Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Ekim '01
SAYI: 48
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
  Dünyü çapında yeni bir emperyalist terör dalgası!
  "Emperyalizm kağıttan kaplandır!"
  Biriken sorunlar ketmerleşen saldırılar
  "Sınavsız üniversite" aldatmacası altına gizlenen saldırı
  Eğitimde özelleştirme saldırısı yeni boyutlar kazanıyor
  Faşist genelgeleri fiili mücadele ile parçalamalıyız!
  Eğitimde fırsat eşitsizliği daha da derinleşiyor
  Parasız ve bilimsel eğitim sosyalizmle gelecek!
  Liseli gençlik ve platform çalışmasının sorunları
  Yeni döneme örgütlü hazırlık
  Formasyon saldırısına karşı duyarlılığı örgütleyelim!
  Ulucanlar katliamının hesabını soralım!
  Yaz çalışması ve deneyimler
  "Irkçlılık konferansı"...
  Bir türküdür direniş boy verir zindanlarda...
  Toplumsal çözülme
  İsviçre Ekim Gençliği bu yılın ikinci Gençlik Kampı'na hazırlanıyor...
  Yaz çalışmamızın bir ayağı olarak Hacıbektaş Şenlikleri...
  Ulucanlar direnişi ve Partili olma sorumluluğu
  Liselerde politik çalışmanın bazı sorunları
  Okur mektupları



 
 
Toplumsal çözülme


S. Doğan

Tüm toplumda savrulma, bölünme ve parçalanma yaşanıyor. Kapitalizmin gelişimine paralel olarak geleneksel ilişkilerin çözülmesiyle oluşan boşluk, derma-çatma ilişki biçimleri ve davranış kalıplarıyla dolduruluyor. Bir taraftan medya tarafından pompalanan lüks, eğlence ve sürekli tüketilen bir yaşam, diğer taraftan ona ulaşamamanın verdiği eziklik ve hınç... Ve buna koşut tutunamayanların son durağı olan dini ideoloji. İradenin teslimiyle sağlanan “iç huzur” ile avuntu.

Umutların yitirildiği, sosyalizmin emekçilerin gündeme giremediği dönemlerde dini ideolojinin güçlenmesinde şaşırılacak bir şey yok. İnsanı hiçe sayan tüketim kültürüne karşı, cemaatin, ailenin katı kurallarla örülmüş, hiyerarşik bir işleyişe sahip, “dayanışmacı”, teslim alıcı kültürü...

Kuşkusuz tüketilen kültüre karşı tek alternatif dini ideoloji değil. Özellikle öğrenci gençlikte kendisini gösteren farklı yönelimler de söz konusu.

Tüketilen kimlikler

Kapitalizm herşeyi metalaştırdı, herşeyin pazarda bir fiyatı var, ama herşeyin. Ve son yıllarda tüketim nesnelerine “kimlik” eklendi. Yaratılan, pazarlanan, zamanla değeri azalan, tüketilen ve yok olan kimlikler. Ne olunduğunu, ne olmak gerektiğini, yaşamın tümüne karşı takınılan tavrı gösteren benliklerimiz artık üretiliyor. Sadece reklamcılar, modacılar, pazarlamacılar kullanılmıyorlar bunun için. Hayır ilk elden yardımcıları “filozoflar” (belki de hayat tasarımcıları demek gerekirdi) ve “sanatçılar”.

Filozofların kuramı şu: Öncelikle varolandan kurtulun, çözün kimliklerinizi (değerlerinizi, inançlarınızı, ütopyalarınızı), sen değişkensin, ilkelerin, belirli bir değerler sistemin olamaz (buna ahlaki değerler de dahil). Madem ki bakılan yere göre doğru değişip farklılaşıyor, öyleyse doğru diye bir şey yoktur, istediğin gibi davranabilirsin... Omurgasız bir nesil yaratılmak isteniyor ve epeyce yol katedilmiş durumda. İlginç midir bilinmez, sola yakın kesimlerde bu “hiç” olma, herşeyi onaylama, onaylayıcı olma durumunun yaygın olması.

Filozofların tüm bu kimlik oluşturma söylemleri, günümüzün popüler kavramı “hoşgörü” tarafından besleniyor. Kuşkusuz hoşgörü yeni türetilmiş bir kavram değil. Liberal felsefenin öncülleri hoşgörüyü bireyin özel alanının dokunulmazlığı olarak tarif etmişler. Liberal birey diğer yurttaşların hak ve çıkarlarına dokunmadığı sürece istediği gibi davranabilir ve düşünebilir. Bir şekilde liberalizm bireyleri eşit varsayar -toplumda öyle olduklarını düşünür- ve onun üzerinden uzlaşım ve denge sağlar. Oysa hoşgörü, işçi ile patronun, güçlü ile güçsüzün, haklı ile haksızın, uygun olanla olmayanın eşitlendiği ve tarafsızlık maskesi altında meşrulaştırıldığı bir işleyişe sahip. Bugün hoşgörü, ideolojik-politik-ekonomik düzeylerde ortaya çıkn tüm çelişkileri nötralize etmenin, sulandırmanın aracı durumunda. Hoşgörü değişimi ve değiştirmeyi imkansız kılıyor. İradi müdahaleyi anlamsızlaştırıyor. Bireyi varolduğu-varedildiği biçimde kabul etmemize zorluyor bizi.

Önceki senelerde hoşgörü yılı çerçevesinde kampanyalar düzenlenmişti. Kültür ideologları farklılıkların güzelliğinden, onlara da müsammaha gösterilmesinin büyüklüğünden sözetmişlerdi sıkça. Nasıl da masum görünüyor “farklılıkların güzelliği” kavramı. Sorun sadece bireysel yaşantı ya da geçmişten bugüne aktarılan kimi davranış kalıplarının, geleneklerin sürekliliği ile sınırlı olsaydı, söyleyecek çok fazla sözümüz olmazdı belki de. Ancak “hoşgörü toplumuna” kadar uzanan bir ideolojik-kültürel saldırı sözkonusu. Medyanın yoğun bir kullanımıyla bilinçler bulandırılıyor. Farklılıklarımıza rağmen aynı geminin yolcuları olduğumuz tekrar tekrar medya tarafından önümüze seriliyor. Geminin birinci sınıf kompartımanı ile ambarında yaşamlarını sürd¨renlerin çıkar birliği içinde olduğunu söyleme cesaretini gösteriyor bu toplumun seçkinleri (TÜSİAD’ın hazırladığı reklam).

Tüketilen-tüketen bir nesne olmak, dini ideoloji ve hoş görmek dışında alternatif yaşamlar yaratılmıyor mu, yaratılamaz mı?

Bugün için iki farklı eğilimden bahsetmek mümkün. İlki tüketim kültürünün içinde olmayı reddeden ve çareyi küçük bir çevreye sıkışmakta bulan anlayıştır. Aile -kimi zaman o da dışında tutuluyor- sevgili ve birkaç arkadaştan oluşan bir fanusta yaşam sürdürülüyor. Tersinden, “bırakınız yapsınlar” liberal birey söyleminin hayata geçirilişidir, yeniden ve farklı kalıplarla. İnsanın toplumsallığı içinde varolduğunu unutmaktır bir nevi.

İkinci eleştirel yaklaşım geleneksel soldan geliyor. Kimi olumlu değer yargılarının söylem bazında da olsa gündemde tutulması çabası içindeler. Ancak yaşanan kitlelerden yalıtılmışlığın yarattığı bir şizofrenidir. Kitlelere ulaşmak, yaşamlarının bir bileşeni olmak adına atılan adımlarsa kısa bir süre sonra tıkanıyor, anlam yitimine uğruyor (kültür evleri, kültür-sanat komisyonları vb. oluşumlar). Belki de bu ikinci eğilimin kültüre, yani yaşama müdahale etme araçlarını incelemek bize doğru-uygun bir hat izlemek açısından ipuçları verecektir. Ancak bu, kapsamının genişliğinden dolayı, başka bir yazının konusu olmalıdır.