleştirmek için çeşitli girişimlerde bulunuyor. Gerçekleştirilmeye çalışılan bu reform çabaları, temelde uluslararası neo-liberal eğitim politikalarının Türkiye ayağını oluşturmaktadır.

Daha önce Ekim Gençliği sayfalarında, Türkiye burjuvazisinin GATS çerçevesinde, eğitim alanında uluslararası emperyalist kurum ve tekellere verdiği taahütleri, geniş bir biçimde tartışmıştık. Bu tartışmalarda, çeşitli dönemlerde hazırlanan yüksek öğrenim reformu çalışmalarının tamamının ortak özelliğinin, GATS’a uyum yasaları olduğunu ifade etmiştik. Burada, söz konusu reform tartışmalarının, tasarı haline gelmiş son biçimi üzerinden yapacağımız tartışma da, yukarıda sözünü ettiğimiz GATS’a uyum süreci ekseninde ele alınmalıdır.

Reform tartışmalarının evrimi

Daha ‘99 Nisan’ında, Ecevit Hükümeti döneminde başlayan yüksek öğrenimde bir reforma ihtiyaç olduğuna ilişkin tartışma, hazırlanan yasa taslağı ile olgunlaşmış sayılırdı. Hatırlanacak olursa, rektörlerin yürek paralayıcı “isyanı” kısa sürede sonuç vermiş, bir iki ay içinde, hazırlanış süreci ve içeriği yalnızca hükümet yetkilileri ve YÖK (Kemal Gürüz demek daha doğru olur) tarafından bilinen bir tasarı çıkmış ve bu tasarı toplumda tartışılmadan meclisten geçirilmeye çalışılmıştı. Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin tasarı karşıtı muhalefetinin de etkisiyle, tasarı genel kurul önüne gelemeden gündemden kalkmıştır.

‘2 Kasım seçimleri ile işbaşına gelen 1. AKP hükümetinin eğitim alanındaki ilk icraatlarından biri, yine bir yüksek öğrenim “reform”u hazırlamak oldu. Bakan Erkan Mumcu tarafından, bu defa toplumun tüm kesimlerini tartışmaya katmak yaftası altında yaratılan kaosun ardından ortaya çıkan yeni tasarı da, toplumun farklı kesimlerinden, özellikle YÖK’ten aldığı tepkiler nedeni ile geri çekildi.

Ancak kurulan 2. AKP Hükümeti, tasarıyı yeniden gündeme getirdi. Bakan H. Çelik yine karşısında YÖK ve bazı rektörlerden oluşan bir muhalefet buldu. Önce oldukça kararlı görünen hükümet, kısa süre sonra geri adım attı. Öğretim görevlileri ile tasarı üzerinde çeşitli müzakereler yapma gerekçesi ile tasarı Bakanlar Kurulu’ndan geri çekildi. Son açıklamalarında bakan H. Çelik, tasarının Üniversitelerarası Kurul ile bakanlık tarafından oluşturulacak bir komisyon tarafından 20 Ağustos tarihine kadar görüşüleceğini ve derhal meclise sevkedileceğini belirtiyor. Ancak Üniversitelerarası Kurul Başkanı N. Erem bunu yalanlayarak, bakanla görüşmelerinde yalnızca tasarının öğretim üyeleri tarafından tartışılması konusunda ortaklaştıklarını ifade etti. Öyle görünüyor ki, bu tartışma daha uzayıp gidcek.

H. Çelik tarafından hazırlanan tasarıya karşı oluşan muhalefeti yalnızca YÖK ve rektörlerden ibaret görmemek gerek. Tartışmanın doğrudan muhataplarından biri de ordudur. Ordu ve AKP arasında oluşan gerilim, bir ölçüde yüksek öğrenim reformu tartışmalarında da kendisini göstermiş ve AKP hükümetinin attığı geri adımla bir süre için ertelenmiş görünüyor. Tasarıyı incelediğimizde göreceğiz ki; YÖK’ün ve rektörlerin kaygısı hiç de tasarının anti-demokratik olması ya da sözde laiklik karşıtı olmasından ileri gelmemektedir.

Esas sorun; tasarının yüksek öğrenimdeki tüm yönetici kesimin tasfiyesini öngören geçici maddesidir. YÖK Başkanı ve özellikle İstanbul Üniversitesi Rektörü K. Alemdaroğlu’nun tasarının toplumdan gizlenerek hazırlandığı serzenişleri doğruysa da, bu konuda sızlanacak en son kişiler, yine bu iki profesördür. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Ecevit Hükümeti’nin hazırladığı tasarı da, özellikle bu iki şahsiyetin çabalarıyla, toplumdan gizlenmiş, bir oldu bittiye getirilmek istenmiştir. Dolayısıyla, bu iki yüzlü profesörler ve onların ürkek takipçileri olan rektörler, yaptıkları demagojiye aklıselim kimseyi inandırmayı başaramayacaklardır.

Tasarıyı incelemeye başlamadan önce, son birkaç yıl içinde hazırlanan yasa taslaklarının hemen hemen birbiri ile aynı olduklarını bilmeliyiz. Belki bu benzerliğe en aykırı örnek, Bakan Mumcu’nun taslağıydı. Ancak o tasarıya ruhunu veren anlayış, geçmişte ve bugün hep aynı kalmıştır. Bu tasarı da, özellikle Ecevit döneminde hazırlanan taslağa oldukça benzemekte, hatta pek çok noktada aynılaşmaktadır.

Mali özerklik: Üniversiteler işletme, rektörler patron!

Mali özerklik talebi, gerek YÖK başkanı K. Gürüz, gerek üniversite rektörleri, gerekse bir çok siyasi parti tarafından, üniversitenin tüm sorunlarını çözecek temel bir reçete olarak öne sürülmekte. Hükümetle, YÖK ya da rektörler arasında çatışma yaratan konular içinde hiçbir zaman mali özerklik yer almadı. Aksine “mali özerklik” her iki tarafın da hemfikir olduğu nadir konular arasındadır. Zira her iki taraf da eğitimin piyasa süreçlerine açılması konusunda aynı fikirdeler.

Tasarı; “üniversitelerin idarî ve malî konularda, anayasa ve kanunlar çerçevesinde, serbestçe karar alarak uygulayabilmelerini”, tanımlar kısmında ortaya koyarak mali özerkliği güvence altına almış ve yüksek öğretim kurumunun temel bir ilkesi durumuna getirmiştir.

Tasarıda mali özerklik, esas olarak “işletme hesabı” ile sağlanıyor. Kavram okuyucuya tanıdık gelecektir. “İşletme hesabı”, daha önce Ecevit hükümeti döneminde hazırlanan tasarıda da vardı. Üniversitenin tüm gelirlerinin tek bir hesapta toplanmasını öngören “işletme hesabı”nın girdilerinden bazıları şöyle;

“- Bütçe kanununda, ilk işletme hesabının kurulması için Üniversite bütçesine konulan ödenekler,

- Üniversitenin her türlü fiziki olanak, tesis, araç, gereç, teçhizat, insan gücü ve bilgi birikimini kullanarak üreteceği hizmet ve mallardan elde edilen gelirler,

-Üniversiteye ait veya üniversiteye tahsis edilmiş olan taşınır ve taşınmaz malların kiralanması ve işletilmesinden elde edilen gelirler,

-Gerçek ve tüzel kişilerce yapılan bağış ve yardımlar,

-Kâr payı, faiz ve nemalandırma gelirleri,

-Bilimsel araştırmalar için yapılan şartlı bağış ve yardımlar,

-İşletme hesabından öğrencilere kullandırılan kredilerin geri ödemeleri,

-Öğrencilerin ödeyeceği katkı payları ve diğer ödemeler,...”

Listeye şöyle bir bakınca, özellikle bazı maddelerin bir eğitim kurumu olarak üniversite ile ilgisini kurmakta zorlanıyoruz. “Kâr payı, faiz ve nemalandırma gelirleri” maddesinden söz ediyoruz. Tasarı üniversitelere, işletme hesabında birikmiş nakit fazlasını “nemalandırabilmesi” yetkisini vermiş. Böylelikle, üniversitelerin borsanın aktörleri arasında yeralması, son derece doğal bir durum haline geliyor. Üniversitelerin, şimdiden ellerindeki akademik ve mali olanaklarla, başarılı birer borsa aktörü olacaklarına şüphe yok.

Listede göze batan bir başka madde ise, “bilimsel araştırmalar için yapılan şartlı bağış ve yardımlar”. Buradaki “şartlı” sözcüğü oldukça önemli bir işlev taşıyor. Sermaye sınıfının araştırma ve geliştirme maliyetlerinden kurtulabilmek için üniversitelerin olanaklarından yararlanmak gibi bir çabasının olduğu, yine bu sayfalarda tartışma konusu edilmişti. Bu madde ile tasarı, herhangi bir şirketin ihtiyaç duyduğu, herhangi bir konudaki sözde bilimsel araştırmasını, ufak bir “bağış” ile üniversiteye yaptırabilmesine olanak tanınıyor. Aslında bahsettiğimiz olanak esas olarak, biraz ilerde ele alacağımız gibi, tasarının üniversitelerle, sermayenin işbirliğini teşvik eden ve güvence altına alan bölümlerinde sağlanmaktadır.

Üniversiteyi eksiksiz bir işletmeye dönüştüren tasarıda, öğrencilerin “kısmi zamanlı” çalışmaları da yasal bir düzenlemeye konu ediliyor. Çalıştıkları saat başına ücretlendirilen öğrencilere bir ayda en fazla 70 saat çalışma olanağı tanınıyor. Saat ücretinin üst sınırı, asgari ücretin bir saat karşılığının iki katını aşmamak üzere belirlenmiş. Böylece öğrenciler, eğitimin paralı hale getirilmesi ile yeterince sömürülmüyorlarmış gibi, bir de okullarda çalıştırılarak doğrudan ücret sömürüsüne tabii tutuluyorlar.

Tasarıda “işletme hesabı” ile mali özerkliğe kavuşturulan, yani birer işletmeye dönüştürülen üniversitelerin başına patron olarak rektör atanıyor. Rektör “işletme hesabı”nın “ita amiri” yani tek yöneticisi olarak belirleniyor. Başına patronu da atanmış üniversitemiz, nihayet artık tam bir kapitalist işletmeye dönüştürülmüş oluyor.

İdari özerklik: Tam bir palavra!

Tasarıyı hazırlayanlar, üniversitelerin tam bir idari özerkliğe kavuşacağını ileri sürüyorlar. İdari özerkliğin, YÖK’ü demokratikleştirerek (!) ya da rektörleri seçimle belirleyerek sağlanabileceğini düşünmek ahmaklıktır. Kaldı ki tasarı, YÖK’ü kaldırmak bir yana onun olağanüstü yetkilerinde suya sabuna dokunur bir değişiklik bile getirmiyor. YÖK’ün yapısında da esaslı bir değişiklikten söz etmek mümkün değildir. Tasarıda, YÖK üyeleri arasında Genelkurmay Başkanlığı’nın belirlediği bir profesörün varlığı da bu gerçeği kanıtlar niteliktedir. Öyleyse okur K. Gürüz’ün ve rektörlerin derdi nedir? diyebilir. Bu soruyu tasarının tümünü inceledikten sonra yanıtlayacağız.

Tasarı ile üniversitelere idari özerkliği kazandıracaklarını iddia edenler, YÖK ve Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) gibi kurumların yanına bir de Bilim Etik Kurulu (BEK) adını verdikleri yeni bir denetleyici kurum ekliyorlar. Tasarıya göre BEK, “öğretim elemanlarının uymaları gereken etik kuralları belirlemek ve bu kurallara uygun davranıp davranmadıklarını değerlendirmek üzere Üniversitelerarası Kurul tarafından oluşturulur.” BEK, öğretim üyelerinin akademik çalışmaları hakkında hazırladığı “değerlendirmeleri” ilgili kurumlara gönderecek, böylelikle bir tür izleme ve sansür kurulu olarak çalışacak. Bugün üniversitelerde hiçbir biçimde akademik özerklikten ya da özgürlükten söz etmenin mümkün olmadığı apaçık ortadadır. Ancak üniversitelere bu özgürlüğü sağlayacağını iddia edenlerin, akademisyenleri yeni zincirlerle bağlama çabaları olsa olsa büyük bir komedi olabilir.

Paralı eğitim kurumsallaşıyor!

Eğitimin paralı hale getirilmesi, yeni bir durum değil elbette. Ancak üniversitelerde öğrencilerden katkı payı adı altında toplanan haraçlar, önce çok ufak miktarlarla başladı ve bugün yeni yasa tasarısı ile bu miktar oldukça yüksek rakamlara çıktı. Tasarıda tıpkı Ecevit döneminde hazırlanan tasarı gibi, öğrencilerin yıllık eğitim-öğretim maliyeti YÖK tarafından, her bir üniversite ve her bir bölüme göre ayrı ayrı hesaplanır, deniyor. Hesaplanan bu yıllık miktardan, YÖK tarafından önerilen ve Eğitim Bakanlığı’nın onayıyla Bakanlar Kurulu’nda belirlenen kısmı, devlet tarafından ödeniyor. Geri kalan kısmı ise öğrenci ödüyor. Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen devlet katkısı, asgari maliyetin yarısı olarak belirlenmiş. Bu durumda öğrencilerin, ödeyecekleri “katkı payı” miktarı, bir sür önce ODTÜ Rektörü Ural Akbulut’un ifade ettiği gibi, 400-500 dolar civarı olacaktır. Böylelikle üniversitelerin paralı hale getirilmesi uygulaması, kademe kademe gerçekleştirilen plan doğrultusunda son haddine varmış oluyor. Devlet üniversitelerinin pahalı hale getirilmesi, özel üniversitelerin yaşadıkları müşteri sıkıntısına çözüm getiren bir gelişme olarak algılanmalıdır.

Halihazırda, özel üniversitelerin doluluk oranının %50’nin altında olduğu ve bu ticari kuruluşların çok büyük bir sıkıntı içinde oldukları düşünülürse, hükümetin aldığı bu önlemin ne kadar yerinde olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. Her fırsatta, yüksek öğretim sektöründe serbest piyasa koşullarının sağlanması gerektiğini ifade eden neo-liberal anlayış, bu tasarı ile büyük bir başarı elde etmiş oluyor.

Geçerken aktaracağımız bir ayrıntı ile, devlet üniversitelerinin paralı eğitime geçmede ne denli hevesli olduklarını ortaya koyalım, üstelik herhangi bir yasal düzenlemeyi beklemeden! Bu yıl ODTÜ, İTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi belli bölümlerine 50 ila 100 arasında özel öğrenci alacak. Öğrenim ücreti ise 10.000 doların üzerinde. Bu özel öğrencilere tanınan kolaylık ise bahsettiğimiz bölümlere girebilmek için istenen ÖSS puanının barajın biraz üstündeolmasıdır .

Tasarı, üniversitelere mali kaynak yaratmak için elinden geleni yapmış. İkinci öğretim, YÖK tarafından özellikle teşvik edilen bir program olarak belirlenirken, bu programın ücretinin de yüksek miktarlarda artırılması öngörülüyor. Tasarı, ikinci öğretim katkı payları için şöyle bir düzenleme getirmiş: “İkinci öğretim için öğrenciden alınacak katkı payları, normal örgün öğretim için belirlenen eğitim-öğretim maliyetlerinin yarısından az olamaz.” Dikkat edilirse, örgün öğretim için belirlenen katkı paylarının yarısından az olamaz denmiyor. Söylenen, ikinci öğretimin katkı paylarının “örgün öğretim için belirlenen eğitim-öğretim maliyetlerinin yarısından az” olamayacağı. Yani bu, normal örgün öğretimde en az devlet tarafından ödenen kısım, ikinci öğretimde öğrenci tarafından ödenecek demek oluyor.

Uzunca bir süredir, birçok üniversite yaz okulu uygulamasına geçti. Böylelikle yaz okulu uygulamasına geçen okullarda, bütünleme hakkı öğrencilerin elinden alınmış oldu. Yaz okulunda öğrencilerden alınan katkı payları, normal dönemlerden çok daha yüksek oluyor. Çünkü yaz okulunda ödenecek ücret, kredi ya da ders saati başına belirleniyor. Bu rakamla normal bir öğrenim döneminde ödediğiniz ücreti karşılaştırdığınızda, aradaki muazzam farkı görebilirsiniz. Yaz okulu uygulaması, üniversiteler için önemli bir para kaynağı durumuna gelmiş durumda. Tasarı da bu gerçekten hareketle, YÖK’ün ve ÜAK’ın tıpkı ikinci öğretimi olduğu gibi yaz okulunu da teşvik etmesini öngörüyor. Yaz okulu ücretleri yasa tasarısında şöyle düzenlenmiş:

“Üniversiteler açmış oldukları yaz okullarına katılacak öğrencilerden; bu Kanun uyarınca ilgili fakülte ve program adına göre belirlenen yıllık öğrenci katkı payının iki katını aşmamak üzere Yüksek Öğretim Kurulu’nca belirlenecek miktarda yaz okulu öğretim ücreti alınır. İkinci öğretime kayıtlı öğrencilerden alınacak azami yaz okulu öğretim ücreti, fakülte ve program adına göre normal örgün öğretimde kayıtlı öğrenciler için belirlenen yaz okulu öğretim ücretinin iki katını geçemez.”

Görüldüğü gibi yasa tasarısı, öğrenciyi yolunacak kaz yerine koyuyor. Her fırsatta ondan ciddi miktarlarda para koparmak için elinden geleni yapıyor.

Tasarıda tanımlanan öğretim biçimlerinden bir diğeri de, uzaktan eğitim ve sertifika programları. Daha önce GATS uygulamaları vesilesi ile bahsi geçen uzaktan eğitim konusunda, bazı üniversitelerin girişimleri zaten vardı. Tasarı bu girişimlere yasal bir dayanak olacak. Tasarıda uzaktan eğitim şöyle tanımlanmış:

“Üniversiteler, kısmen veya tamamen ileri telekomünikasyon ve bilişim teknolojilerine dayalı uzaktan eğitim teknolojilerini kullanmak suretiyle ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeyde eğitim ve sertifika programları düzenleyebilirler. Bu amaçla, yurt içi ve yurt dışındaki yükseköğretim kurumları, telekomünikasyon, bilişim kuruluşları, medya kuruluşları ve basım evleriyle ortaklık kurabilirler.”

Yukarıda bahsettiğimiz yazıda, yurtdışındaki üniversitelerin uzaktan eğitim programlarından nasıl bir gelir elde ettiklerini ortaya koymuştuk. Tasarı, Türkiye üniversitelerinin yurtdışındaki kurumlarla ortaklık kurabilmesine olanak tanıyarak, bu alanda da “girişimci üniversite”nin önünü açmış oluyor.

Üniversitenin burjuvaziye peşkeşi: Üniversite-sermaye işbirliği

Üniversite-sermaye işbirliği (ÜSİ) bugün belli ölçülerde gerçekleştirilen, herhangi bir yasal mevzuata dayanmasa da devlet tarafından teşvik edilen ve kredilendirilen bir uygulamadır. Üniversitenin tamamen burjuvazinin hizmetine sunulmasını sağlayan ÜSİ, tasarıda oluşturulan “Sosyal Konsey” ile güvence altına alınmış.

“Üniversitelerin ülke sorunlarına ilişkin yapacakları bilimsel çalışma ve projelerin önceliklerinin belirlenmesi, ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünün yetiştirilmesi, üniversiteler ile çeşitli sektörler arasında işbirliğinin sağlanması ve öğrencilerin çeşitli sorunlarının çözümlenmesi hususlarında; Üniversitelerarası Kurul’a, Yükseköğretim Kurulu’na ve üniversitelere tavsiyelerde bulunmak üzere kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının üst kuruluşları, İşçi, İşveren ve Kamu Sendikaları Konfederasyonları tarafından seçilen birer üye ile Türkiye vergi rekortmenleri ve Yükseköğretim Kurulu’nca belirlenecek diğer kişi, kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşan Sosyal Konsey kurulur.”

Üniversitelerin yapacakları işleri belirlemek için oluşturulan bir konseye doluşturulan burjuva sınıfının temsilcileri, enteresan bir örnek olarak vergi rekortmenleri, üniversiteyi, açık ki kendi ticari kuruluşlarının elde ettikleri kârları daha fazla artırabilmek, bunun da ötesinde bir ideolojik aygıt olan üniversiteyi burjuva ideolojisinin veya o dönemki burjuva politikasının etkili bir savunucusu durumuna getirebilmek için etkin bir çaba göstereceklerdir. Böylelikle, üniversitenin burjuva sınıfın sadık bir hizmetkarı olması, bunu denetlemek ve hizmetkara yeni görevler tayin etmek için oluşturulan bir kurulla sağlama alınmış olmaktadır.

Sosyal Konsey, yalnızca merkezi planda oluşturulmuyor. Sosyal Konsey, giderek tek tek üniversitelerde ve daha da vahimi üniversitelerin çeşitli bölüm ve birimleri bünyesinde örgütlenerek burjuvazinin tüm üniversite organizmasını doğrudan denetlemesini ve hizmetine almasını sağlıyor. Sosyal Konsey, yasa tasarısının burjuvaziye olanak tanımakta ne kadar pervasız olduğunu göstermesi açısından oldukça önemli bir örnek sayılmalıdır.

Tasarının getirdiği yeniliklerden biri de “araştırma öğretim üyeliği”. Araştırma öğretim üyeliği şöyle tanımlanmış:

“Masraflarının tamamı gerçek ya da tüzel kişilerce karşılanan hizmetlerde araştırma yapmak üzere üniversitenin ilgili kurullarının kararı üzerine sözleşmeyle öğretim üyesi istihdam edilebilir.”

Bu madde, burjuvaziye üniversitenin teknik ve altyapı olanaklarından faydalanarak, bir araştırma için belli sayıda öğretim üyesi “kiralanması” hakkını tanıyor.

Tasarının ÜSİ için yasal bir dayanak oluşturduğu bir başka düzenleme ise teknoparklara ilişkin. Teknoparkların kurulması ve geliştirilmesine ilişkin ayrı bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulsa da, tasarı “teknopark ve benzeri işletmelerin kurulup işletilmesi ve bu amaçla ortaklıklar kurulması için gerekli görülen tüm giderleri” üniversite giderleri arasında sıralıyor. Daha kısa bir süre önce Radikal gazetesinin manşetine kadar çıkan ODTÜ Teknopark “başarısı”, bu konuda üniversitelerin ve devletin ne kadar istekli ve ısrarlı olduklarını ortaya koyuyor.

Tasarının demokrasi iddiası: Boş bir laf!

Yasanın, üniversitelere demokratik bir ortam getireceği söylemi tamamen demagojik bir söylemdir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Bilim Etik Kurulu ile akademisyenlerin zincirlerine yenileri eklenirken, öğrencileri disipline etmek için yenilenen disiplin yönetmeliği, demokrasi söylemini komikleştiren olgulardır.

Tasarı öğrencilerin ve öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olabilmeleri olanağını tanırken, öğrencilerin üye oldukları siyasi parti adına faaliyet yürütmelerini ve öğrenci temsilcisi olmalarını yasaklıyor.

Daha öncesinde de var olan öğrenci temsilcileri konseyi, yeni yasa ile Üniversiteler arası Öğrenci Konseyini (ÜÖK) oluşturuyor. Ancakbu konsey hiçbir yetki tanınmayan, süs olsun diye oluşturulan bir kurum görünümü sergiliyor.

Üniversitelerdeki öğrenci temsilcileri, üniversite yönetim kurulu toplantılarına yalnızca kendileri ile ilgili konularda, yalnızca görüş bildirmek üzere çağrılıyorlar. Ancak ÖTK’lara herhangi bir oy hakkı tanınmıyor. Ayrıca ÖTK’ların yapısı ve çalışma esaslarının belirlenmesi Üniversiteler arası Kurul’a bırakılıyor.

Peki YÖK’ün ve rektörlerin derdi ne?

Tasarı hakkında daha çok şey yazılabilir. Biz burada en temel sorunlar üzerinde genel denebilecek bir inceleme yaptık. Tasarı daha başlarken ifade ettiğimiz gibi, neo-liberal eğitim programının üniversite ayağını tamamlayıcı bir niteliğe sahip. Ayrıca tasarı, daha önce rektörler ve YÖK tarafından sık sık talep edilen mali özerklik gibi bir konuda önemli ölçüde istenileni veriyor. Kaldı ki, tasarıyı incelerken sürekli altını çizdik; bu tasarı Ecevit döneminde, bizzat YÖK ve rektörlerin istekleri doğrultusunda, gizli kapaklı hazırlanan taslak ile hemen hemen aynı. O zaman, daha önce sorduğumuz soruyu tekrarlayalım: Peki, YÖK ve rektörler tasarıya neden bu kadar karşılar?

Yanıt çok açık: “Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte Üniversitelerarası Kurul, Yükseköğretim Genel Kurulu, Yükseköğretim Yürütme Kurulu, Yükseköğretim Denetleme Kurulu, senato, üniversite yönetim kurulu, fakülte, enstitü, yüksekokul kurulları ve yükseköğretimdeki diğer tüm kurullar ile bunların başkan ve üyelerinin görevleri sona erer.”

Tasarının yukarıda aktardığımız geçici 1. Maddesi üniversitelerde şu anda yönetici kademede bulunanların tasfiyesini öngörüyor. İşte esas sorun bu. YÖK ve rektörlerin, sorunu ısrarla laiklik eksenine oturtmaya çalışmaları, taşıdıkları koltuk kaygısını gölgelemeye yönelik bir manevradır. Ayrıca bu manevra, oldukça farklı kesimleri tartışmaya dahil ederek, özellikle eli oldukça zayıf olan YÖK’ü güçlendirmeye yöneliktir. Ancak AKP’ye yönelik kadrolaşma iddialarının da bir gerçeklik payı taşıdığını burada ifade etmek gerekiyor. AKP gerek eğitim, gerek sağlık, gerekse diğer kamu alanlarına kendi taraftarlarını yerleştirerek yaşadığı bazı sorunları hafifletmeye ya da daha farklı olanakları yaratmaya çalışmaktadır. Ancak şu açıktır ki, AKP ya da CHP, ya da başka herhangi bir parti iktidara geldiğinde bir kadrolaşma politikasına d sahiptirler. Bizim için asli sorun, şu ya da bu partinin, şu ya da bu alanda siyasi kadrolaşmaya gitmesi değildir. Burjuvazinin temel yönetim aygıtları kimin elinde olursa olsunlar, eni sonu burjuva politikalarını uygularlar.

Saldır yalnızca Türkiye ile sınırlı değil

Milli Eğitim H. Çelik tarafından hazırlanan yeni Yüksek Öğrenim Yasası Tasarısı bütünüyle neo-liberal bir anlayışla hazırlanmış kapsamlı bir saldırı programıdır. Daha önce defalarca ortaya koyduğumuz gibi, saldırı yalnızca Türkiye ile sınırlı değil. Tüm dünyada uygulanan bir saldırı programının Türkiye ayağı ile karşı karşıyayız.

Devletin, bir yüksek öğrenim yasası çıkarma çalışmalarını bu kadar hızlı ve ısrarlı bir biçimde sürdürmesinin nedeni GATS sürecidir. İlköğretimden, ortaöğretime ve üniversiteye dek tüm eğitim aşamaları, GATS müzakerelerinde, serbest piyasa süreçlerine açılacağı taahhüdü verilen “sektör”ler arasında yer alıyor. Tüm bu alanlarda hükümetin hızla sürdürdüğü reform çalışmaları GATS taahhütlerini yerine getirme tarihine çok kısa bir zaman kaldığı için büyük bir hız kazandı. Dolayısıyla, eğitimde neo-liberal saldırılara karşı dururken GATS’ı da unutmamalı, “GATS derhal iptal edilsin!” talebini öne sürmeliyiz. Unutmamalı ki, neo-liberal eğitim politikalarının salt şu ya da bu parçası üzerinden sürdürülecek mücadele hr zaman eksik kalacaktır. Doğru olan, bir bütün olarak neo-liberal anlayışı karşımıza almak ve ona karşı kararlılıkla mücadele etmektir.