Tüm toplumda savrulma, bölünme ve parçalanma yaşanıyor. Kapitalizmin
gelişimine paralel olarak geleneksel ilişkilerin çözülmesiyle
oluşan boşluk, derma-çatma ilişki biçimleri ve davranış kalıplarıyla
dolduruluyor. Bir taraftan medya tarafından pompalanan lüks, eğlence
ve sürekli tüketilen bir yaşam, diğer taraftan ona ulaşamamanın
verdiği eziklik ve hınç... Ve buna koşut tutunamayanların son
durağı olan dini ideoloji. İradenin teslimiyle sağlanan iç
huzur ile avuntu.
Umutların yitirildiği, sosyalizmin emekçilerin gündeme giremediği
dönemlerde dini ideolojinin güçlenmesinde şaşırılacak bir şey
yok. İnsanı hiçe sayan tüketim kültürüne karşı, cemaatin, ailenin
katı kurallarla örülmüş, hiyerarşik bir işleyişe sahip, dayanışmacı,
teslim alıcı kültürü...
Kuşkusuz tüketilen kültüre karşı tek alternatif dini ideoloji
değil. Özellikle öğrenci gençlikte kendisini gösteren farklı yönelimler
de söz konusu.
Kapitalizm herşeyi metalaştırdı, herşeyin pazarda bir fiyatı
var, ama herşeyin. Ve son yıllarda tüketim nesnelerine kimlik
eklendi. Yaratılan, pazarlanan, zamanla değeri azalan, tüketilen
ve yok olan kimlikler. Ne olunduğunu, ne olmak gerektiğini, yaşamın
tümüne karşı takınılan tavrı gösteren benliklerimiz artık üretiliyor.
Sadece reklamcılar, modacılar, pazarlamacılar kullanılmıyorlar
bunun için. Hayır ilk elden yardımcıları filozoflar
(belki de hayat tasarımcıları demek gerekirdi) ve sanatçılar.
Filozofların kuramı şu: Öncelikle varolandan kurtulun, çözün
kimliklerinizi (değerlerinizi, inançlarınızı, ütopyalarınızı),
sen değişkensin, ilkelerin, belirli bir değerler sistemin olamaz
(buna ahlaki değerler de dahil). Madem ki bakılan yere göre doğru
değişip farklılaşıyor, öyleyse doğru diye bir şey yoktur, istediğin
gibi davranabilirsin... Omurgasız bir nesil yaratılmak isteniyor
ve epeyce yol katedilmiş durumda. İlginç midir bilinmez, sola
yakın kesimlerde bu hiç olma, herşeyi onaylama, onaylayıcı
olma durumunun yaygın olması.
Filozofların tüm bu kimlik oluşturma söylemleri, günümüzün popüler
kavramı hoşgörü tarafından besleniyor. Kuşkusuz hoşgörü
yeni türetilmiş bir kavram değil. Liberal felsefenin öncülleri
hoşgörüyü bireyin özel alanının dokunulmazlığı olarak tarif etmişler.
Liberal birey diğer yurttaşların hak ve çıkarlarına dokunmadığı
sürece istediği gibi davranabilir ve düşünebilir. Bir şekilde
liberalizm bireyleri eşit varsayar -toplumda öyle olduklarını
düşünür- ve onun üzerinden uzlaşım ve denge sağlar. Oysa hoşgörü,
işçi ile patronun, güçlü ile güçsüzün, haklı ile haksızın, uygun
olanla olmayanın eşitlendiği ve tarafsızlık maskesi altında meşrulaştırıldığı
bir işleyişe sahip. Bugün hoşgörü, ideolojik-politik-ekonomik
düzeylerde ortaya çıkn tüm çelişkileri nötralize etmenin, sulandırmanın
aracı durumunda. Hoşgörü değişimi ve değiştirmeyi imkansız kılıyor.
İradi müdahaleyi anlamsızlaştırıyor. Bireyi varolduğu-varedildiği
biçimde kabul etmemize zorluyor bizi.
Önceki senelerde hoşgörü yılı çerçevesinde kampanyalar düzenlenmişti.
Kültür ideologları farklılıkların güzelliğinden, onlara da müsammaha
gösterilmesinin büyüklüğünden sözetmişlerdi sıkça. Nasıl da masum
görünüyor farklılıkların güzelliği kavramı. Sorun
sadece bireysel yaşantı ya da geçmişten bugüne aktarılan kimi
davranış kalıplarının, geleneklerin sürekliliği ile sınırlı olsaydı,
söyleyecek çok fazla sözümüz olmazdı belki de. Ancak hoşgörü
toplumuna kadar uzanan bir ideolojik-kültürel saldırı sözkonusu.
Medyanın yoğun bir kullanımıyla bilinçler bulandırılıyor. Farklılıklarımıza
rağmen aynı geminin yolcuları olduğumuz tekrar tekrar medya tarafından
önümüze seriliyor. Geminin birinci sınıf kompartımanı ile ambarında
yaşamlarını sürd¨renlerin çıkar birliği içinde olduğunu söyleme
cesaretini gösteriyor bu toplumun seçkinleri (TÜSİADın hazırladığı
reklam).
Tüketilen-tüketen bir nesne olmak, dini ideoloji ve hoş görmek
dışında alternatif yaşamlar yaratılmıyor mu, yaratılamaz mı?
Bugün için iki farklı eğilimden bahsetmek mümkün. İlki tüketim
kültürünün içinde olmayı reddeden ve çareyi küçük bir çevreye
sıkışmakta bulan anlayıştır. Aile -kimi zaman o da dışında tutuluyor-
sevgili ve birkaç arkadaştan oluşan bir fanusta yaşam sürdürülüyor.
Tersinden, bırakınız yapsınlar liberal birey söyleminin
hayata geçirilişidir, yeniden ve farklı kalıplarla. İnsanın toplumsallığı
içinde varolduğunu unutmaktır bir nevi.
İkinci eleştirel yaklaşım geleneksel soldan geliyor. Kimi olumlu
değer yargılarının söylem bazında da olsa gündemde tutulması çabası
içindeler. Ancak yaşanan kitlelerden yalıtılmışlığın yarattığı
bir şizofrenidir. Kitlelere ulaşmak, yaşamlarının bir bileşeni
olmak adına atılan adımlarsa kısa bir süre sonra tıkanıyor, anlam
yitimine uğruyor (kültür evleri, kültür-sanat komisyonları vb.
oluşumlar). Belki de bu ikinci eğilimin kültüre, yani yaşama müdahale
etme araçlarını incelemek bize doğru-uygun bir hat izlemek açısından
ipuçları verecektir. Ancak bu, kapsamının genişliğinden dolayı,
başka bir yazının konusu olmalıdır.